ODTÜ'DE 12 EYLÜL
Nurettin Çalışkan


Kemalist Kenan

İdari ilimler fakültesinde öğrencisiydi Kenan. Bir örgütün, Devrimci Kemalistler Birliği’nin, kurucusu, yöneticisi, militanı, tek başına her şeyiydi. Kemalist Kenan olarak tanınıyordu, daha yaşarken efsaneleşmişti bu isimle. Hakkında o kadar çok öykü vardı ki, zekiydi, öğrencilik yaptığı dönemlerde 4:00 tutturuyor, diğer türlü 0:00 notuna sahip oluyordu. 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim gibi önemli günlerde bazen üniversite içinde bazen de Ankara’da eylemler yapıyordu. Bir defasında, Kızılay’da Güven Park kenarında bulunan bir polis otobüsünün ön kapısından girip, içerideki bütün polislere bildiri verdikten sonra arka kapısından indiği anlatılır Kemalist Kenan’ın.

Genellikle “muhalif” tavır takınırdı Kenan. Yapılan forumlarda muhalif yorumlar yapması, farklı sorular sorması sonucu tartaklandığı da oluyordu onu tanımayanlarca. Ancak tanıyanlar, eski öğrenciler, korumalarına alıyor ve kolluyorlardı Kenan’ı. ÖTK’nın seçimlerine katılan sekiz siyasi yapı vardı, Kenan dokuzuncu olarak kendi örgütünü görüyor ve çalışmalar için ayrılan ödenekten para talep ediyordu, ödenekten para alamayınca da önce ÖTK’yı kitlesine şikâyet ediyor sonra da yazılı dilekçe ile şikâyetini rektörlüğe duyuruyordu. Ve en önemlisi kalabalıkları seviyordu Kenan, ya gündeme ait bir ajitasyon-propaganda konuşması yapıyordu kalabalıkları bulduğunda ya da “devrim andı” içiriyordu, ÖTK yönetimine katılan siyasi yapıların isimlerini de sayarak...
“biz devrimciler olarak bizi mahvetmek isteyen emperyalizme, yok etmek isteyen
faşizme, ve ezmek isteyen ( .., .., ..) karşı sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna
bakmadan, bıkmadan, usanmadan savaşacağımıza ant içeriz...”

* * *

12 Eylül’ün ilk günleriydi, üniversite ders kayıtları başlamıştı. Öğrenciler yeni dönem için üniversiteye dönmüş, hazırlık yapıyorlardı. Yurtlarda haber alınamayan öğrencilerden bahsediliyordu. Yaşanan belirsizlik insanları kuşkuya, korkuya sürüklüyordu. Gergin, gerilimli bir bekleyiş sürecine girilmişti tüm ülkede olduğu gibi. Yarının ne getireceğinden habersiz, haber almaya çalışıyorduk arkadaşlarımızdan.

O günlerde “beşi bir yerde”ler ilk kez basının karşısına çıkacak ve soruları yanıtlayacaktı. Basın toplantısı yapılacağı gün, hepimiz televizyon salonunda yerini ayarlamış TRT’nin haber saatini bekliyorduk. Oda arkadaşlarım odada bulunan sandalyeleri kantine taşımış üzerlerine de oda numaralarının yazılı olduğu kâğıtlar koymuşlardı. Erken saatlerde oda için ayrılan en kenardaki sandalyeye oturdum, hemen sağ yanımda yüzü bana yabancı olan tanımadığım, açık sarı kadife ceketli biri vardı.

