RENGİN VE BOŞLUĞUN
KÖPRÜSÜNDE BİR RESSAM: FERİHA TUĞRAN Mehmet
Kazım
Ressam
ve resmi hakkında yazmak, resmin sağaltan evreniyle yazının dip
yolculuğu sevdasını buluşturmak; hiç de kolay bir iş değil doğrusu.
Plastik öğelerin görünenin ötesindeki katmanlarını dikine katedebilmek
ve bunu yazıya aktarabilmek, hiç kuşkusuz o resimleri okumakla,
okuyabilmekle olası; ancak bu okumaların bağımsız birer yolculuk
olduğunu ve her yolculuğun o coğrafyanın algı çerçevesinde görülebilen
bir yeri olduğunu unutmadan...
Feriha
Tuğran’ın resim serüvenine retrospektif açıdan tümel olarak baktığımda,
onca değişime karşın değişmeyen bir öncelik görüyorum: Renk. Onu
bir renk tutkunu olarak nitelemek yanlış olmaz sanırım. Resminin
ilk aşamalarında egemen olan soyut dışavurumculuktan bugüne kadar
rengin, resmindeki belirleyici niteliği hiç değişmemiştir. Her zaman
rengi, resme şiirsel bir yapı havası veren bir derinlik aracı olarak
kullanmasının yanısıra girift
bir dokusallık olarak da kullanmayı
seçiyor. Resminde sürekli zamansal, mekansal bir hareketlilik duygusu
yaratan renklerini, sanki imgeleminde yarattığı, tinsel, çağrışımcı
ve zengin bir spektrumdan, tuvaline aktarmaktadır sanatçı. Rengi
paletinde oluştururken, bilgiden çok imgeleme yaslanması, güçlü
renk kullanımına karşı bir kendiliğindenlik yaratmaktadır resminde
ki, Mehmet Ergüven’in çok doğru saptadığı üzere “sahicilik” sağlanmaktadır
bu nedenle.
Feriha Tuğran’ın resmine ancak kuşbakışı bakıldığında
yakalanabilecek, çok önemli bir başka özelliği var ki, belki de
ressamın yapıtlarına girebilmek, kilidini açabilmek için aranan
anahtar olabilir. Tamamıyla soyut denebilecek resimlerinden, bugün
naif figürlerin cirit attığı resimlerine kadar sanatçı, yapıtlarını
hep aynı köprüde oluşturmuştur. Bu köprü bir ucunda soyut, dışavurumcu,
bir ucunda da somut, figüratif resim anlayışının yer aldığı bir
uçuruma gerilmiştir adeta. Önceki resimlerinde leke ya da belli
belirsiz algılanabilen figürlerin yerini şimdi belirgin figürler
almış, ancak lekeler ve renkler belirsizlikler yaratarak resmi soyuta
doğru çekmeyi sürdürmüşlerdir. Tuvaldeki boşluğun önce renk ve lekelerle
kapatılması, sonra baskın figürlerin ortaya çıkışı bir dengesizlik
tehlikesi taşısa da, dengenin sağlandığı ama boşluğun hep hissedildiği
bir resim anlayışıdır söz konusu olan. Dengesizlikten doğan bir
denge yaratımı olduğunu söyleyeceğim bu durumu da göz önüne alarak,
Feriha Tuğran’ın bugünkü resimlerini okumayı denemek istiyorum;
denemek sözcüğünün altını çizerek.
Sanatçılar çoğu kez dönemsel olarak belli izlekleri
sürdürürler. İzleklerinin çağrışımlarını, yansımalarını görürüz
yapıtlarında. Ancak Feriha Tuğran’ın son dönem resimlerinin tamamının
bir yapıt olduğunu ve bu yapıta bütünsel bakmak gerektiğini saptamak
yanlış olmaz sanırım. Sanatçının son resimlerinde plastik öğeler,
bir metin anlatım aracına dönüşmüştür sanki. Yorucu bir dönemin
ardından dinlenmiş, tortuları dibe çökmüş bir resmin karşısında
olduğumu sanıyorum. Bu kanıya varmamın en başat nedeni, figürlerin
aynılığı: Küçük kızlar, küçük kız niteliğini yitirmemiş kadınlar,
(ki yüzlerinin, ifadelerinin çok benzer oluşu, zihnimde ressamın
kendisi olduğu sanısını uyandırıyor) masum hayvanlar, bisikletler,
bebek arabaları... Bütün resimlerde varlığını sürdüren bu figürler,
büyük bir yapıtın, tüm resimlerden oluşan asıl resmin puzzle parçacıkları
gibi görünüyorlar. Burhan Uygur’un zaman zaman sıçradığı o yere,
gelip yerleşmiş bir hali var Feriha Tuğran’ın: Varoluş acısının,
yalnızlık korkusunun, kırılganlığın içinden yürüyerek ulaşılmaya
çalışılan naif, arınmış, feneralayı bir dünya özleminin resmi.
