Geçen yazıyı Marksizm, Positivizm gibi insanlığa kurtuluş vaad eden düşünsel sistemlerin din ile olan ortak noktasını anarak bitirmiştim. Bu yazıya da aralarındaki farkı anlatarak başlayayım. Marksizm ve Positivizm gibi bütüncül sistemlerin dinden ayrılan en büyük farkları kullandıkları dildir. Bütün diğer felsefi paradigmalarda olduğu gibi bu ikisi de ortaya attıkları görüşü bir takım tarihsel, sosyolojik, hatta doğal-bilimsel kaynaklara dayandırarak savunmak zorundadırlar. Kısaca, doğrulama ilkesi diyebileceğimiz bu nokta bilimsel düşüncenin temellerinden birisini oluşturur. Eğer Marks, bir gün gelip de dünyadaki tüm işçilerin birleşeceğini, sınıf ayrımının ortadan kalkacağını, insanların mülkiyetten mahrum bir dünyada huzura kavuşacağını söylüyorsa bunu doğrulaması, en azından yanlışlanmasına engel olması gerekmektedir. Gösterilen bir örneğin Marks’ı haklı çıkarmayacağı da aşikardır. Çünkü bir örnek Marks’ın haklı olduğunu değil, haksız olmadığını gösterir. Bunu biraz daha açayım.
Felsefi anlamda yanlışlamacılık ve doğrulamacılık son yüzyıla damgasını vurmuş, Wittgenstein, Ayer, Popper, Kuhn gibi filozoflarca uzun uzun üzerinde tartışılmıştır. Bir önermeyi doğrulamak ya da yanlışlamak genel anlamda sorun değildir. Önermenin yanlışlamaya ve doğrulama açık olup olmadığı asıl sorundur. Marksizim, SSCB’de, 1917 devrimiyle doğrulandı ama yine aynı ülkenin 20. yüzyılın sonunda dağılmasıyla yanlışlandı da. Aynı şeyi Positivizm için de söyleyebiliriz. Bilimin deterministik bir çizgide ilerleyeceği, verili yeterli bilgiden yola çıkarak gelecekteki bir durumun hesaplanabileceği görüşü (Comte’un, Newton’un ve daha pek çok aydınlanmacı düşünürün görüşü) Kuantum Mekaniği ile birlikte çoktan kayıplara karıştı. Bilimsel ve sosyal kuramlar yanlışlanmaya açık oldukları sürece bilimsel olabilirler ve insanlığa yeni bir şeyler söyleyebilirler. Oysa din için durum çok farklıdır.
Öncelikle dinsel önermeler yanlışlanma özelliğinden yoksundurlar. Bu ne demektir? Örneğin, bir insan ‘Tanrı vardır’ diyor ve bu önermenin doğru olduğunu iddia ediyor. Bu önermenin yanlışlamaya açık olup olmadığı sorusunu yanıtlamak için önermenin deney kabul edip etmeyeceğini sorgulamamız gerekir. Beş metre yukardan bırakılan bir taşın yere yaklaşık bir saniyede düşeceğini söylemek ile taşı beş metreden aşağıya bırakıp, zamanı ölçmek birbirini tamamlayan eylemlerdir. Peki, ‘Tanrı vardır’ diyen bir insana karşı çıkan birisi aksini kanıtlayabilir mi? Bilimsel olarak olanaksız! Felsefi olarak da öyle! Ayrıca, ‘Tanrı vardır’ önermesini ortaya atan kişi de ortaya attığı önermenin doğruluğunu kanıtlayamaz. –Burada kanıttan kastımız inanılan bir değerin varlığına kanıtlar bulmak değildir. Sonuçta, Plato’dan beri bilinen ontolojik, ve teleolojik kanıtlara karşı felsefecilerin kendilerinin geliştirdikleri karşıt kanıtlar da vardır. Gerçek de ne Tanrı’nın varlığını iddia eden kanıtların ne de yok olduğunu iddia eden kanıtların felsefi ve bilimsel anlamda gerçek kanıt sayılması olanaklı değildir. Öyle olsaydı, yani ortaya atılan kanıtlar insan aklına Tanrı’nın varlığını kuşku bırakmayacak bir biçimde gösterseydi, dünyada inanmayan insan kalmazdı! Aynısı, tersi olan Tanrı’nın yokluğunun kanıtlanması için de geçerli-
Tanrı’nın herşeye muktedir olan gücünü kabul ettikten sonra yeryüzünde hiçbir çelişki kalmaz diyor Aziz Augustine. Öylesine haklı bir söz ki aslında benim yazdığım ve yazacağım tüm noktaları kapsıyor. Şöyle bir düşünelim: Karşımıza anlamsız görünen bir nesne ya da eylem çıksa, bunun Tanrı’nın sonsuz bilgisinden kaynaklandığını düşünüp, o çelişkiyi görmezlikten geleceğiz. Daha doğrusu, çelişki çelişki olmaktan çıkıp ‘hikmet’ halini alacak. Dinsel dilin bu tarz bir özelliği yapısında barındırmasının nedeni de aslında Aziz Augustine’in söylediği mutlak güce olan inançtır. İnsanlar, mutlak gücün en iyisini yaptığını ve yapacağını bildikleri için şartsız bir teslimiyetle yaşarlar. Bu ise dinsel dilin gücüne güç katar.
