UZAKLARDAN
1: ASLI PELİT İLE LATİN AMERİKA, SEYAHAT VE YAZARLIK ÜZERİNE BİR
SÖYLEŞİ
İzinsiz Gösteri
izinsizgosteri@izinsizgosteri.com
Uzak ülkelerin yollarında sırtında çantası
dolaşan ya da oralarda bir şekilde yerleşik Türkiyelilere pek
rastlamayız. Nitekim, uzak yollarda karşılaştığımız gezginler
de bize Türkiye’den neden gezgin çıkmadığını sorarlar sıklıkla.
Bu soruların yanıtları elbette başlı başına bir konu, ancak bu
durumun son yıllarda değişmekte olduğu da yadsınamaz. Uruguay’da
yaşayan Aslı Pelit, Vietnam’da yaşayan Ali Rıza Arıcan, Sri Lanka’dan
dönüp Sudan’a gitme hazırlıkları yapan Ekin Öğütoğulları farklı
coğrafyalarda yaşayan arkadaşlarımızdan bazıları.
Amsterdam’da yaşamasına rağmen kendini
her fırsatta başta Küba olmak üzere yollara atan daimi dostumuz
Sibel Mısır aracılığıyla tanıştık Aslı Pelit’le. Merak ettiklerimizi
sorduk, sağolsun içtenlikle yanıtladı, bizi bilgilendirdi ve gelecek
sayılarımızda İzinsiz Gösteri’ye yazılar vereceğini söyledi.
Böylece biz de farklı coğrafyaları
dostlarımız aracılığıyla anlamaya/algılamaya çalışacağız.
İzinsiz Gösteri:
Bildiğim kadarıyla Uruguay en huzurlu Latin Amerika ülkelerinden,
sen neler söyleceksin Uruguay’ın dili, kültürü ve toplumsal yapısı
hakkında?
Aslı
Pelit: Uruguay’ı ilk defa 2004’un Mayıs ayında ziyaret ettim;
Havana’nın yapış yapış sıcağından bir aylığına kurtulup Güney
yarımkürenin güneşli ve serin sonbaharında, Montevideo’nun sakin
sokakları ve insanları ile tanıştım. Gerçekten de diğer Güney
Amerika başkentlerine oranla inanılmaz nezih bir yer gibi gelmişti
bana. İnsanlarını tanıdıkça ne kadar içten ve sevecen olduklarını
anlıyorsunuz, zamanla, ama ilk bakışta kendilerinin de söylediği
gibi biraz tristones (hüzünlü) Uruguaylılar. Suç oranı
çok düşük, eğitim seviyesi yüksek. Ufacık bir ülke olmanın getirdiği
bir his belki de. 3 milyoncuk bir nüfusu var sadece! Belki
de üç saat uzaklıktaki güzeller güzeli ve ünlü Buenos Aires ile
mukayese edilmek bu hislere sebep oluyordur, kim bilir—ben
en azından Montevideo’da hep o külkedisi sendromu olduğuna inanıyorum.
İki kız kardeşten, daha genç ve çekingen olan, güzelliğini ancak
onu tanıyarak keşfedebileceğiniz bir şehir burası.
Ülkenin kültüründe İtalyan göçmenlerin yanlarında getirdikleri,
İspanyollar, Portekizliler ve İngilizlerin etkileri, ve tabii
az da olsa Afrikalı kölelerin geleneklerinin izlerini görebiliyorsunuz.
Mesela her mahallede bir makarna fabrikasi var hâlâ, sanki Piedmont’da
gibi hissediyor insan kendini Pazar sabahları gidip taze yapılmış
ñoquis (gnochhi) ya da sorentino alırken. Akşamüstleri yaşlı hanımlar
“beş çayı” yapıyorlar şehrin değişik kafelerinde. Cumartesi günleri
güneş batışı ile candombe davullarının sesleri yükseliyor her
mahalleden. Katolik geleneklerinin etkileri, her ne kadar
Uruguay laik bir ülke olsa da günlük yaşamda hissediliyor. Konuştukları
İspanyolca İtalyancayı çağrıştırıyor (tonasyonunda) ve bazı kelimelerinde.
Müzikleri tango ve hayata bakış açıları da daha önce bahsettiğim
gibi biraz hüzünlü. Garip diyorum çünkü diğer ülkelerle mukayese
ederseniz şikayet etmeye hiç hakları yok--ken yinede bir türlü
konforme değiller ellerindekilerle! Portekizcedeki saudade
(nostaljik hüzün) kelimesi ile anlatabileceğim bir eskiye
özlem var her daim, hepsinin içinde yaşlı-genç.
Uruguay’a tesadüfler sonucu gelmiş olmak ve onun bu farklı kimliklerine
alışmak zor oldu tabii, ama kendimi çok şanslı hissediyorum çünkü
en güzel yanlarını keşfettim (bu bir yıl sürdü) buldum ve buraya
gelmeyi düşünen diğer gezginlere de tavsiye ediyorum, bir kaç
gün için de olsa, özellikle güzelim ilkbahar ve yaz günlerinde
görülmeye değer bir yer burası.
İG: Seni Küba kitabından tanıyoruz. Bu kitabın oluşma
serüvenini anlatır mısın?
AP:
Küba kitabı herhalde hayatımdaki en büyük sürprizlerden birisi
diyebilirim. Üç sene yaşadım Havana’da, oraya Master yapmaya gitmiştim,
New York’da gazetecilik okuduktan sonra. Daha üniversite yıllarımda
Havana’yı gezdim ve mezuniyet tezlerimden bir tanesini Küba hakkında
yazdım ama içimden bir ses hâlâ bir “uzman” olarak onu tanımam
gerektiği kadar tanımadığımı söylüyordu, bende topladım herşeyimi
taşındım Havana’ya bir gün! Orada kaldığım süre içinde Türkiye’de
ve Amerika’daki dergilere Küba ile ilgili yazılar gönderiyordum,
özellikle ikinci senem boyunca. Editörüm Mürşit Balabanlılar bu
yazılardan birisini okumuş, tam mezun olmama yakın bana bir e-mail
attı, gezi kitapları yayınlamak amacında olduğunu ve Havana ile
ilgili kitabı yazıp yazamayacağımı soruyordu! Bir yazar için editörden
editöre elinde bitmiş bir kitapla koşmak ne kadar zor geliyor
sen de bilirsin, benim şansıma elimde sadece 3 yıldır tuttuğum
günlük ve artık “avucumun içi” gibi tanıdığım bir şehir ile ilgili
bilgiler vardı, ve sevinçten uçarak kabul ettim bu teklifi! Fakat
yazmaya başladığımda ilk günlerde çok zor geldi Havana’yı anlatmak
çünkü ben Havana’yı görülmesi, yaşanması gereken bir deneyim olarak
görüyordum. İstiyordum ki gezgin kendi fikirlerini çıkarsın gelip
gezdikten sonra, kimsenin etkisi altında kalmadan. Ama kitap ilerledikçe
Havana’yı anlatmak daha zevkli bir hale geldi! 3 senede biriktirdişim
bilgi, tanıma şansına ulaştığım inanilmaz insanlar, gördüğüm muhteşem
doğal ve mimari güzellikleri oldukları gibi anlatmaya karar verdim.
Bazı günler hiç durmadan saatlerce yazıyordum, bazen ise çok hüzünleniyordum
Ondan çok uzak olduğum için! Bitirirken kitabı neredeyse üzüldüm
bitiyor diye, ama kitap çıktıktan sonra, ilk defa elimde tutarken
kitabımı içimdeki sevinci anlatamam. Umarım Havana’ya layık bir
kitap olmuştur.
İG: İspanyolca da popüler hale geliyor, sadece Salsa ve
Tango değil. Dünyaya 2000’li yıllara Shakira’siyla, Lopez’iyle,
sinemasıyla, edebiyatı, müziği ve futboluyla Latinler damgasını
vuruyor diyebilir miyiz?
AP: Kesinlikle. Ben ABD’ye 1997 okumaya gittiğimde ilk yaşadığım
şehir Miami idi. Gazetecilik eğitimimin yanında Latin Amerika
tarihi uzmanlığı okumamın sebeplerinden birisi de orada geçirdiğim
6 ay, zira Latinler beni çok etkilemişti. O günlerde Wim Wenders’in
Buena Vista Social Club’u sinemalarda idi, en trendy diskoteklerde
Ricky Martin ile coşuluyordu, Jennifer Lopez ve ünlü poposu en
entellektüel camialarda bile tartışma konusuydu! Ve durmadı bu
furya, neredeyse son 10 yıldır devam ediyor. Sadece kültürel değil
bu furya, aynı zamanda ekonomik ve politik. Latin Amerika ülkeleri
çok önem kazandılar son yıllarda dünya çapında.
ABD’de 2050 yılında nüfusun %50 den fazlasını İspanyolca konuşacağını
okumuşsundur belki. Eminim bu modanın devam etmesinin sebeplerinden
bir tanesi de modayı takip edecek olan büyük bir marketin de hesaplanıyor
olması! Sadece biz yabancılar için popüler yapılmadı bence latino
kültürü.
(Santiago'da domino oynayan Küba'lı erkekler)
(Bir Kilise, Trinidad-Santisima)
İG: Bu arada tabii yükselen sol dalga dünyada birçok insana
umut veriyor, yoksa bu da başka bir yanılsama mı?
AP: Latin Amerika’da sol görüşlü hükümetler 2001-2002 krizini
takiben rakiplerini geride bırakıp yönetime geldiler. Neden derseniz?
Aynı Türkiye’de olduğu gibi, bu ülkelerin de 70’li yıllarda güçlü
olan sol görüşlü liderleri ve ait oldukları grupları faşist hükümetlerin
gazabına uğramıştı. Hemen hepsi Askeri darbeler ve onları takip
eden diktalarla yönetildikten sonra 80’li yıllara birer neo-liberal
deney olarak başlayıp, 90’lı yılların başında nadir düzelen ekonomilerine
rağmen 2000’li yıllara 30 yıl öncesine oranla çok daha zavallı
bir biçimde girdiler. Ve giderek sağ görüşlü hükümetlere olan
güveni azaldı halkın.
(Havana-June-2002)
Diğer bir etken ise ABD’nin dış politikası 90’lı yılların sonunda,
Latin Amerika’ya kitlendi—Avrupa Birliğinin güçlenmesinden ve
yeni marketler aramasından korktular--ve “arka bahçe” leri diye
bahsettikleri bu kocaman marketi kaybetmemek için çok hırslı ekonomik
anlaşmalar imzalamaya çalıştı ABD Latin Amerikalı hükümetlerle,
hâlâ da devam ediyor bu çabasına ama Latin Amerikalı gruplar,
başta sendikalar ve sivil toplum örgütleri olmak üzere bu politikaya
karşı beklendiğinden çok güçlü bir kampanya başlattılar, ve sol
partilerde onlara arka çıktı. Brezilya’da İşçi Partisi’nin popüler
lideri Lula 2001 de Başkan oldu, Arjantin’de Peronist Kirshner
2002’de yönetime geldi. Tabii 1998’de Venezuela’nin tarihini değiştiren
Hugo Chavez’i ve hemen hemn bütün Latin sol liderlerin ilahı Comandante
Fidel Castro’yu unutmamak gerek. Adamcağız yıllardır Latin Amerika’nın
beraberce yapamayacağı hiçbir sey olmadığını söylüyor konuşmalarında!
Hemen herkes o ilk günlerde coşku ile bu yeni değişimi karşıladı
ama maalesef her zaman olduğu gibi bir çoğu hayal kırıklığına
uğradılar ülkelerinde istedikleri, daha doğrusu umdukları değişimleri
göremeyince. Hiç beklemezdim entellektüel Latinlerin bile kafalarında
hâlâ sol hükümetlerin onları 4 sene içinde yıllardır hayal ettikleri
ütopyaya dönüştüreceğine inanacaklarına! Kabul etmek lazım ki
global marketler o kadar sağlam ki bunların düzenini hükümetlerin
kısa sürede, ya da uzun, değiştirmesi çok zor. Sol görüşlü hükümetlerin
yapabilecekleri maksimum değişim, sosyal infrastrüktürü arttırmak,
eğitim ve sağlık sektörüne yatırım yapmak, vb, ama ekonomiyi değiştirmeleri
neredeyse imkansız. Birçok Brezilyalı Lula’ya kızgın, neden, çünkü
kuvvetli toprak sahipleri ve endüstriyalistlere karşı “kötü” davranmıyor!
Bir taraftan da unutmamak lazim ki Medyanın halkın üzerindeki
etkisi inanılmaz. Uluslarası medya devlerine ait olan kanallar
beğenmedikleri hükümetler başarılı olmasın diye her türlü taktiği
kullanıyorlar, bunlardan bir tanesi insanları korkutmak: Aman
solculara güvenmeyin onlar sizi Sovyetler Birliğine- Küba’ya çevirecek!
Pembe diziler var Venezuela’da Chavez’e taş atan, her gün prime
time da çıkıyor. Şaka gibi! Ama eğitim düzeyi düşük olan alt sosyal
sınıfı etkilemekte başarılılar ne yazık ki.
(Santa-clara-Che heykeli)
Yinede bence hâlâ umut var Latin Amerika solu için: Ecuador’da
Chavezci sosyalist/hıristiyan Rafael Correa neredeyse Başkan seçildi
geçen ay, Kasım sonunda ikinci turda belli olacak karşısındaki
Muz Kralına karşı galip gelip gelemeyeceği. Lula geçen hafta önümğzdeki
4 yıl için tekrar Başkan seçildi. Şili’nin kadın sosyalist Başkanı
Bachelet komşuları ile ekonomik ve sosyal ilişkilerini genişletmekte,
vb. Önümüzdeki bir kaş yıl bu polemik bence gündemi dolduracak.
İG: Gelecek kitap projeleri neler? Senin gözünden oraları
okuyalım ve düşelim yollara..
AP: Kasım ayının ortasında, sanırım, ikinci gezi kitabım (Buenos
Aires ve Montevideo üzerine) çıkacak İstanbul’da. Uruguay’a
taşındıktan sonra başladığım bir blog var, Güney Yarımküre’deki
maceralarımı anlattığım, İnglizce olarak, şu anda onun kurgusu
ve inşallah New York’ta basılması için uğraşıyorum. En büyük hayallerimden
bir tanesi bu, İnglizce yazdığım bir kitabın orada basılması ve
beğenilmesi tabii. Bir de şu anda tasarım halinde olan bir roman
var ki yazarken cok eğleniyorum, henüz çok yeni, fazla anlatacak
bir şey yok. Kısaca dört Türk kadının hikayesini yazıyorum, çok
cool bir nine-anneanne-anne ve kız!
Kitap yazmak dışında beni Montevideo’da kalmaya ikna eden diğer
bir iş ise CNN Türk’ün Latin Amerika muhabiriyim ben! Türkiye’de
başka hiç bir kanalın burada muhabiri yok, şu ana kadar yapılmamış
bir projenin parçası olmak çok gurur veriyor bana! Küçükken CNN’de
Christian Amanpour’u seyredip bir gün onun kadar başarılı bir
muhabir olmayı hayal ederdim, bu yolda ilerliyor olmak çok güzel
bir duygu.
İG: Senin yazarlık serüvenine gelirsek uzakta olmak Türkçe
yazmana etkisi ne oldu? Bir de sen orada birkaç dili bir arada
yaşıyorsun, bunun artı veya eksileri neler olabilir?
AP:
Uff! Turkiye’den ABD’ye taşındıktan sonra sadece İnglizce konuştum
ve yazdım yıllarca. Sadece Amerikalı arkadaşlarım oldu ve onlar
sayesinde herhalde İngilizcem bugünku seviyesinde, bana çok yardımcı
oldular ve iyi konuşan insanların yanında ister istemez sende
iyi konuşuyorsun. Üniversite’de bana İngilizce yazmayı öğrettiler,
çok farklı bir tarz Türkçe ile karşılaştırırsan . Creative writing
dersinde deneme yazardım, öğretmen bana geri verirdi ödevimi üzerinde
“Get to the point!” (sadede gel!) yazardı ilk zamanlarda! Onlar
daha az ve öz yazıyorlar ve yazının kalitesi kelime bilgisinden
anlaşılıyor yazarın.İIk yıllar çok çok çok zor oldu.
Sonra tam alışmıştım İnglizce yazmaya derken, Küba’da İspanyolca
Master yapmak için bu sefer İspanyolcayı adam gibi öğrenmek lazım
geldi! Sonra da Türkiye’den kitap teklifi çıktı!
İlk önce, ne kadar zor olabilir ki ne de olsa ana dilim bu
dedim ama, bir ay filan sürdü alışmak Türkçe yazmaya (Türkçe klavyeyi
kullanmak bir eziyet gibiydi). Bir taraftan da İspanyolca konuşuyordum
gün boyunca, arada bir İnglizce konuşuyordum arkadaslarımla, ve
Türkçe kitap yazmaya çalışıyordum! Bir ara İngilizce yazmak daha
hızlı ve kolay geldi. Oturup İngilizce yazıyordum, ertesi gün
tercüme ediyordum kendi yazdıklarımı Türkçeye! Baktım cok uzun
sürecek öyle, kendimi izole ettim, tek başıma kaldım ve Türkçe
yazmaya ve düşünmeye programladım kendimi.
Birkaç dil konuşmanın artıları inanılmaz, Dünyanın hemen her yerine
gidiyorum ve anlaşabiliyorum oradaki insanlarla. Eksi tarafları
ise bazen konuşurken ister istemez beynim çorba gibi oluyor bütün
diller, ve İspanyolca yerine İngilizce, ya da Türkçe çıkıyor ağzımdan
ya da kalemimden! Mesela cok sinirlenince hemen Türkçe küfrediyorum!
Galatasaray alışkanlığı herhalde. Bir de Türkce “Seni Seviyorum”
demek çok zor gelir, başka dillerde daha rahat söylüyorum nedense!
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz