2002
yılında 2005 yılının önemini kavramış ve UNESCO’ya, UNICEF’e ve
hatta IMF’ye mesajlar göndermiş, 3 yıl sonrası için hazırlıkların
3 yıl öncesinden yapılması gerektiğini uzun uzun anlatmıştım.
Lakin bir Allah’ın uluslararası nitelikte kulu kölesi de “evet,
haklısınız, ne kadar akıllısınız, siz olmasaydınız biz bunu akıl
edemeyecektik” diyerek geri dönmemiş ve bu satırların yazarını
hayal kırıklığı ve hüsran türbülansına gark etmişlerdi. Lakin,
bugün gurur ve vakar içinde görüyorum ki, önerilerim IMF dışında
tüm ilgili kurumlar tarafından ciddiye alınmış ve dünyanın dört
bir ucağında ve bucağında uygulanıyor, önerilerin sahibi adamdan
sayılmasa bile…
Bundan tam 100 yıl önce insanlık tarihinde önemli
bir adım atıldı. Her ne kadar aradan 100 yıl geçmesine rağmen
atılan adımın önemini bırakın, atılan adımdan haberi olmayan ve
bu adımı anlayamayan okumuş ve okunmuş kimseler tarafından dünyanın
irili ufaklı tüm iktidar odakları elegeçirilmiş olsa da dünya
gezegeni üzerinde bu adımın Neil Armstrong’un mehtaplı gecelerimize
bıraktığı küçük adımdan çok daha manidar olduğunu anlayan insanlar
her daim var oldu ve olmaya da devam edecek.
1879 yılında Almanya’da bir çocuk dünyaya geldi.
Üç yaşına kadar konuşma becerisi gösteremedi. Okul yaşantısı,
egemen ve kanıksanmış, kısacası vasat anlayışların değerlendirme
düzeyinde oldukça vasattı. Zaten ziyadesiyle isyankardı. Daha
10’lu yaşlarda bir çocuk, kışlaya döndürülmüş ve ezbere dayalı
eğitim sisteminden nefret ediyordu. Hatta çok bilmiş öğretmenlerinden
biri, ona açıkça “senden ne köy olur, ne de kasaba” demişti. Bu
sözü hakedecek ne yapmıştı? Kendinden ne köy ne de kasaba olası
genç, kendisine sunulanlara değil, kendisini ilgilendirenlere
ilgi duymaktaydı. Uzun ve dolu entel sözün kısası, kafasına göre
takılmaktaydı. Çünkü neye sahip olduğunu biliyordu.
Daha yetişkinliğe ulaşmadan önceki yıllardı.
Birdenbire dine sarıldı. Babasını ortodoksluktan uzaklaştığı için
suçlamaya başladı. Şiddetli tartışmalar yaşandı. Fakat bir süre
sonra dini duygular sakinleşti, aniden matematik ve felsefe çevresini
sarmaya başladı. “Düşünce deneyleri” işte bu sıralarda başladı.
Laboratuar, küflü bir binanın sodyum nitrat kokulu odalarında
değil, kıvrımların kenarında çitler olmayan bir beyindeydi.
O beyin, Albert Einstein’ın beyniydi. İşte çoğu
zaman dikkate alınmayan ve yanlış anlaşılan, daha doğrusu anlaşılamayan
“büyük sır” tam da buradaydı. Ölümünden bu yana 50 yıl, Özel Relativite
veya İzafiyet ya da Görecilik Teorisi’ni sunduğu makalenin yayınlanmasından
bu yana 100 yıl geçtiği halde hala Einstein’in dehasını 150 ya
da 160 IQ katsayısında gören “VASATGİLLER” familyası dünyanın
dört bir yanını meyve sinekleri gibi işgal etmeye yazık ki devam
ediyorlar. Halbuki çok basit bir gerçektir ki, Einstein’in dehası
IQ katsayısının yüksekliğinden değildir. IQ katsayısı dehanın
basit bit ölçümüdür. Einstein’in dehası beyninin kıvrımlarından
geçen yolların kenarlarında hiçbir çitin yer almamasıydı.
( Anlamayanlar için kolaylık: Bu durum tıpkı
şuna benzer. Sorun kendinize… Herhangi bir Ağustos günü 38 Celcius
derece olduğu için mi sıcaktır? Ya da 40 derece ateşiniz olduğu
için mi ateşiniz vardır? )
………. Bu
arada Albert’in babasının işleri kötüledi ve ailecek Kuzey İtalya’ya
taşınıldı. Albert okulunu bırakmak ve Alman vatandaşlığından da
vazgeçmek zorunda kaldı. Bir yıl kadar dağlarda, kırlarda dolaştı,
müzeleri gezdi, lise günlerini unutmaya çalıştı. Sonra aniden
Zürih Teknoloji Enstitüsü’ne katılmaya karar verdi. Fakat giriş
sınavını kaybetti, çünkü zooloji, botanik ve dilden başarısızdı.
Fakat bir yıllık bir çalışmadan sonra hem enstitüye girdi, hem
de İsviçre vatandaşı oldu. Ne var ki Albert’in Enstitü yılları
da benzer isyankar davranış modelleri ile dopdoluydu. Derslerin
çoğuna katılmadı, canı ne isterse onu okudu. Okul laboratuarını
yasadışı kullandı. Öğretmenlerin çoğu tarafından bırakın sevilmeyen
olmayı, nefret edilen öğrenci haline geldi. Yıllar sonra kendisine
katkılar sağlayacak olan Matematik öğretmeni Minkowski tarafından
“Tembel Köpek” olarak nitelendi. İki büyük mezuniyet sınavından
dostundan edindiği notları sınavlardan çok kısa bir süre önce
okuyarak güç bela geçebildi.
