Teleoloji
sözcüğü Yunanca ‘telos’ ve ‘logos’ sözcüklerinin bileşiminden
meydana gelmiştir. Sözlük anlamı ‘amaçbilim’ olarak ifade edilebilir.
Aslında ‘telos’, bir olayın ya da eylemin sonucu, başka bir olayı
tetikleyecek olan etki alanıdır. Felsefede kullanımı antik Yunan
dönemine kadar gider. Plato, Timeus adlı yapıtında evrenin bir
anlamı olması gerektiğinden diyaloglar yoluyla söz eder ve konuşmaların
sonunda tek bir yaratıcının varlığı sonucuna varır. Plato’nun
vardığı sonucun doğu dinlerinden ne kadar etkilenmiş olabileceği
üzerinde çok bilgi sahibi olamasak bile Plato’nun, Akademi’yi
kurmadan önceki yaşamı, bize bu konuda ip uçları vermektedir.
Plato’nun öğrencisi olan Aristo ise, ‘Bu nedir?’, ‘Neden yapılmıştır?’,
‘Nasıl meydana gelmiştir?’ sorularına en son olarak ‘Ne için vardır?’
sorusunu ekleyerek aslında teleolojinin kendisinden yüzyıllar
sonra gelecek olan Hıristiyanlık dininde önemli bir yer almasını
sağlamıştır. Basit bir örnekle izah etmeye çalışırsak: Bu bir
fincandır, porselenden yapılmıştır, karmaşık bir takım yöntemler
eşliğinde konunun uzmanları tarafından fabrikada üretilmiştir
ve son olarak da içine sıcak ya da soğuk bir sıvı konulması için
yapılmıştır. Bu sonuncusu, yani fincanın varlık nedeninin içine
bir şeyler konacak olmasının, aynı zamanda fincanın şeklini de
etkilediği için, ayrı bir önemi vardır. Teleolojinin bir bilgi
kaynağı olarak karşımıza çıkmasının arkasında da aslında bu biçim
bir bilgilenme yöntemi gizlidir. Yani, fincanın dış görünüşüne,
rengine, fiziksel özelliklerine bakarak kullanım amacı, hatta
fincanı yapan ustanın kabiliyetleri üzerinde fikir yürütebilmek
teleolojik bir düşünme yöntemidir. Aristo’dan sonra Aziz Augustine
Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için öne sürdüğü ünlü beş yoldan
beşincisi olarak teleolojik kanıttan söz eder. Aziz Augustine’e
göre, Tanrı sadece her şeye gücü yeten (omni-potent) değil, aynı
zamanda hernşeyi bilendir (omni-scient). Bu ise Tanrı’nın akıldışı
bir eylemde bulunmasını –ya da bizim Tanrı hakkında öyle düşünmemizi-
kısıtlar. Sonuçta, Tanrı’nın rasyonel olması, teleolojik düşünceyi
olanaklı kılmaktadır. İslam düşünce tarihinde de teleolojik kanıtların
sıklıkla kullanıldıklarını görebiliriz. Bunlardan bir tane örnek
vermek gerekirse, yirminci yüzyılda yaşamış olan Said Nursi, Tabiat
Risalesi, Meyve Risalesi, Ayet-ül Kübra gibi pek çok yapıtında,
teleolojik kanıtları kullanmıştır.
