“Şeyleri kağıda dökmek
her şeyi unutturur...bütün yazılar kurmacadır...dünya sosyal olarak
kurulmadan önce büyüsel olarak kurulmuştur.” Pauline Merville
Ulus,
dil ve kültür arasında uyumlu bir denge kurmadıkça, kategori olarak
“Kıbrıslırum şiirinden” konuşmak bir sorunsaldır. Bu, sadece,
eğer ulusçuluk ve yerelliğin içinde ve dışında birleştireç ve
ayraçları araştırırsak ve şiiri hareketsiz bir madde ile farklılığın
uçucu biçimi arasındaki etkileşimli bir faaliyet–bir imgeleme
mühaberesi- olarak algılarsak kullanışlı bir kategori olabilir.
Kıbrıs’ta (ya da herhangi bir yerde) yazınsal modernlik İngiliz
sömürgeleştirmesiyle oluşmuştur. Bu süreçte adada ilk matbaa hizmete
girmiş ve gazeteler basılmaya başlamıştır. Kültür kuramcıları
sömürgeleştirme tarihinde bir ulusun kimliğinin yayılmasına ve
evrensel tasavvurunun biçimlenmesine işaret ederler. Pauline Merville’in
The Ventriloquist Tale adlı romanının anlatıcısı
“Şeyleri kağıda dökmek her şeyi unutturur...bütün yazılar kurmacadır...dünya
sosyal olarak kurulmadan önce büyüsel olarak kurulmuştur,” der,
belki de edebiyatın ve sanatın, hafızanın basit bir politikası
olarak dönülecek bir ülke olarak önerilmesini arzulamıştır. (Merville
bu eserinde Avrupa rasyonalizmine karşı büyüsel bir başkaldırı
arıyor ve yazıdan yazınsal düşünceye başka bir anlam veriyor).
Metinler sadece söz ya da yazı olarak değil, törensel olarak da
üretilirler.
Kıbrıs’ta (ya da başka bir yerde) sömürgecilik
ardı dönemde etnik kökenlerin yeniden iskanı ve tanımlanması 19.yy
Avrupasında ulus-devletlerin ortaya çıkışına benzer. Benedict
Anderson Imagined Communities adlı eserinde vurguladığı
gibi 19.yy yeni Avrupa ulusçuluğu (kendi farklılıklarını Avrupa’ya
karşı her fırsatta vurgulamanın yollarını arayan Amerikan creole
ulusçuluğuna karşıt olarak) genlerinden gelen itici bir hisle
dil yoluyla kendi yeniliklerine tarihsel bir derinlik katmıştır.
Kıbrıs’ta bir edebiyat kanonunun oluşumunda devlet yayınları ve
ödüllerini, çevirileri ve antolojileri, Kıbrıs PEN’i gibi kurumların
kurulmasını görüyoruz. 1983 tarihli bir PEN yayınının başlığı
“Kıbrıs Şiirinin 27 Yüzyılı”dır, bu kitap İÖ
7-8. yüzyıllardan Stasinoslu Kypria Epi’nin İngilizce şiir çevirileriyle
başlar ve 20.yüzyılın kitabın basım tarihinde hayatta olmayan
seslerine kadar sürer. Kıbrıslırum şiirinin en iyi örneklerini
içerir --eğer yapısal açıdan söz ediyorsak-- “Arodaphnousa” folk
şarkılarını da, İtalyan rönesansı geleneğinin aşk şiiri örneklerini
de; Demetrios Lipertis’in “Kara Gözler” ve Vassilis Michaelides’in
“Su Perisi” adlı güzel şiirlerini de içerir. Ayrıca savaş temalı
daha güncel şiirler de vardır; Pantelis Mechanekos’un “Bir Türk
Oğlana Gazel” adlı şiiri bunun örneklerindendir. Antolojiyle ilgili
sorunlardan biri – çağdaş ve yaşayan şairlerle ilgili olan diğerleri
gibi Kıbrıslı(rum) şiirinin belirli bir biçimde kendi kendini
mistikleştirme çabasıyla oluşumudur. Kendisinin çevrilebilirliğinin
farkında olmaması ve ulusalın getto, “folk”un bir devlet polikası
gibi, kültürel sınırların dar bir şekilde tanımlanmasıyla kırılmaz
bir geleneğin kimliğinin Avrupamerkezli tasarımı oluşuyordu. Kilise
tarafından azizlik mertebesine yükseltilen geçtiğimiz günlerde
yitirdiğimiz Kostas Montis (1914-2004) şiirlerinden birinde şöyle
der: “Hangi devlet baylar, hangi devlet?/biz devletin birbiri
ardı sıra dizilen kazıkları üzerinde yürüyoruz. “ ve ”Bayraklar
çok gürültülü bugün/belki de istekli biçimlerini temellerinden
aldılar/ve onlar ne asabiler.”
Adanın kültürünün ayrışmasında ister istemez
tanımlanamaz “sınır düşünceleri”ni, ulusaldan yola çıkıp bir yerlere
vararak, yeni bir şiirin ve imgenin poetikası içine giren bir
yerlere -neresi olduğu önemli değil- sosyal olgular olarak imgelenen
ve siyasi ve ahlaki tek-mantıklı yerdeğiştirme hareketleri ve
dillerarası ve yerlerarası geçişmelerin mantığını aramayı düşünüyoruz.
Lysandros Pitharas şöyle der:” ve dilimi sapladım/tarihimin deliğinin
içine/ve ayakparmaklarımı solucan gibi nemli kumların içine sokuyorum,
kafeteryanın ardında,/yeşil hattı göremediğimi fark ediyorum,
göremiyorum.”
Çeviri nihai olarak bir metafordur, bir yerden
başka bir yere taşınır, sürprizlere açıktır, suçlandırmadır, tartışmadır
– yaratıcı geçmişlerle ve diğerleriyle bağlantılıdır. Adriana
Lerodiaconou şiirlerinden birinde: “Yeşil günlere uçar dosdoğru
kırlangıçlar, tereddütsüz/yıllardır yürüyoruz ve deniz bizi unuttu
ve bir sözcük haline geldi” ve diğer bir şiirinde de “kuru toprakta
gördüğümüz/ bir gemi gibi”. Eğer yeni bir söylem bulunacaksa süreklilik
yerine ayrışmanın poetikasına bakılmalı – dilimizi dönemler ve
yazarlardansa deliklerin arasına sokmalıyız – ayrılış ve varış
arasındaki doğrusal olmayan bağlantı üzerinde ısrarlı olarak,
nitekim varış sadece belirli bir sonuç değildir fakat kültürel
çevrilebilirliğin ve hafızanın sürecidir de.
Çeviri hem pratik hem de metaforik bir süreçtir
– metafor karşıya iletilir ve deniz tarafından anımsanır. Nihayetinde
de sınır düşünceleriyle karşı karşıya gelir, ulus biçiminin dinleme
yoluyla genişlemesi ve dalgalanmalar içinde yutulması toprağın
başlangıç ve bitiş çeşitliliğinde ulusun dış biçimini açıkta bırakır.
Kültür ve tarih üzerine çeviri perspektifi sınır gerilimleriyle
odaklanarak bölgeleştirme yoluyla mutlak bireysel metinlerin uygulanmasına
doğru kuvvetli bir eleştiri yapar. Şiir nihai olarak çeviride
bulundu (kaybedilmedi), termodinamik enerjide erotikler ve kazanılamayan
enerji miktarı kabul kaynağı ile kabulden gelen kaynak arasında
bir yerlerde durarak girer. Bir öznenin kendi kendisini söylem
yapması başka biriyle simetrik bir ilişki kurmamasına bağlıdır.
Tonis Melas’ın yukarıda da sözü edilen antolojide yer alan “Vapur”
adlı şiirinde önerildiği gibi kendi kendini duyumsama yabancı
denizlerde yolculuk yapan gemilerin ıstırabının bir parçasıdır.
Bu belki de bedenin oyuklarının içinde titreyen bir bayrak ve
denizde yankılanma olarak mecazlandırılmasıdır.
Uluslarüstü bir oluşum olan Avrupa Topluluğuna
girmenin eşiğinde bir biçim olarak ulus kavramının eleştirisiyle
uğraşmaktayız. Şairler (belki de marjinal şaman sesleri duyarak)
Avrupamerkezciliğe ve kozmopolitan aydınlanmanın hegamonyasına
bir karşı koyma durumundalar. Karşılaştırmalı edebiyata burada
bir anımsamayla not düşerek, onun bütün antimilliyetçi ve geçişkenkültürlü
insani isteklerin disiplinin temelinde bu çelişkilerle temellendirildiğiyle
sonuçlandırabiliriz. Bu, genellikle Leo Spitzer ve Eric Auerbach
gibi kişiliklerin de içinde bulunduğu 1940 ve 50’li yıllarda yapılan
İstanbul seminerleriyle bağlantılandırılır. Auerbach Avrupa’nın
sınırlandan yazmaktadır “İstanbul sürgününden” feryat etmektedir
tartışılan Mimesis adlı klasik eserinde. Emily
Apter rafından son zamanlarda vurgulanmakta olan Auerbach’ın kendini
iyi bir kosmopolit bir ortamda bulmasıdır (ki o çalışma arkadaşı
Spitzer’i Türkçe bilmediği için sevmemişti.) Sürgünün kendi fetişi
karşılaştırmalı edebiyatın doğumunda bir ayraç oluşturdu. Paradoksal
olarak Kemalist milliyetçilik kozmopolit Avrupa kültürünü ithal
etmeye şevkli göründü, bu en azından Auerbach’ın seminer çalışmasıdır.
Ayrıştırma yaratıcı bir şekilde sınır düşüncelerinin etkin hale
getirilmesidir.