SAYI 137 / NİSAN 2007

 

YANSISAL AÇIDAN TÜRK-YUNAN SORUNU




Dr. Ulaş Başar Gezgin*
ulas@teori.org





Yansıçözümleyim (psikanaliz), gündelik yaşamı açıklama çabasında bir işe yarayabilir mi? Sözgelimi, uluslararası çatışmaları yorumlaması olanaklı mıdır?

Yansıçözümleyim, aslına bakılırsa, ortaya çıkışından başlayarak, gündelik yaşamı çözümleme savını hep taşıdı. Ancak, kullanılan çözümleme araçlarının değişik yaşam alanlarına uyarlanması, zaman aldı. Çoğu akademik çevrelerde, yansıçözümleyimin bilimsel sayılmaması, onu gün geçtikçe anadalga dışına itti. Belki bundan olacak, ‘Vamık Volkan’ adı, Türkiyeli yansıbilimcilerin bilinmeyenler hanesinde…

Daha önce (1986) hazırladıkları, -yansısal açıdan- Atatürk’ün yaşam öyküsü ile, Amerika’da bir hayli tanınan Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz, 1994’te yayınlanan çalışmalarında, Türk Yunan ilişkilerini çözümlüyorlar. Tarihsel sürecin dengeli bir özetini sunarken, fırsat buldukça, yansıçözümleyimsel değinilerde bulunuyorlar.

Yansıçözümleyimin temel açmazı, bilişsel yansıbilimde, ‘“belliydi zaten” eğilimi' olarak adlandırılan durum olarak sergilenebilir: Birşeyler bir kez gerçekleştikten sonra, sanki o olayın gerçekleşmemesi, olanaksızmışçasına yorumlar yapılır. Volkan ve Itzkowitz’in Atatürk çözümlemesi de buna bir örnek. Babasını yedi yaşındayken yitirmesi, sürekli yas tutan bir anne ve yurdu geri almada ifadesini bulan anneyi kurtarma simgeselliği, sanki genç Mustafa’nın Mustafa Kemal Atatürk olmaması olanaksızmış gibi sunuluyor. Tarihsel bağlam, uluslararası güçler dengesi ve diğer toplumsal belirleyenler, gözden kaçıyor. Konunun özü şu ki, yansıçözümleyim, öngörme gücünden yoksun. Zaten, öngörme gücüne sahip olsaydı, istenilen türden bir yetişkini yaratmak için gerekli koşullar bilinebilirdi ve yaşam, bu koşullara göre belirlenirdi.

Yine de, Volkan ve İtzkowitz’in Türk-Yunan ilişkileri üzerine olan kitaplarında, gözü çarpan önemli saptamalar ve hatırlatmalar bulunuyor: Türk ve Yunan toplumlarının, öteki-yönelimli kültürlere yani dışarıdaki birşeylerin/birilerinin, kendilerini sürekli engellediğini düşünen bir anlayışa sahip olduklarını söylüyorlar. Bu durumu, -yansıçözümleyimcilerin sıklıkla yaptığı gibi- çocuk yetiştirme pratiklerine bağlıyorlar: Türkler de Yunanlar da, çocuklarını, çoklu analık düzeninde yetiştiriyorlar: Hanede, anneden başka, onun niyetine, nine, teyze, abla vb. olabiliyor ve çocuk, birinde kötü bir şeyler görse, ötekine gidiyor. Bu biçimde, insanların ve toplulukların hem iyi hem kötü yanları olabileceği düşüncesi yerine, her insanı/topluluğu ya hep iyi ya da hep kötü olarak görmeye başlıyorlar. Bu, insanların bilinçaltında yer ediyor ve iyilikleri kendilerine/kendi topluluklarına, kötülükleriyse ötekilere giydiriyorlar (s.216).

Yukarıdaki görüş, kurgusal gelebilir. Ama yansıçözümleyim içerisindeki birçok öğe için de olduğu gibi, bu görüşü de sınamak olanaklı: Dünyanın başka bölgelerindeki uluslararası çatışmalara bakılabilir: Bir yanın, tek anne düzeninde, öteki yanın, çoklu anne düzeninde olduğu çatışmalarda, ne tür süreçler işliyor? İki yanın da tek anne düzenine bağlı kaldığı çatışmalarda başka türden süreçler mi işliyor? Bu ve benzeri sorulara verilecek yanıtlar, ele alınan görüşün geçerliliğini belirleme noktasında yararlı olacak.

