SAYI 19 / 08 Kasım 2004

 

RENGİN VE BOŞLUĞUN KÖPRÜSÜNDE BİR RESSAM: FERİHA TUĞRAN

Mehmet Kazım


Ressam ve resmi hakkında yazmak, resmin sağaltan evreniyle yazının dip yolculuğu sevdasını buluşturmak; hiç de kolay bir iş değil doğrusu. Plastik öğelerin görünenin ötesindeki katmanlarını dikine katedebilmek ve bunu yazıya aktarabilmek, hiç kuşkusuz o resimleri okumakla, okuyabilmekle olası; ancak bu okumaların bağımsız birer yolculuk olduğunu ve her yolculuğun o coğrafyanın algı çerçevesinde görülebilen bir yeri olduğunu unutmadan...

Feriha Tuğran’ın resim serüvenine retrospektif açıdan tümel olarak baktığımda, onca değişime karşın değişmeyen bir öncelik görüyorum: Renk. Onu bir renk tutkunu olarak nitelemek yanlış olmaz sanırım. Resminin ilk aşamalarında egemen olan soyut dışavurumculuktan bugüne kadar rengin, resmindeki belirleyici niteliği hiç değişmemiştir. Her zaman rengi, resme şiirsel bir yapı havası veren bir derinlik aracı olarak kullanmasının yanısıra girift
bir dokusallık olarak da kullanmayı
seçiyor. Resminde sürekli zamansal, mekansal bir hareketlilik duygusu yaratan renklerini, sanki imgeleminde yarattığı, tinsel, çağrışımcı ve zengin bir spektrumdan, tuvaline aktarmaktadır sanatçı. Rengi paletinde oluştururken, bilgiden çok imgeleme yaslanması, güçlü renk kullanımına karşı bir kendiliğindenlik yaratmaktadır resminde ki, Mehmet Ergüven’in çok doğru saptadığı üzere “sahicilik” sağlanmaktadır bu nedenle.

Feriha Tuğran’ın resmine ancak kuşbakışı bakıldığında yakalanabilecek, çok önemli bir başka özelliği var ki, belki de ressamın yapıtlarına girebilmek, kilidini açabilmek için aranan anahtar olabilir. Tamamıyla soyut denebilecek resimlerinden, bugün naif figürlerin cirit attığı resimlerine kadar sanatçı, yapıtlarını hep aynı köprüde oluşturmuştur. Bu köprü bir ucunda soyut, dışavurumcu, bir ucunda da somut, figüratif resim anlayışının yer aldığı bir uçuruma gerilmiştir adeta. Önceki resimlerinde leke ya da belli belirsiz algılanabilen figürlerin yerini şimdi belirgin figürler almış, ancak lekeler ve renkler belirsizlikler yaratarak resmi soyuta doğru çekmeyi sürdürmüşlerdir. Tuvaldeki boşluğun önce renk ve lekelerle kapatılması, sonra baskın figürlerin ortaya çıkışı bir dengesizlik tehlikesi taşısa da, dengenin sağlandığı ama boşluğun hep hissedildiği bir resim anlayışıdır söz konusu olan. Dengesizlikten doğan bir denge yaratımı olduğunu söyleyeceğim bu durumu da göz önüne alarak, Feriha Tuğran’ın bugünkü resimlerini okumayı denemek istiyorum; denemek sözcüğünün altını çizerek.

Sanatçılar çoğu kez dönemsel olarak belli izlekleri sürdürürler. İzleklerinin çağrışımlarını, yansımalarını görürüz yapıtlarında. Ancak Feriha Tuğran’ın son dönem resimlerinin tamamının bir yapıt olduğunu ve bu yapıta bütünsel bakmak gerektiğini saptamak yanlış olmaz sanırım. Sanatçının son resimlerinde plastik öğeler, bir metin anlatım aracına dönüşmüştür sanki. Yorucu bir dönemin ardından dinlenmiş, tortuları dibe çökmüş bir resmin karşısında olduğumu sanıyorum. Bu kanıya varmamın en başat nedeni, figürlerin aynılığı: Küçük kızlar, küçük kız niteliğini yitirmemiş kadınlar, (ki yüzlerinin, ifadelerinin çok benzer oluşu, zihnimde ressamın kendisi olduğu sanısını uyandırıyor) masum hayvanlar, bisikletler, bebek arabaları... Bütün resimlerde varlığını sürdüren bu figürler, büyük bir yapıtın, tüm resimlerden oluşan asıl resmin puzzle parçacıkları gibi görünüyorlar. Burhan Uygur’un zaman zaman sıçradığı o yere, gelip yerleşmiş bir hali var Feriha Tuğran’ın: Varoluş acısının, yalnızlık korkusunun, kırılganlığın içinden yürüyerek ulaşılmaya çalışılan naif, arınmış, feneralayı bir dünya özleminin resmi.