Sonrası mı? Aslında sonrası çok önemli değil.
Bu yazı dizisinin maksadı da zaten Einstein’in hayat hikayesini
özetlemekten çok Einstein’in kritik dönüm noktalarını belirlemek.
Çünkü birkaç dönüm noktası var ki, işte onlar Albert’i dünyaya
Einstein olarak tanıttılar. Aksi halde Albert Einstein sadece
Albert olarak ya da başka deyişle tanınmamış herhangi bir dahi
olarak yaşamaya devam edecek ve koca bilim, teknik ve felsefe
dünyası O’nun sağladığı getirilerden istifade edemeyecekti. Edemeyecekti…
Çünkü koca bilim ve felsefe dünyası ipe sapa gelmez mevzulara
kilitlenmiş kalmıştı.
Çok kimseler bilmez ama bugunün ortalama, hatta
vasat bir ortaokul öğrencisi bile Einstein öncesi fizikçiler ve
felsefecilerin pekçoğundan çok daha fazla ilim sahibidir. Çünkü
yaşını başını almış, keline feline kimselerin dokunamadığı ve
hatta aynı çağımız Türkiyesi’nin çeşitli entelektüel, akademik
ve menfaat çevreleri gibi çeteleşmiş ve aralarına kimseyi dahil
etmeyen o vaktin bilim, akademi ve felsefe çevreleri işi gücü
bırakmış, uzayda “Esir” ya da “Eter” denen adı var kendi yok bir
ucube konuya takılıp kalmışlardı ( Işin enteresan yanı o dur ki,
aynı yaklaşım her daim her çevreye musallat olduğu gibi pek çok
çağdaş bilim, sanat ve felsefe çevreleri de benzer takıntılardan
muzdarip olmaya devam etmektedirler.).
1905
yılının Haziran ayının 30’unda Elektrodinamik üzerine yayımladığı
makalesinde Einstein, Newton Mekaniği çağının sonunu ilan ederken
gerçekte o güne dek akıllı fikirli herkese kan kusturmuş Klasik
Düşünce Okullarının ve Anaokullarının tamamını geçersiz, daha
doğrusu bambaşka yasaların özel bir hali olduğunu ilan ediyordu.
Doğal olarak Einstein’in “Özel Görecelik Kuramı”
çoğunluk tarafından dehşet veren anlamsız bakışlarla ve gerçek
anlamda “şaşkınlıkla” karşılandı. Çünkü Einstein’in ortaya çıkışıyla
artık uzay, eski uzay değildi, fizik eski fizik değildi. Çok kimse
bunu itiraf edemiyor ama mecburiyetten hissediyorlardı. Basit
olarak zamanın mutlak olmadığı Einstein tarafından ortaya konmuştu.
Yıllar sonra gözlemler ile doğrulanacak olan teori, Michelson-Morley
deneyi ile ortaya konan ve ışık hızının normal şartlar dahilinde
her yerde ve her zaman aynı hıza, saniyede 300.000 km. hıza sahip
olduğu, bu hızın bir limit hız olduğu ve fiziksel bir varlık tarafından
aşılamayacağı gerçekliğine dayanıyordu. Normal denilen hızlarda
ortaya çıkmayan daha doğrusu hissedilemeyen bir olgu, zamanın
genleşmesi, ışık hızına yaklaşıldıkça hatırı sayılır boyutlarda
hissediliyordu. Öyle ki, teori ile Einstein meşhur ikizler paradoksunu,
yani tüm ikizler gibi aynı anda doğmuş iki kardeşin 30’lu yaşlarda
yollarını ayırıp, dünyada kalan ikizlerden birinin 70 yaşına ulaştığı
halde, uzayda ışık hızına yakın hızlarda gezintiye çıkan diğer
ikiz tekinin genç kalmasının, 30 küsür yaşlarda dünyay geri dönmesinin
sırrını açıklıyordu.
Peki Özel Relativite’yi herkes anladı mı? Müsaade
ederseniz, Einstein hakkındaki bir seri yazının ilki olan bu yazıyı
bir parça iddialı bitireceğim. Gerçek muhtemeldir ki, Einstein’in
bu teorisini Bertrand Russell dışında hiçbir çağdaşı anlayamadı.
Kuantum Mekaniği’nin kurucuları da dahil olmak üzere hiçbir bilim
adamı, ortada “armut” gibi duran bir basit gerçekliği dünyaya
sunan bu ilginç ve isyankar adamı “aslında” anlayamadı. Aksi olsaydı,
bu teori hakkıyla anlaşılmış olsaydı, Özel Relativite Teorisi’nin
üzerinden 100 yıl geçtiği halde dünya fizikçileri evrensel kuvvetlerin
tamamını bulduklarını sanma yanılgısına düşerek “Birleşik Alanlar
Kuramı” gibi hayalet teoriler ile uğraşıyor olmazlardı. Fakat
nasıl ki, Isaac Newton kendinden sonraki nesillerin elini kolunu
bağladıysa aynı hatayı Albert Einstein da yaptı. Sonuçta Einstein
bir dahi de olsa bütün dahiler gibi çokça hata yapabilen bir insandı.
Gelecek yazıda Genel Relativite Teorisi ile beraber sözkonusu
hatayı da irdelemek dileğiyle, bu ilk yazıyı Einstein’in en sevdiğim
ifadelerinden biri ile tamamlamak ve bu vesileyle Einstein’a kimi
psikologlar tarafından atılan “IQ’su çok yüksekti ama EQ’su çok
düşüktü” iftirasını da şiddetle protesto etmek istiyorum.
Çünkü, “ İnsanların aşka düşmesinin nedeni yerçekimi
değildir.” .