Resimlerdeki çocuksu kadınların, küçük kızların
ellerinden birşeyleri alınıvermiş gibidir. Belki de bu nedenle olgunlaşmış,
daha doğrusu olgunlaşmak zorunda kalmış, ama hayattan hep alacaklı
oldukları bir çocukluk dönemi olduğu izlenimi vermektedirler. Daha
dikkatli bakıldığında görülecektir ki, o ağırbaşlı, uysal görünüşün
altında oyuncu biri vardır hep; iri gözleriyle resmin içinden dış
dünyaya bakarken, izleyeni oyunun bir parçası haline getirmek için
fırsat kollamaktadır sanki. Ressamın bu resimlerin içinden adeta
fışkıran tinsel varlığı, yukarıda andığım feneralayının hınzır elebaşısı
olduğunu duyumsatıyor bana ister istemez.
Feriha Tuğran’ın resimlerinde artık kadim bir
olgu haline gelen ve varlığını sürdüren hayvan figürlerinin de anlamsal
bir açılımı var kuşkusuz. Bu figürler temsil ettikleri hayvanın
ötesinde birer fetiş ya da totem niteliği taşıyan varlıklardır.
Daha derinlemesine baktığımda bu fetişlerin, görünenin ötesinde
bir hali, bir öte-insan halini temsil ettiklerini, imge, simge oluşturduklarını
seziyorum. Tıpkı Kafka’da olduğu gibi metaforik özelliklerle insan
hallerini anlatan hayvanlardır bunlar. Son resimlerde bana çarpıcı
gelen bir durum var: Geçmişteki resimlerde zaman zaman tekinsiz
görünen bu figürler, artık tümüyle masum görünmektedirler. Önemli
bir ipucu yakaladığım düşüncesiyle bir saptama yapıyorum burada;
daha doğrusu bu resimler için bir tez oluşturuyorum: Gerçek yaşam
bu kadar masum, naif, arınmış olamayacağına göre bir düş resmedilmeye
çalışılmaktadır. Feriha Tuğran’ın düşlediği, kurduğu, belki de kaçtığı
kişisel ütopyasıdır gördüklerimiz. Böyle düşündüğümde yukarıda sözünü
ettiğim puzzle parçacıkları yerine oturuyor birer ikişer. Vardığım
bu noktadan yola çıkarak cesur bir adım daha atıyor ve zihnimdeki
ikilemi soruya çeviriyorum: Neden bir büyük düşü parça parça resmetmektedir
ressam? Sürekli kırıldığı, parçalandığı, ait olmadığı, sahip de
olmadığı verili hayatın içinden kaçıp, yarattığı, düşlemini kurduğu
bir ütopyaya mı yol almaya çalışıyor; yoksa ulaştığı bir yeri mi
gösteriyor bize? Bunu sanatçının kendisi dışında bilmek, dahası
kendisinin bile bilebilmesi çok tartışılır bir durum değil midir?
Üstelik bilmek değildir sanatın işi, sezmek, sezdirmektir. Bu durumu
sanatçının imgeleminden çıkan imgenin, izleyende başka bir imgeye
dönüşebileceği bilinciyle kavrayarak algılıyorum.
Bir resme, ressama çözümleyici yaklaşmak,
psikoterapik tuzaklar içeriyor elbette. Önünde sonunda bir sanat
yapıtını tümüyle çözümlemek, anlamak, okuyabilmek olası değildir
ve bu eylemlere her girişildiğinde farklı yerlere ulaştırır eylem
sahibini. Yaklaşımımın sanatçıyı ve yapıtını bir anlama denemesinden
ibaret olduğunun farkındayım. Bu farkındalıkla yaptığım yolculuğun
izleklerini aktarmaya çalıştım aslında. Feriha Tuğran’ın resimsel
izleklerine basarak oluşturmaya çalıştığım kendi izleklerim; bir
izcinin izinin sürülmesi değil midir sonuçta? Hem bir resmi anlamayı
denerken, kendimi de anlamayı denemiş olmuyor muyum?