SAYI 29 / 01 ŞUBAT 2005

 

EGEMEN BAKIŞ VE DİLE GELEN İKTİDAR

Mustafa Murat Tatlı






A nayasa Hukukçusu Bakır Çağlar, 5 Eylül 2003 Cuma günlü Bizim Gazete’de yayınlanan “ ‘Big brother is watching you’ MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliği Üzerine” isimli makalesine, “ Tartışılmaz ‘Tek Doğru’ya başkaldıran Antigone ve tek doğruyu her mekanda insana dayatan ‘Big Brother’ ikilemi...” diye başlamıştı. “Yalan durumu idare eder ya da kotarır, hakikat dayatır.” diye devam etmemişti bereket versin, böylece bunu söylemek de bana kaldı. Belçikalı romancı, şair ve oyun yazarı Henry Bauchau, Antigone isimli romanında, Antigone’un ‘Tek Doğru’ya karşı savaşını, Antigone’un dilinden, şu cümlelerle özetlemişti; “Yeni olanın gücü ve gençliği üstün geliyor, doğan güneş canavarı püskürttü ve yeni bir ışık alanı açtı. Onu ne kovdu ne de yendi, kendi de yanmadan yapamazdı bunu, Python da artık öç almayı umut edemez. Savaşçı ateş onları yaktı, aynı zamanda değiştirdi de. Burada ve Delphoi’de birlikte yaşamak ve biricik ve çoğul olan kelamın yankılanmasına izin vermek zorundalar.”

Fiziksel tahakkümün maliyetini karşılamakta güçlük çeken iktidar, aynı tahakkümü bireylerin gözlerine, dillerine, ruhlarına ve bedenlerine kazıyarak hükümranlığının maliyetini düşürmenin yollarını arar. Basit bir iktisadi akıl yürütmeyle denilebilir ki; tahakküm altına alınacak bireylerin sayısındaki artış hükümranlığın birim maliyetini de arttıracaktır. Bu durumda, hükümranlığın maliyetini düşürecek ucuz teknolojinin adı ise, ideoloji. Basit bir Althusserci mantıkla ideoloji, bireyleri kıçlarına birer inzibat yapıştırmasına gerek kalmadan, “kendi başlarına eyler” kılan bir siyasal teknoloji.

“Kendi başlarına eyler” kılmanın bir başka boyutu da “bireyler-arası eyleyebilirlik” olmalı. Bunun için de, bireylerin zihinlerindeki tahakküm ve onları “kendi başlarına eyler” kılmanın bir yolu olarak ideoloji yetmez. Bireylerin, birbirlerini de disipline etmesini sağlayacak yeni bir teknoloji gereklidir. İşte bu yeni teknolojinin ışığı her şeyden önce bireylerin gözlerine yansır. Michel Foucault, İktidarın Gözü adlı söyleşisinde, kendi kendine, “Gerçekten de, birçok devrimciyi harekete geçirmiş olan Rousseaucu düş neydi?” diye soruyor ve ardından da şu cevabı veriyordu; “Her bir parçasında hem görünür, hem de okunur olan şeffaf bir toplum düşü; karanlık hiçbir bölge, kraliyet iktidarına özgü ayrıcalıklar ya da herhangi bir topluluğun imtiyazları, hatta düzensizlik tarafından düzene konmuş bölge kalmasın diye; herkes, bulunduğu noktadan tüm toplumu görebilsin diye; kalpler birbiriyle ilişki kurabilsin diye, bakışlar engelle karşılaşmasın diye, kamuoyu hakimiyeti kurulsun diye, her bir kişinin her bir başkası hakkındaki görüşü hüküm sürsün diye.”

Bugün bu Rousseaucu düş fazlasıyla gerçekleşti. “İktidarın gözü” daha iyi görmekle kalmadı, aynı zamanda hem bakışlarını daha da keskinleştirdi hem de toplum içindeki her bireye bir çift göz emanet etti; İktidarın bakışının ulaşamadığı yerler bu gönüllü gözler tarafından denetlensin, iktidarın binlerce gözü olsun, hükümranlık mekanında kör nokta kalmasın ve insanlık bu Rousseaucu düşten hiç uyanmasın diye.

Paul Eluard, Ne plus partager adlı şiirinin bir dizesinde, “L’espace a la forme de mes regards” ( “Boşluk Bakışlarımın Biçimini Taşıyor” ) demiş, Hubert Reeves ise bu dizeden esinlenerek kitabına, “ L’espace prend la form de mon regard” (Boşluk Bakışımın Biçimini Alıyor”) adını vermişti. Eluard ve Reeves’in lirizmini bir süreliğine rafa kaldırıp otoritenin realizmi ile yüzleştiğimizde, iktidar da her dizesinde, “Boşluk Bakışlarımla Doluyor” der gibidir.