Şaşırtıcı bir nokta, İstanbul’un Türkler’ce alınmasından sonra, kimi Batılılar’ın, Türkler’in
Helen olduğunu öne sürmeleri (s. 38). Bu da, bu travmatik olayla başa çıkma yollarından biri. Aynı biçimde, Kıbrıs Türkleri, 1974 önceki, belli bölgelere hapsedildikleri, oralardan başka bölgelere geçemedikleri dönemde, muhabbet kuşlarına merak sarmışlar. Volkan ve İtzkowitz, Türkler’in, umarsızlıklarını, kuşların kafesteki acizliklerinde dışsallaştırdıklarını ileri sürüyor (ss. 142-3).

Ne yazık ki, yansıçözümleyimin siyasal duruşu, varolanı verili olarak kabul etmeye ve birşeyleri değiştirmek için kılını kıpırdatmamaya dayalı. İş böyle olunca, yansıçözümleyim, uluslararası çatışmalar ve Foucault’vari iktidar ilişkilerinin belirleyici olduğu diğer tüm toplumsal görüngüleri, “yenilen pehlivan, güreşe doymaz” tümcesinden görüyor. Yaşananları oldubittiye getiriyor, tarihsel olayları akılda tutmayı abartılı bir yas tutma töreni ve patolojiye indirgiyor. Böylece, yansıçözümleyimin normal insanı, belleksiz, kimliksiz, tarihsiz, öncesiz ve sonrasız bir ucubeye dönüşüyor. Geçmişi uzun uzun anmak, onunla meşgul olmak, yalnızca tarihçiler için normal sayılabilecek bir nitelik kazanıyor.

Yansıçözümleyim bataklığından sıyrılırsak, ulusal sorunlara, iki açıdan bakabiliriz: İlkinde, odağa, önceliği/sonralığı alırız ve şöyle bir tablo çıkar: Bir coğrafyada kim ilk önce varsa, orası onun yurdudur. Amerika’daki siyahlar ve beyazlar, Afrika ve Avrupa’ya dönmelidir. Amerika, Kızılderileri’ndir. Ancak, bu bakış açışı, ölü doğmuş bir bebektir: Ulusların ilkörnekleri diyebileceğimiz budunların (kavim), tarihin başında nerede oldukları belli değildir. Üstelik, insanlığın, -avustralo pitekus pekinensis olsun, Adem olsun- tek bir atadan geldiğini düşünüyorsak, o ata, uluslar ve budunlar üstü olacaktır. Ve bu noktada, tarihin başında, hiç bir budunun kendi coğrafyası, kendi yurdu olamayacaktır. Dolayısıyla, “Bilmem kimler burada ikibinbeşyüz yıldır var” demek, soruna, anlamlı bir katkıda bulunamaz.

Şimdi de, ikinci açıdan bakalım: Ulus kökenli sorunlar, ancak tüm ulusal sınırlar ortadan
kalktığında çözümlenecek. Ve böylece, uluslar ve budunlar öncesi, kısa, kirli, öte yandan türdeş çatışmasının daha az ve yalın olduğu doğal düzene yeniden döneceğiz: Erich Fromm’un düşlediği düzene: Kardeşlik düzenine: İnsanı insanlığa yabancılaştıran çalışma merkezli değil, kaynaşma-merkezli düzene… Doğaya dönülene dek, daha çok söz söylenecek, daha çok çatışma olacak.

Öte yandan, diyalektiğin ileri sürdüğü gibi, tarih, bir güçler arenası ise, kaba kuvvet kullananlar için, şiddet kullanmak hep meşru sayılacak. Bu da, çağcıl dünyanın açmazıdır. Kuveyt’e giren Irak’a, “giremezsin” demek için, çeşitli devletlerin çeşitli devletlere daha önce yaptıkları müdahaleleri de gözönünde bulundurmak gerekir. Uydu ülkelerden sömürdükleriyle semiren Avrupa’nın, kimseye haddini bildirmeye hakkı yoktur. Dünya siyasetinin temel ilkesi şu olmuştur: Güçlü olan, kazanır; hukuk, güçlü olanı izler, ona göre biçimlenir. İyi insanlar, bunun için, ülkeler ve tarihsellikler üstü bir hukuğa inanmak ve onun uygulayıcısı olmak durumundadır.

Gerçek şu ki, Türk-Yunan sorunu, çağcıl dünyada “münferit bir vaka” değildir. İnsanlar, uluslar ve tarihsellikler üstü kültürlerinden, ortak ilkgeçmişlerinden, kendilerinden ve doğadan uzaklaştıkları ölçüde, türiçi sorunlar yaşayacaktır. Durumu, çocuk yetiştirme pratikleriyle açıklamak olanaklı olmadığı gibi, dünya düzeninden, güç ilişkilerinden ve içiçe geçişmiş toplumsal süreçlerden soyutlamak da, hem bilimsel olmaz hem de bir tür akademicilik hastalığı sayılmalıdır.

Hepimizin atası bir. Bunu sıklıkla hatırlatmak gerekiyor.

 

 


>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz.