Anayasa Hukukçusu Bakır Çağlar, 5 Eylül 2003
Cuma günlü Bizim Gazete’de yayınlanan “ ‘Big brother is watching
you’ MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliği Üzerine” isimli makalesine,
“ Tartışılmaz ‘Tek Doğru’ya başkaldıran Antigone ve tek doğruyu
her mekanda insana dayatan ‘Big Brother’ ikilemi...” diye başlamıştı.
“Yalan durumu idare eder ya da kotarır, hakikat dayatır.” diye devam
etmemişti bereket versin, böylece bunu söylemek de bana kaldı. Belçikalı
romancı, şair ve oyun yazarı Henry Bauchau, Antigone isimli romanında,
Antigone’un ‘Tek Doğru’ya karşı savaşını, Antigone’un dilinden,
şu cümlelerle özetlemişti; “Yeni olanın gücü ve gençliği üstün geliyor,
doğan güneş canavarı püskürttü ve yeni bir ışık alanı açtı. Onu
ne kovdu ne de yendi, kendi de yanmadan yapamazdı bunu, Python da
artık öç almayı umut edemez. Savaşçı ateş onları yaktı, aynı zamanda
değiştirdi de. Burada ve Delphoi’de birlikte yaşamak ve biricik
ve çoğul olan kelamın yankılanmasına izin vermek zorundalar.”
Fiziksel tahakkümün maliyetini karşılamakta
güçlük çeken iktidar, aynı tahakkümü bireylerin gözlerine, dillerine,
ruhlarına ve bedenlerine kazıyarak hükümranlığının maliyetini
düşürmenin yollarını arar. Basit bir iktisadi akıl yürütmeyle
denilebilir ki; tahakküm altına alınacak bireylerin sayısındaki
artış hükümranlığın birim maliyetini de arttıracaktır. Bu durumda,
hükümranlığın maliyetini düşürecek ucuz teknolojinin adı ise,
ideoloji. Basit bir Althusserci mantıkla ideoloji, bireyleri kıçlarına
birer inzibat yapıştırmasına gerek kalmadan, “kendi başlarına
eyler” kılan bir siyasal teknoloji.
“Kendi başlarına eyler” kılmanın bir başka boyutu
da “bireyler-arası eyleyebilirlik” olmalı. Bunun için de, bireylerin
zihinlerindeki tahakküm ve onları “kendi başlarına eyler” kılmanın
bir yolu olarak ideoloji yetmez. Bireylerin, birbirlerini de disipline
etmesini sağlayacak yeni bir teknoloji gereklidir. İşte bu yeni
teknolojinin ışığı her şeyden önce bireylerin gözlerine yansır.
Michel Foucault, İktidarın Gözü adlı söyleşisinde, kendi kendine,
“Gerçekten de, birçok devrimciyi harekete geçirmiş olan Rousseaucu
düş neydi?” diye soruyor ve ardından da şu cevabı veriyordu; “Her
bir parçasında hem görünür, hem de okunur olan şeffaf bir toplum
düşü; karanlık hiçbir bölge, kraliyet iktidarına özgü ayrıcalıklar
ya da herhangi bir topluluğun imtiyazları, hatta düzensizlik tarafından
düzene konmuş bölge kalmasın diye; herkes, bulunduğu noktadan
tüm toplumu görebilsin diye; kalpler birbiriyle ilişki kurabilsin
diye, bakışlar engelle karşılaşmasın diye, kamuoyu hakimiyeti
kurulsun diye, her bir kişinin her bir başkası hakkındaki görüşü
hüküm sürsün diye.”
Bugün bu Rousseaucu düş fazlasıyla gerçekleşti.
“İktidarın gözü” daha iyi görmekle kalmadı, aynı zamanda hem bakışlarını
daha da keskinleştirdi hem de toplum içindeki her bireye bir çift
göz emanet etti; İktidarın bakışının ulaşamadığı yerler bu gönüllü
gözler tarafından denetlensin, iktidarın binlerce gözü olsun,
hükümranlık mekanında kör nokta kalmasın ve insanlık bu Rousseaucu
düşten hiç uyanmasın diye.
Paul Eluard, Ne plus partager adlı şiirinin
bir dizesinde, “L’espace a la forme de mes regards” ( “Boşluk
Bakışlarımın Biçimini Taşıyor” ) demiş, Hubert Reeves ise bu dizeden
esinlenerek kitabına, “ L’espace prend la form de mon regard”
(Boşluk Bakışımın Biçimini Alıyor”) adını vermişti. Eluard ve
Reeves’in lirizmini bir süreliğine rafa kaldırıp otoritenin realizmi
ile yüzleştiğimizde, iktidar da her dizesinde, “Boşluk Bakışlarımla
Doluyor” der gibidir.
İktidarın boşluğu bile dolduran bakışlarının
sözele dökülen anlamı ‘hakikat’tır ve hakikat farklılığa tahammülün
sınırını oluşturur. Alain Bodiou, Etik’te, “Farklılıklara karşı
kayıtsız olan tek şey, bir hakikattir.” derken haklıydı. İktidarın
boşluktan hazzetmemesinin nedeni de buydu; hakikat yokluğu. Düzensizliği
bir çift gözle düzene koyma tekniğinin adı da; egemen bakış. Böylesi
bir egemenliğin meşruiyet arama tekniğinin adı da belli; kendi
bakışlarının meşruluğunu baktığı yerde değil, yine kendi bakışlarında
arayan bir irade. İrade ise, potansiyel bir enerji. Potansiyel
enerjinin harekete geçmesi için bir dış-neden gerekli ancak, egemen
irade de bu da gereksiz. Egemen iradenin, potansiyel enerjisinin
harekete geçmesi için bir ‘iç-fikir’ yeterli. Ya da Leon Duguit’in,
William James’den ödünç aldığı bir ifadeyle, bu irade; “ideo-matris
bir enerji.” Kısaca tanımlamak gerekirse; “ulaşılacak belli bir
hedef fikrinin özneyi eyleme geçmeye, bir iradi eylemi gerçekleştirmeye,
etkinliğini harekete geçirmeye yönlendirdiği ana kadar potansiyel
durumda kalan bir enerji.” Bu enerjinin açığa çıkmasının yegane
koşulunun adını da William James koydu; “hareket imgesi.” Yani,
belli bir sonuca ulaşma fikri, iç-fikir.
Toplumdaki bireylerin her birinin gözlerinde
ışıldayan da, işte bu; ideo-matris enerji. Egemenliğin anlamı
da bu; bu enerjiyi her göze yansıtabilmek. Yurttaş olmanın koşulu
da bu; iktidarın ulaşamadığı yerlerde, yokluğunu aratmamak. Anormali
norma dahil etmeye zorlayan, aksi takdirde dışlayan bakış; anormali
toplumun boşluğu olarak algılayıp o boşluğu doldurmaya çalışan
bakış; boşluğun bütün toplumu içene çekeceği endişesiyle bakan
bakış; anormale ahlaki bir enkaza bakar gibi bakan bakış; anormalliğin
keyfiliğine ikna olmuş asabi bakış...Bu normalleştirici, doldurucu,
endişeli, yapıcı, sinirli bakış biz, özgürlüğün otoritesiz olamayacağına
inanan iyi yurttaşlar olarak hepimizde var.
İktidarın tek aracı bireylerin gözleri değil,
o aynı zamanda bir dil denetçisi. Söylem teftişi. Aldous Huxley,
yoga temeli üzerine inşa edilmiş bir toplum ak-ütopyası olan Ada’sında,
Büyük Raca’ya ‘Gerçeklerin gerçekliği ve gerçekler konusunda akılcılıkla
neler yapılabileceği üzerine notlar’ başlığı altında şunları söyletiyordu;
“Yahya haklıydı. Dile gelmemiş evrende Söz yalnızca Tanrı’ya ait
olmakla kalmıyordu, söz Tanrı’ydı. Söz inanılacak, bir şeydi.
Tanrı yansıtılmış bir simge, tanımlanmış bir addır. Tanrı = ‘Tanrı.’
İnan ve inanç çok farklı kavramlardır. İnanç çözümlenmemiş sözlerin
sistemli olarak önemsenmesidir.” Büyük Raca hemen ardından, ‘inan’ın
ise bu denli önemsenmeyeceğini vurguluyor ve “Tanrım” diye yalvarıyordu,
“bize inan bağışla ve bizi inançtan sakın.”
Dile gelmiş evrende de Söz yalnızca iktidara
ait olmakla kalmıyor, söz iktidar oluyor. İktidarın göze ışıyıp,
dile geldiği bir dünyada da onu tanımlamak, eşitini bulmak gittikçe
zorlaşıyor ve bu zorluk her şeyden önce iktidarın işini kolaylaştırıyor.
Dile gelen iktidar, bütün kör noktalara bakmamızı olanaklı kılan
gözde ışıyan iktidardan farklı olarak, insan dilini sınırlar ve
bireyin diline sadece belli sözcüklerden belli cümlelerin kurulabileceği
bir mönü hazırlar. Bu mönü zaman zaman değişse de tat hemen hemen
aynı kalır. Belli bir zaman-mekanda vuku bulmuş vakıaya dair yapılacak
yorumlar sınırlıdır. Kurulabilecek cümlelerin sayısını, kısıtlı
sayıda sözcük belirler. Bu kısıtlı sayıdaki cümlelerin arasına
kimi zaman, zararsız muhalif cümlelerin de dahil olması sorun
teşkil etmez. Böylece ortaya, salınım alanı iktidar tarafından
belirlenmiş bir fikir sarkacı çıkar ki, biz buna kamuoyu deriz.
Aldous Huxley’in tek ütopyası Ada isimli ak-ütopya
değil. Bir de, Cesur Yeni Dünya isimli kara-ütopyası var. Kara-ütopyanın
bir yerinde, LONDRA MERKEZ KULUÇKA VE ŞARTLANDIRMA MERKEZİ’nin
müdürü Mr. Foster, “Bu da,” diyordu, “mutluluk ve erdemin sırrıdır
-yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı
budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.”
Cesur Yeni Dünya’da insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını
sevdirme şartlandırmasına bir örnek, hayatları boyunca havada
asılı vaziyette duran bir füzenin dışında tamir yapması için üretilen,
225 adet füze mühendisi grubunun, henüz embriyo halindeyken şartlandırılmaya
başlanmasıydı. 225 adet füze mühendisi embriyosunun içinde bulunduğu
kap, özel bir mekanizma tarafından sürekli döndürülürken, Mr.
Foster herkesin merakını gidermişti; “Denge hislerini geliştirmek
için. Havada duran bir füzenin dışında tamir yapmak öyle her babayiğidin
harcı değildir. Yarı yarıya aç kalsınlar diye dik durduklarında
dolaşımlarını yavaşlatıyoruz ve baş aşağı kaldıklarında yapay
kan akışını iki katına çıkarıyoruz. Böylece baş aşağı kalmanın
iyi olmak anlamına geldiğini öğreniyorlar; aslında sadece başlarının
üzerinde dikilirken mutlu olabiliyorlar.”
‘İnsanın yazgısı iki yetisi üzerine kuruludur;
dili ya da söylemi, baktığı ya da algıladığı’ gibi bir fenomenoloji
üretilebilirdi bu noktada ama, insanın bakışının ve dilinin bile
denetlenip şartlandırıldığı bir zamanda işlemeyecek bir felsefi
disiplin olurdu. Nıetzsche, ‘amor fati’ demişti; ‘yazgını seveceksin’.
Ama ne yazık ki, yazgının bile şartlandırılabildiği zamanları
yaşamamıştı Nıetzsche. Böyle Buyurdu Zerdüşt’de, “İnsan aşılması
gereken bir şeydir.” diye söyletmişti Nıetzsche, Zarathustra’ya.
İnsan denen varlığı aşmak da, bu şartlandırmadan kurtulmakla olanaklı,
yani bir parça tutarsız olmak pahasına denilebilir ki; Nıetzsche
hala haklı. İnsan bazen, farklı kulvarlara savrulur, bir şeylere
inanabilmek için. Ben de Nıetzsche’nin, her yazgının ilahi olmadığına
inandığına inanıyorum. Çünkü Nıetzsche, ‘amor fati’ dememeliydi;
Zarathustra aşmaya çalışmamalıydı insanı, aksi takdirde. Çünkü
Huxley’in kara ütopyası Cesur Yeni Dünya’da, insanlar üremiyordu;
üretiliyordu insanlar, belli bir yazgı için. Huxley takdir edilmelidir;
bir gün böyle bir kara-ütopyanın yaşanabileceği ihtimalini insanlığa
sunduğu için; Nıetzsche takdir edilmelidir, bir yazgının hangi
koşullarda sevilebileceğini öğrettiği için.
Antigone, babası Oidipus’u, ‘Bir gün babasını
öldürüp, öz annesiyle evlenecek’ şeklindeki yazgısıyla baş başa
bırakmamış, babası Oidipusun, Thebai’den kovulup ölümüne kadar
yanında olmuştu; bir yazgıya, sonuna kadar eşlik etmenin anlamını
kavrayabilmiş tek şahıstı Antigone.
Oidipus babasını öldürüp annesiyle evlenmiş
ve en sonunda neye yenildiğini anlamıştı; bilinmeyen bir yazgıya.
Bu yazgıyla Thebai halkı da yenilmiş ve Oidipus, kendisine mi,
yoksa Thebai halkına acıdığından mı bilmiyorum, gözlerini kör
etmişti.
Henry Bauchau’ya göre, Klios boyadığı ilk vazoyu Oidipus’a göstermiş
ve Oidipus, “Güzel.” demişti. Oidipus, “Güzel”in arkasından başka
bir cümle kurmayınca, “O kadar mı?” diye bağırmıştı, Klios. Ama
bazen Oidipus, Klios’un boyadığı vazoların üstünde ellerini uzun
süre gezdirmiş ve gülümsemiş ve Klios bu tip durumlarda o vazoyu
kırmamış ve onu saklamıştı. “Böylelikle,” demişti bir gün Klios,
“Oidipus ne boyadığımı hiç görmeden, beni ressam yaptı.”
Tragedyaların trajik kahramanları ne zaman
bilmedikleri bir yazgıya yenilseler, iki tür yetisini kaybederler;
ilkin göremezler, sonra söyleyemezler ve Trajik kahramanlar, ‘Daha
ben ne yapayım?’ diye soracak duruma geldikleri vakit iki tür
seçenekle karşı karşıya kalırlar; bırakıp gitmek ya da yoluna
devam etmek. Ya da artık göremeyip söylenemediğinde bir yazgının
sonuna gelinmiş demektir. ‘Amor fati’den ‘nefret edilesi yazgı’ya
da böyle gidilir. Her iktidarın ısrarla vurguladığı mantık da
şudur; yazgısını sevmeyen, ona yenilir.