Teleoloji, evrendeki tüm nesnelerin bir amacı olduğunu kabul eder ya da bunu gösteren kanıtları görmemizi sağlar. Tüm nesneler kendileri için biçilmiş bu amaçların dışında başka bir amaca hizmet etmemektedirler. Düzen ezeli ve ebedidir. Değişmez, bozulmaz, hata yapmaz bir sistem sürekli olarak işler haldedir. Örneğin, ozon tabakası vardır çünkü insanın yaşaması için güneşten gelen ışık parçacıklarının süzülmesi, insan sağlığına zararlı olan parçacıkların yeryüzüne ulaşmaması gerekmektedir. Aynı şekilde, havada oksijen vardır çünkü insan solunum sistemi ancak oksijenin varlığı ile anlam kazanır. Ve bu oksijenin atmosferdeki tüm gazlara oranı yaklaşık beşte birdir çünkü aksi takdirde yanıcı bir gaz olan oksijen en ufak bir aşırı ısınma sırasında yanmaya başlayacak, bu da yaşamı daha başlamadan bitirecektir. Bütün bu amaçları insanın hizmetine sunan bir yüce yaratıcının varlığı da bu noktadan sonra nitelik kazanır. Madem, evrende ince bir denge, hassas bir düzen vardır, o halde bu düzeni var eden, her şeyi şu anda olduğu gibi işleten bir sonsuz bilgi ve kuvvet sahibinin varlığı teleolojik Tanrı kanıtlamasının sonuç kısmını oluşturur. Fincan örneğine geri dönersek durum daha anlaşılır hale getirilebilir: Fincan, silindir şeklindedir ve tabanı vardır. Bu, fincanı yapan ustanın yerçekiminden haberdar olduğunu ve fincanın içine bir şey konulabileceğini gösterir. Ayrıca, sırtında bir kulpu vardır. Bu ise içine çok sıcak bir sıvı koyduğumuz zaman fincanı taşımamızı kolaylaştıracaktır. İçine konulan sıvı içilsin diye ağızlık kısmı yuvarlaklaştırılmış, dudaklara zarar vermemesi için özenle biçimlendirilmiştir. Bu da fincana konulan sıvının fincandan başka bir kaba aktarmadan doğrudan içilebileceğini gösterir. İşte, basit bir fincanda gözlemlenebilecek bu gibi özellikler bizi, ister istemez, bir fincan ustasını düşünmeye sevk eder! Çünkü ancak bizim gibi düşünebilen, bizim yaşadığımız dünyanın şartlarını –yerçekimini, sıcağın el yakacağını, kırık porselen parçalarının dudaklara zarar vereceğini- bilen bir usta yapabilir böylesine amacına uygun bir fincanı. Fincanın kendi kendine ya da doğanın diğer güçleri tarafından rastlantı sonucu meydana geldiğini de söyleyebiliriz ama bu seçenek, dinbilimcilere göre, işi yokuşa sürmektir. Fincan yapmayı bilen bir ustanın varlığını kabul etmek varken, olasılık hesaplarının zorlu yoluna gereksinim duymak, teleolojiyi inandıkları Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için kullanan insanlar tarafından, kısaca inatçılık olarak tanımlanır.
Teleolojik düşünme sistemi bütün varlığın amacına uygun bir şekilde hareket ettiğini hem kabul eder hem de bunu kanıtlamak için bilimsel bulguları kullanır. Batı uygarlığında son beşyüz yıla damgasını vuran bilimsel gelişmelerin dinbilimcilerin teleolojik kanıtlara daha çok sarılmasına yol açtığı da söylenebilir. Katı deterministik bir doğa anlayışına bağlanan bilim, evrende var olan tüm yasaları yürürlüğe koyan bir Tanrı’nın varlığını kabul etmekte zorlanmayacaktır. Kimi zaman Voltaire’de ve Newton’da görüldüğü gibi deizme kayan, kimi zaman Spinoza’da görüldüğü gibi panteizme sığınan Tanrı inancı, her iki yolda da bilimsel gelişmelere parallelik göstermektedir. Madem her şeyde bir amaç vardır, o halde, insanın elinin dokunmadığı, insanın deneyimlerinin ulaşamadığı noktalarda da aynı amaçlılık var olmalıdır. Bu amaca uygun olarak varlığı yöneten, onu evirip çeviren, insanın hizmetine sunan yüce yaratıcı, bütün bu yaptıklarını görmemiz ve kendisinin varlığını tanımamız için de bize akıl ve mantık vermiştir. Kıyaslayalım, düşünelim, gözlemleyelim, sonuç çıkaralım diye insana verilen bu değerli hazine aslında yine aynı amaca, Tanrı’yı bilme ve tanıma amacına hizmet etmek için vardır. Kur’an pek çok ayette, insanlara ‘Görmüyor musunuz göğü ve yeri muhteşem bir şekilde yaratan yüce varlığı?’ sorusunu sorar.
Teleolojik kanıtlamada klasik olarak bilinen bir örnek ‘Paley’in Saati’dir. Paley, 1802’de yayınlanan, “Doğal Dinbilim: Tanrı’nın Varlığına İlişkin Doğadan Toplanmış Örnekler” adlı kitabında, çölde gezerken bulunan bir saatten söz eder ve saatteki muhteşem düzenin çölde var olan rüzgar, kum, yağmur gibi etkenlerden ortaya çıkamayacağından dolayı bir saatçinin varlığını kabul etmekten başka bir çaremiz olmadığını söyler. Her ne kadar, Paley, çölün ortasındaki saatin ne işe yaradığını söylemese de çıkarımı doğrudur. Kayaların, kumların, yağmur damlalarının çok ötesinde, karmaşık bir mekanizması vardır saatin. Bu ise saati yapan bir saatçinin, gözle görmesek, saatin arkasında imzasını okuyamasak bile varlığını kanıtlar. Her ne kadar Paley, saat ile evren arasındaki analojiyi çok izah etmese de vermiş olduğu örnek teleoloji deyince akla gelen ve kendisinden sonra konu üzerinde düşünen pek çok düşünür tarafından kullanılan bir klasik halini almıştır. Paley, çölde saati bulan kişinin daha önce hayatında hiç saat görmemiş olmasının ya da saate muhtaç olmamasının sonucu değiştirmeyeceğine de değinir. Görülmesi gereken nokta, saatin karmaşık yapısı ve o karmaşıklığı karşılayan bir işlevi olmasıdır. Bu ise bir saatçinin zekasını gösterir. Paley, hatta saat dursa, zamanı yanlış gösterse, işlevini yerine getirmese bile saati bulan kişi saatçiyi inkar edemez diyor. Paley’e göre, saati bulan kişi, saatin tüm parçalarının işlevlerini anlamasa, kendince bazı parçaları gereksiz görse bile sonuç değişmeyecektir. Çünkü, saati bulan kişi, parçaların işlevi üzerinde akıl yürütememekle ancak saatçinin ne derece zeki olduğunu kanıtlamış olur.
Paley’in bu örneğinin pek çok benzerini günümüzde, din ve bilim arasında bir uzlaşma arayışı içersinde olan, ya da her türlü bilimsel yasayı Tanrı’nın varlığına kanıt olarak göstermek için kullanan dergilerde ve kitaplarda okuyabilir, benzer bir akıl yürütme sürecini rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Her ne kadar bu tür yayınlarda teleolojik kanıtlara getirilen felsefi eleştirileri okuyamasanız da aslında yüzyıllardan beri, felsefecilerin bu tür kanıtlara getirdikleri eleştiriler düşünce dünyasında ciddi bir yer işgal etmektedir. Paley’den 25 yıl önce (1779) Hume, “Doğal Din Üzerine Diyaloglar” adlı kitabını yayınlamış olsa da Paley, Hume’un düşüncelerinin hiçbirisini duymuş gibi görünmemektedir. Sonuçta, Hume Paley’in 25 yıl sonra yazacaklarına ciddi eleştiriler getirmiştir. Dinbilimciler ile felsefeciler arasındaki bu iletişim kopukluğu maalesef halen sürmektedir ve felsefe ile din arasındaki anlamsız kavgadan kaynaklanan bu kopukluğun daha uzun yıllar süreceği kesindir.
Gelecek yazıda, Hume’dan başlayıp, Darwin’e, oradan da Kuantum Mekaniğine uzanan çizgide, teleolojik Tanrı kanıtlarına getirilen genel eleştirileri inceleyip, bu eleştiriler eşliğinde bu yazıda değindiğim noktaların üzerinde tekrar durmaya çalışacağım.