Basit bir örnekle dinsel dilin yanlışlanamazlık özelliğini biraz daha izah etmeye çalışayım: Diyelim ki bir sınıfa Fizik dersi anlatıyorsunuz ve konunuz yerçekimi. Serbest bırakılan bir taşın neden yere düştüğünü öğrencilerinize soruyorsunuz. Öğrencilerinizden birisi elini kaldırıp, havada bulunan bir takım görünmeyen tavşanlardan bahsediyor. Bu tavşanların, bilimsel yöntemlerle saptanamayacaklarını ama gerçekten de var olduklarını, havada bırakılan bir cismi anında aşağıya çektiklerini size ve arkadaşlarına güzel bir dille anlatıyor. Şimdi, bu öğrencinin ortaya attığı kuramda herhangi bir çelişki ya da yanlışlık yoktur. Hatta, doğru olduğunu kabul etmemek için bir neden bile yoktur. Yalnız tek sorun ortaya atılan hipotezin soruyu açıklayıp açıklamaması değildir. Sorun, ortaya atılan hipotezin tutarlı olması ve yanlışlanabilirliliğe açık olmasıdır. Hiçbir bilim adamı görünmeyen tavşanların varlığını kanıtlayamayacağına göre, onların yokluğunu da kanıtlayamaz. Bu durumda tavşanların var olmaları ile yok olmaları arasında bir bilim adamı açısından fark yoktur. Tavşanlar vardır ya da yoktur, bu kuram denenip, sınanamadığı ve bu yolla yanlışlamaya açık olmadığı için bilimsel değildir. Ayrıca, görünmeyen tavşanlar kuramı bize taşın hareketi hakkında bir bilgi de vermemektedir.
Şimdi bir başka öğrencinin taşın ağırlığına oranla bir hızla düştüğünü, yerin taş ile olan aşkının bunun nedeni olduğunu söylediğini var sayalım (Aristo okumuş bir öğrenci olsa gerek!) . Bu durumda yeni kuramın yanlışlanabilirliliği kuşku götürmez. Elimize tıpkı Galileou’nun yaptığı gibi farklı boyutlarda iki taş alıp, Pizza kulesinin tepesine çıkar ve taşları bırakırsak kuramın yanlış olup olmadığını anlarız. Kuramın yanlış olması onu bilimsellikten uzaklaştırmaz. Sonuçta yanlışlanabildiği sürece yapılan eylem bilim, kuram bilimsel kuramdır (Taşın yere olan aşkını ayrı tutarsak). Zaten, Aristo’nun kuramları, yanlış olduğu halde yüzyıllarca yaşamış, bilimsel birer doğru olarak kabul edilmişlerdir. Bugün, Aristo’dan bahsederken onu deneysel bilimin kurucusu olarak anmamızın nedeni de budur. Ortaya attığı kuram yanlış olsa da bilimseldir. Bilim tarihinde yanlış olmayan bilim adamı bulunabilir mi? Newton ne kadar haklıydı kurduğu deterministik sistem ile? Bugün Einstein’ın kuramlarının bazı noktalarda işe yaramadıkları konuşuluyor. Bir bilimsel kuramın yanlışlanması, o kuramı ortaya atan bilim adamının değerini düşürmez, bilakis arttırır. Yanlışlama, bilimin dinamosudur ve bilim tarihinin çarkları birbirlerini yanlışlayarak ilerleyen tekerleklerin yardımı ile döner...
Dinsel dil ile bilimsel dilin arasındaki fark bu iki örnekte açık bir şekilde görülebilir. Dinsel önermeler, bir yenisi ile değiştirilemez, sınanamaz, laboratuarda denenemez, yanlışlanamaz. Tıpkı görünmeyen tavşanlar gibi bir inanç konusudur. Bu noktadan bakınca din, değişmeyen inançlar bütünü olarak çıkar karşımıza. Eğer inancın epistemolojik anlamda bir bilgi olmadığı gerçekse, inanan insanın inancını desteklemek için kanıtlar araması gerekecektir. Çünkü, bilimsel ya da düşünsel yöntemler inancı desteklemekten uzaktır. İnanan insan bilimsel kuramları ya da düşünsel açılımları kendi inancı doğrultusunda yorumlayabildiği ölçüde, boyutları yine de bilimselliğe asla ulaşamayacak olan bir takım kanıtlara kavuşacaktır. Tarih boyunca Tanrı’nın varlığına getirilen onlarca farklı kanıt vardır ve bunların hemen hepsi genel olarak dört ana kategoride toplanabilir. Gelecek sayıda bu kanıtların ilki olan teleolojik kanıtı inceleyeceğim...