Basın toplantısı başladığında herkes yerini almış dikkatlice dinliyorduk. Soruların sorulmasından önce Kenan Evren bir konuşma yapıyor ve “hareket”in gerekçelerini anlatıyordu. Kalabalık kantinde sessizliği bozan hemen yanımdaki arkadaşın arada söylediği sözler oluyordu. “ demokrasi” diyordu Tv deki Kenan, yanımdaki arkadaş “bilemezsin sen onun değerini” diyordu, “Atatürk” sözüne Tv deki Kenan’ın “Kılı bile olamazsın”. Yanımdaki arkadaşın attığı laflar karşılığını bulmaya başlamıştı artık, önce gülerek kahkahalarla desteklerken sonra “bravo Kenan” tezahüratları atılmaya başladı. Bizim Kenan’dı bu, adını sürekli duyduğum “Kemalist Kenan”. Aldığı destekle yerinden kalktı ve sandalyenin üzerine çıkarak sırtını dayadığı kısma oturdu. Artık Tv deki Kenan’ın her sözünün ardından söylenecek lafı daha bir gür ve sert ifadelerle söylüyordu. Alkışlar, ıslıklarla aldığı destekle sandalyesini önümüzdeki masanın üzerine yerleştirdi, sonra da o sandalyenin üzerinde ayakta, yüzünü bizlere dönerek konuşmaya başladı. Tv deki adaşına yanıt vermiyordu artık, zaten onu dinleyende kalmamıştı. Uğultular, alkışlar arasında “umut” vadeden sözler söylüyor, sloganlar atıyordu.

O gün yaptığı konuşmayla gülen bir yüz ve umut bırakmıştı bize “Kemalist Kenan”.

O gün yaşadığım şey bir hayal değilse eğer, ilk ve son kez görmüştüm “efsane” Kemalist Kenan’ı. Yıllar sonra Tiyatro Topluluğundan bir arkadaşım, “Kenan’ın babası tarafından bir balta ile öldürüldüğünü” söyleyecekti.


Puik

Kirli, dik beyaz tüyleri ve fiziksel görünümüyle o kadar çok benziyordu ki Kaptan Swing teki köpeğe, Puik olmalıydı adı. Zayıftı, kaburga kemikleri sayılıyordu, havadaki ayağını titreterek hareket ediyordu yürürken. Yurtlar bölgesinde idi çoğu zaman, yemek saatlerinde de kafeterya yakınlarında. Öğrencilerin verdikleri ile karnını doyuruyordu, kızlar ekmek arası yaptıkları yemek parçaları verirlerdi bazen ama çoğu zaman sadece ekmek yiyordu.

Kötü bir özelliği vardı Puik’in yeşili sevmiyordu. Korkuyordu yeşil giyenlerden ve kaçıveriyordu görür görmez. Alıştırılmış mıydı, yoksa jandarmamı kötü davranmıştı bilinmez ama yeşil elbiseli gördüğünde kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp, o çelimsiz zayıf haline rağmen, son hızla uzaklaşıyordu ortamdan.

* * *
Adını anımsayamadığım öğrencilerin “Buldok” olarak adlandırdığı bir çavuş vardı okulda. Genelde okuldaki güvenlik güçleri ile bir sorun çıkmazdı, tatsız durumlarda ÖTK devreye girer durumu çözümlerdi. Sevmemişlerdi ODTÜ’lüler “buldok”u, belki de bu yüzden bu ismi vermişler ve karikatürlerini asmışlardı kantin duvarlarına. Resimlerin üzerinde süngü izleri görülebiliyordu, belli ki çıkartılmaya çalışılmıştı resimler, ama öylesine yapıştırılmıştı ki duvara işlenmiş gibiydiler.

1980 yılının Nisan ayının son günleriydi, Tarsus'ta şehrin içinden geçen ve üzerinde sürekli kazaların olduğu Adana-Mersin karayolunda üst geçit istemiyle yola dökülen halkın üzerine güvenlik güçlerinin ateş açması sonucu 10 kişi ölüyordu. Ertesi gün ODTÜ öğrencileri bir forumda Tarsus’ta olanları protesto ediyorlardı. İlk kez o gün görmüştüm “buldok”u, protesto eylemi sonunda çıkan arbede de bir öğrenciyi kovalıyordu. Hareketsiz halde iken ayak ucunu görmesine engel olan göbeğini sallayarak, kütüphane önünden mimarlığa kadar kovalamıştı öğrenciyi.