İktidarın boşluğu bile dolduran bakışlarının sözele dökülen anlamı ‘hakikat’tır ve hakikat farklılığa tahammülün sınırını oluşturur. Alain Bodiou, Etik’te, “Farklılıklara karşı kayıtsız olan tek şey, bir hakikattir.” derken haklıydı. İktidarın boşluktan hazzetmemesinin nedeni de buydu; hakikat yokluğu. Düzensizliği bir çift gözle düzene koyma tekniğinin adı da; egemen bakış. Böylesi bir egemenliğin meşruiyet arama tekniğinin adı da belli; kendi bakışlarının meşruluğunu baktığı yerde değil, yine kendi bakışlarında arayan bir irade. İrade ise, potansiyel bir enerji. Potansiyel enerjinin harekete geçmesi için bir dış-neden gerekli ancak, egemen irade de bu da gereksiz. Egemen iradenin, potansiyel enerjisinin harekete geçmesi için bir ‘iç-fikir’ yeterli. Ya da Leon Duguit’in, William James’den ödünç aldığı bir ifadeyle, bu irade; “ideo-matris bir enerji.” Kısaca tanımlamak gerekirse; “ulaşılacak belli bir hedef fikrinin özneyi eyleme geçmeye, bir iradi eylemi gerçekleştirmeye, etkinliğini harekete geçirmeye yönlendirdiği ana kadar potansiyel durumda kalan bir enerji.” Bu enerjinin açığa çıkmasının yegane koşulunun adını da William James koydu; “hareket imgesi.” Yani, belli bir sonuca ulaşma fikri, iç-fikir.

Toplumdaki bireylerin her birinin gözlerinde ışıldayan da, işte bu; ideo-matris enerji. Egemenliğin anlamı da bu; bu enerjiyi her göze yansıtabilmek. Yurttaş olmanın koşulu da bu; iktidarın ulaşamadığı yerlerde, yokluğunu aratmamak. Anormali norma dahil etmeye zorlayan, aksi takdirde dışlayan bakış; anormali toplumun boşluğu olarak algılayıp o boşluğu doldurmaya çalışan bakış; boşluğun bütün toplumu içene çekeceği endişesiyle bakan bakış; anormale ahlaki bir enkaza bakar gibi bakan bakış; anormalliğin keyfiliğine ikna olmuş asabi bakış...Bu normalleştirici, doldurucu, endişeli, yapıcı, sinirli bakış biz, özgürlüğün otoritesiz olamayacağına inanan iyi yurttaşlar olarak hepimizde var.

İktidarın tek aracı bireylerin gözleri değil, o aynı zamanda bir dil denetçisi. Söylem teftişi. Aldous Huxley, yoga temeli üzerine inşa edilmiş bir toplum ak-ütopyası olan Ada’sında, Büyük Raca’ya ‘Gerçeklerin gerçekliği ve gerçekler konusunda akılcılıkla neler yapılabileceği üzerine notlar’ başlığı altında şunları söyletiyordu; “Yahya haklıydı. Dile gelmemiş evrende Söz yalnızca Tanrı’ya ait olmakla kalmıyordu, söz Tanrı’ydı. Söz inanılacak, bir şeydi. Tanrı yansıtılmış bir simge, tanımlanmış bir addır. Tanrı = ‘Tanrı.’ İnan ve inanç çok farklı kavramlardır. İnanç çözümlenmemiş sözlerin sistemli olarak önemsenmesidir.” Büyük Raca hemen ardından, ‘inan’ın ise bu denli önemsenmeyeceğini vurguluyor ve “Tanrım” diye yalvarıyordu, “bize inan bağışla ve bizi inançtan sakın.”

Dile gelmiş evrende de Söz yalnızca iktidara ait olmakla kalmıyor, söz iktidar oluyor. İktidarın göze ışıyıp, dile geldiği bir dünyada da onu tanımlamak, eşitini bulmak gittikçe zorlaşıyor ve bu zorluk her şeyden önce iktidarın işini kolaylaştırıyor.
Dile gelen iktidar, bütün kör noktalara bakmamızı olanaklı kılan gözde ışıyan iktidardan farklı olarak, insan dilini sınırlar ve bireyin diline sadece belli sözcüklerden belli cümlelerin kurulabileceği bir mönü hazırlar. Bu mönü zaman zaman değişse de tat hemen hemen aynı kalır. Belli bir zaman-mekanda vuku bulmuş vakıaya dair yapılacak yorumlar sınırlıdır. Kurulabilecek cümlelerin sayısını, kısıtlı sayıda sözcük belirler. Bu kısıtlı sayıdaki cümlelerin arasına kimi zaman, zararsız muhalif cümlelerin de dahil olması sorun teşkil etmez. Böylece ortaya, salınım alanı iktidar tarafından belirlenmiş bir fikir sarkacı çıkar ki, biz buna kamuoyu deriz.

Aldous Huxley’in tek ütopyası Ada isimli ak-ütopya değil. Bir de, Cesur Yeni Dünya isimli kara-ütopyası var. Kara-ütopyanın bir yerinde, LONDRA MERKEZ KULUÇKA VE ŞARTLANDIRMA MERKEZİ’nin müdürü Mr. Foster, “Bu da,” diyordu, “mutluluk ve erdemin sırrıdır -yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.” Cesur Yeni Dünya’da insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirme şartlandırmasına bir örnek, hayatları boyunca havada asılı vaziyette duran bir füzenin dışında tamir yapması için üretilen, 225 adet füze mühendisi grubunun, henüz embriyo halindeyken şartlandırılmaya başlanmasıydı. 225 adet füze mühendisi embriyosunun içinde bulunduğu kap, özel bir mekanizma tarafından sürekli döndürülürken, Mr. Foster herkesin merakını gidermişti; “Denge hislerini geliştirmek için. Havada duran bir füzenin dışında tamir yapmak öyle her babayiğidin harcı değildir. Yarı yarıya aç kalsınlar diye dik durduklarında dolaşımlarını yavaşlatıyoruz ve baş aşağı kaldıklarında yapay kan akışını iki katına çıkarıyoruz. Böylece baş aşağı kalmanın iyi olmak anlamına geldiğini öğreniyorlar; aslında sadece başlarının üzerinde dikilirken mutlu olabiliyorlar.”

‘İnsanın yazgısı iki yetisi üzerine kuruludur; dili ya da söylemi, baktığı ya da algıladığı’ gibi bir fenomenoloji üretilebilirdi bu noktada ama, insanın bakışının ve dilinin bile denetlenip şartlandırıldığı bir zamanda işlemeyecek bir felsefi disiplin olurdu. Nıetzsche, ‘amor fati’ demişti; ‘yazgını seveceksin’. Ama ne yazık ki, yazgının bile şartlandırılabildiği zamanları yaşamamıştı Nıetzsche. Böyle Buyurdu Zerdüşt’de, “İnsan aşılması gereken bir şeydir.” diye söyletmişti Nıetzsche, Zarathustra’ya. İnsan denen varlığı aşmak da, bu şartlandırmadan kurtulmakla olanaklı, yani bir parça tutarsız olmak pahasına denilebilir ki; Nıetzsche hala haklı. İnsan bazen, farklı kulvarlara savrulur, bir şeylere inanabilmek için. Ben de Nıetzsche’nin, her yazgının ilahi olmadığına inandığına inanıyorum. Çünkü Nıetzsche, ‘amor fati’ dememeliydi; Zarathustra aşmaya çalışmamalıydı insanı, aksi takdirde. Çünkü Huxley’in kara ütopyası Cesur Yeni Dünya’da, insanlar üremiyordu; üretiliyordu insanlar, belli bir yazgı için. Huxley takdir edilmelidir; bir gün böyle bir kara-ütopyanın yaşanabileceği ihtimalini insanlığa sunduğu için; Nıetzsche takdir edilmelidir, bir yazgının hangi koşullarda sevilebileceğini öğrettiği için.

Antigone, babası Oidipus’u, ‘Bir gün babasını öldürüp, öz annesiyle evlenecek’ şeklindeki yazgısıyla baş başa bırakmamış, babası Oidipusun, Thebai’den kovulup ölümüne kadar yanında olmuştu; bir yazgıya, sonuna kadar eşlik etmenin anlamını kavrayabilmiş tek şahıstı Antigone.

Oidipus babasını öldürüp annesiyle evlenmiş ve en sonunda neye yenildiğini anlamıştı; bilinmeyen bir yazgıya. Bu yazgıyla Thebai halkı da yenilmiş ve Oidipus, kendisine mi, yoksa Thebai halkına acıdığından mı bilmiyorum, gözlerini kör etmişti.

Henry Bauchau’ya göre, Klios boyadığı ilk vazoyu Oidipus’a göstermiş ve Oidipus, “Güzel.” demişti. Oidipus, “Güzel”in arkasından başka bir cümle kurmayınca, “O kadar mı?” diye bağırmıştı, Klios. Ama bazen Oidipus, Klios’un boyadığı vazoların üstünde ellerini uzun süre gezdirmiş ve gülümsemiş ve Klios bu tip durumlarda o vazoyu kırmamış ve onu saklamıştı. “Böylelikle,” demişti bir gün Klios, “Oidipus ne boyadığımı hiç görmeden, beni ressam yaptı.”

Tragedyaların trajik kahramanları ne zaman bilmedikleri bir yazgıya yenilseler, iki tür yetisini kaybederler; ilkin göremezler, sonra söyleyemezler ve Trajik kahramanlar, ‘Daha ben ne yapayım?’ diye soracak duruma geldikleri vakit iki tür seçenekle karşı karşıya kalırlar; bırakıp gitmek ya da yoluna devam etmek. Ya da artık göremeyip söylenemediğinde bir yazgının sonuna gelinmiş demektir. ‘Amor fati’den ‘nefret edilesi yazgı’ya da böyle gidilir. Her iktidarın ısrarla vurguladığı mantık da şudur; yazgısını sevmeyen, ona yenilir.