Resimlerdeki çocuksu kadınların, küçük kızların ellerinden birşeyleri alınıvermiş gibidir. Belki de bu nedenle olgunlaşmış, daha doğrusu olgunlaşmak zorunda kalmış, ama hayattan hep alacaklı oldukları bir çocukluk dönemi olduğu izlenimi vermektedirler. Daha dikkatli bakıldığında görülecektir ki, o ağırbaşlı, uysal görünüşün altında oyuncu biri vardır hep; iri gözleriyle resmin içinden dış dünyaya bakarken, izleyeni oyunun bir parçası haline getirmek için fırsat kollamaktadır sanki. Ressamın bu resimlerin içinden adeta fışkıran tinsel varlığı, yukarıda andığım feneralayının hınzır elebaşısı olduğunu duyumsatıyor bana ister istemez.

Feriha Tuğran’ın resimlerinde artık kadim bir olgu haline gelen ve varlığını sürdüren hayvan figürlerinin de anlamsal bir açılımı var kuşkusuz. Bu figürler temsil ettikleri hayvanın ötesinde birer fetiş ya da totem niteliği taşıyan varlıklardır. Daha derinlemesine baktığımda bu fetişlerin, görünenin ötesinde bir hali, bir öte-insan halini temsil ettiklerini, imge, simge oluşturduklarını seziyorum. Tıpkı Kafka’da olduğu gibi metaforik özelliklerle insan hallerini anlatan hayvanlardır bunlar. Son resimlerde bana çarpıcı gelen bir durum var: Geçmişteki resimlerde zaman zaman tekinsiz görünen bu figürler, artık tümüyle masum görünmektedirler. Önemli bir ipucu yakaladığım düşüncesiyle bir saptama yapıyorum burada; daha doğrusu bu resimler için bir tez oluşturuyorum: Gerçek yaşam bu kadar masum, naif, arınmış olamayacağına göre bir düş resmedilmeye çalışılmaktadır. Feriha Tuğran’ın düşlediği, kurduğu, belki de kaçtığı kişisel ütopyasıdır gördüklerimiz. Böyle düşündüğümde yukarıda sözünü ettiğim puzzle parçacıkları yerine oturuyor birer ikişer. Vardığım bu noktadan yola çıkarak cesur bir adım daha atıyor ve zihnimdeki ikilemi soruya çeviriyorum: Neden bir büyük düşü parça parça resmetmektedir ressam? Sürekli kırıldığı, parçalandığı, ait olmadığı, sahip de olmadığı verili hayatın içinden kaçıp, yarattığı, düşlemini kurduğu bir ütopyaya mı yol almaya çalışıyor; yoksa ulaştığı bir yeri mi gösteriyor bize? Bunu sanatçının kendisi dışında bilmek, dahası kendisinin bile bilebilmesi çok tartışılır bir durum değil midir? Üstelik bilmek değildir sanatın işi, sezmek, sezdirmektir. Bu durumu sanatçının imgeleminden çıkan imgenin, izleyende başka bir imgeye dönüşebileceği bilinciyle kavrayarak algılıyorum.

Bir resme, ressama çözümleyici yaklaşmak, psikoterapik tuzaklar içeriyor elbette. Önünde sonunda bir sanat yapıtını tümüyle çözümlemek, anlamak, okuyabilmek olası değildir ve bu eylemlere her girişildiğinde farklı yerlere ulaştırır eylem sahibini. Yaklaşımımın sanatçıyı ve yapıtını bir anlama denemesinden ibaret olduğunun farkındayım. Bu farkındalıkla yaptığım yolculuğun izleklerini aktarmaya çalıştım aslında. Feriha Tuğran’ın resimsel izleklerine basarak oluşturmaya çalıştığım kendi izleklerim; bir izcinin izinin sürülmesi değil midir sonuçta? Hem bir resmi anlamayı denerken, kendimi de anlamayı denemiş olmuyor muyum?