* * *
Bir öğlen arasıydı, saat 12:30 civarı derslere ara verilmiş, herkes tek yemek yeme mekanı kafeteryadaydı. Kafeteryanın gazetecinin bulunduğu alt kapıdan, Puik yavaş, sakin hareketlerle, salınarak içeriye girdi. Üzerinde “buldok”un afişlerinde ki karikatürü olan bir beyaz bez vücuduna sarılmıştı. Her zamanki gibi, yürürken havaya kaldırdığı ayağını titreterek ve kafasını sağa sola sallayarak hareket ediyordu. Sonra birden canlandı ortalık, yine aynı kapıdan “buldok” ve yanında bir gurup asker kafeteryaya girdiler. Vücuduna sarılı “buldok” resmi ile Puik önde, göbeğini sallayarak koşturan “buldok” arkasında kafeteryanın içinde bir koşuşturma yaşanıyordu, yemek sırasında ve içeride yemek yiyen öğrencilere eğlence çıkmıştı. Koşuşturma sonunda, birazda öğrencilerin yardımıyla Puik kafeteryadan çıkarak ODTÜ’nün ağaçları arasında kayboluyordu.

* * *
80 Eylülünün ilk günlerinde bir sabah silah sesleriyle uyandı ODTÜ’lü yurt öğrencileri, Jandarma yurtları sahipsiz köpeklerden kurtarmak adına “başı boş” köpekleri öldürmüştü ve sanki bir şeyleri anlatmak ister gibi, Puik’i stadyumun önündeki beton bloklu yürüme yolunun üzerine koymuştu.

Mayın

Dört ana girişi vardı ODTÜ’nün, diğer kesimler dikenli tellerle çevrilmişti ve jandarma nöbet tutardı mesafelerle. Bugün bile hala korunaklı askeri bir sahayı koruyor gibi, özel güvenlik birimi ve jandarma bu dört kapıdan kimlikleri kontrol ederek okula girişi sağlar. Gerekçe “korumak”tır üniversiteyi ve öğrencileri ama nedense kendi öğrenci ve personeline daha da sıkı uygular güvenlik kurallarını.

MTA sınırından, Yüzüncü Yıl’ın üst tarafında ki vişneliğe, Karakusunlar mahallesi boyunca Fen Lisesine kadar her yerde ODTÜ’ye girecek açıklıklar oluşturulmuştu öğrencilerce. Bu civarlarda oturan öğrenciler, dolaşmak yerine tellerden geçmeyi yeğliyorlardı.

12 Eylül sonrasında bütün “delikler” kapatılmış, öğrencilerin buralardan geçişi engellenmişti.

Hayat yolu’nu kullanabilmenin de tek yolu vardı, koşacaktınız ve bunu eşofman ve spor ayakkabıları ile yapmak zorundaydınız. Hafta sonları doğa yürüyüşü ve piknik yapanların kullandığı Yalıncak köyü yolu ise bütünüyle yasaklanmıştı, yürümeye yada koşmaya. Daha da kötüsü, Maden, Petrol, Jeoloji ve Çevre Mühendisliği öğrencilerinin kullandığı stat kenarında ki dik yokuşlu toprak yol kullanıma kapatılmıştı ve yolun girişi ve üst kısım nöbet tutan jandarmalarca tutuluyordu. Bazı sabahlar derse geç kalan öğrenciler aradan bu yola dalıyorlar ve jandarma ile koşuşturmaca yaşayarak bölümlerine ulaşmaya çalışıyorlardı.

Yasaklar yalnızca yolların kullanımında değildi, kızların erkek, erkeklerin kız yurtları kantinlerine girişi yasaklanıyordu, Kızlar için 23:00, erkekler için 24:00 yurtlara girişin son saati oluyordu.

* * *

12 Mart döneminde, ODTÜ yurtlar çevresinde güvenlik güçleri tarafından mayın döşendiği anlatılır. 80’li yıllarda yaşanan baskılar ve daha öncesi böyle bir şeyin anlatılıyor olmasının etkisi olsa gerek, 12 Eylül sonrasında da yurtlar çevresinde mayın döşendiği düşünülüyordu.

Hafızamızın bir oyunumuydu bilmiyorum ama, o dönemlerde yurtlar çevresine mayın döşetildiği, çevrede dolaşanların dikkatli olmaları, aksi taktirde yurtlar yönetiminin sorumluluk almayacağını belirten bir bildirinin asıldığını anımsıyorum. Bu konuyu zamanın ODTÜ’sünde yaşayan arkadaşlarımla konuştuğumda, böylesi akıl almaz bir işin en kötü yönetimlerde dahi yapılamayacağı düşünülerek “olamaz böyle bir şey” deniliyordu ama bir arkadaşım böylesi bir bildirinin var olduğunu ve elinde olan bu bildiriyi zamanın dergilerine gönderdiğini söylüyordu.

Yurtlar çevresine mayın döşendiği yada böylesi bir şeyin bir bildiri ile duyurulması söz konusu olmayabilir belki ama, bu olay ODTÜ kitlesinin o dönemdeki psikolojini çok iyi açıklıyordu.


ÖTK

ODTÜ-ÖTK ( Öğrenci Temsilciler Konseyi)’na Sıkıyönetim döneminde baskılar yoğunlaşmış, yöneticilileri uzun süreli tutuklamaların ardından yargılanmıştı. Eylül sonrasında ise ODTÜ-ÖTK lağvedilmiş, bütün temsilcilikler dağıtılmış, öğrenci dekanlığı işlevsiz hale getirilmişti.

Sıkıyönetim boyunca ÖTK’ya yapılan baskılara karşı, bütün öğrenciler örgütlülüklerini savunmuş ve sahiplenmişlerdi.. Önceleri ÖTK yöneticilerini mahkemeye çıkarılması ve tutukluluk hallerinin kaldırılması yönünde mücadele veren öğrenciler, Cunta sonrasında da, öz örgütleri lağvedilmiş olsa da, onun bıraktığı ilişkileri korumuşlardı.

Bunun bilincinde olan geçmiş dönemin ÖTK temsilcileri, Kasım 1980 tarihinde hem ÖTK’nın içinde bulunduğu durumu ve darbeye karşı tutumunu anlatmak, hem de ÖTK örgütlenmesi adına "aidat" toplamak için bölümlere dağılmışlardı.

Bu bölümlerden birinde, kimya bölümünde, bulunan bir öğrenci öğretim üyesi ve öğrencileri ihbarı ve çabaları sonucu, güvenlik kuvvetlerine teslim edilecekti.

Olayın duyulması ODTÜ kitlesi üzerinde bir yılgınlık yaratıyordu. Korku ve karamsarlık sonunda ihbarcılığı doğurmuştu. Bunun örneklerini fazlasıyla yaşayacaktı sonrasında ODTÜ camiası.


Anayasa oylaması


Kenan Evren, "1982 Anayasası'nı Devlet Adına Tanıtma Programı"na 24 Ekim 1982'de radyo-televizyon konuşması ile başlıyor, tanıtma programı çerçevesinde 11 ili kapsayan yurt gezisine çıkıyor, 11 ildeki konuşmalarının yanı sıra 29 Ekim 1982'de Cumhuriyet Bayramı törenleri sırasında Ankara Hipodromu'nda halka hitap ediyordu. Evren'in Anayasayı tanıtma programı, 5 Kasım 1982'de radyo-televizyon konuşmasıyla sona erdi.

Evren konuşmalarında özetle "Bazıları, bu Anayasayı halkın gözünde küçük düşürmek ve neticede halk oylamasında reddettirmek suretiyle, 12 Eylül Hareketinin meşruiyetini de reddettirmek ve Türk Silahlı Kuvvetlerini sanki bozguna uğratarak akıllarınca memleketi sahipsiz bıraktırmaya çalışmaktadırlar. (....) Anayasanın reddi şöyle dursun, bu aziz topraklar üzerinde, bir tek vatansever Türk evladı kaldığı müddetçe dahi, bu 'Türklük düşmanları' ve bu beyinleri yıkanmış ve 'satılmış' hain ve soysuzlar, Türk vatanının bir karış toprağına dahi ellerini süremeyeceklerdir. Bunu, iyice zihinlerine yerleştirmeli ve hain emellerini terk etmelidirler. " diyordu.

Anayasa’yı savunmak için toplantılar düzenleyebilir, bunlara katılabilirdiniz. Evet’i her yere yazmak ve her yerde savunmak beklenen durumdu. Ama “hayır” diyecekseniz “vatan haini” idiniz. Bırakın hayır demeyi, Evren’in teminatı altındaki Anayasa’yı tartışmak bile yasaklanmıştı. Öyle ki, o dönemde Metropol sineması yönetiminin bir Anayasa tartışması için kapılarını açmasında ötürü, sinemaya 9 aylık bir kapatma cezası verilmişti.Yasakların en komiğini Çukurova Üniversitesindeki öğrenciler yaşamıştı, çimlerin üzerine kalabalık bir şekilde yayılmış, sazları eşliğinde “ mavilim mavişelim” türküsünü söylemeleri sonucu haklarında soruşturma açılmıştı. Tam da bu yüzden o günlerin “hit” parçası olmuştu mavilim türküsü.

ODTÜ’de 2. yurda konulan sandıklarda yapıldı oylamalar. Henüz oylama başlamadan sandık başlarında tartışmalar yaşandı, orada bulunan öğrenciler sandık başlarında gözetmenler olması gerektiğini söylediler. Sonunda her sandık başında bir gözetmen bırakıldı. Oylama bitip sandıklar açıldığında, gözetmenler ellerindeki kağıtlara çıkan “beyaz” oyların sayısını hesaplıyorlardı.

8 yurtta kalan öğrenciler, Lojmanlarda kalan öğretim elemanları ve çalışanlar, toplam 1200 kişi, oy kullanmıştı. Ve 300 “evet” oyu çıkmıştı zarflardan. Akşam olduğunda sorulan tek soru, 300 kişinin çoğunluğunun hangi kesime (öğrenci, öğretim üyesi, işçi) mensup olduğu idi.


Ve YÖK

Sendikaları, dernekleri, partileri “düzene sokan” cunta, gelmesine gerekçe gösterdiği üniversiteleri de düşünüyordu. Böylece 6 Kasım 1981’de, YÖK ( Yüksek Öğrenim Kanunu) kabul edilerek yürürlüğe sokuldu.

YÖK uyarınca, tüm üniversitelerin yönetim kurulları lağvedildi. Cuntanın seçtiği kişiler rektör olarak atandı. Yasa uyarınca rektörlerin seçiminde son söz Cumhurbaşkanı'nda oldu. YÖK ile, üniversite yönetimleri üzerinde tahakküm kuran yürütmeye, böylelikle bilimsel çalışmaları denetleme, sansür koyma, engelleme hakkı da tanınıyordu. Araştırmalar YÖK denetiminden geçmeden yayınlanamayacaktı.

18 Aralık 1984 tarihinde çıkarılan 'disiplin yönetmeliği' ile YÖK sistemi, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin fişlenmesi esasını getirerek baskılara yeni bir boyut getiriyordu. Bu sistem üniversite bünyesinde hâlâ barınan yurtsever öğretim üyelerinin temizlenmesine yönelik yeni bir operasyonun başlangıcı oldu. YÖK yasası sonrası dönemdeki 2 yıl içinde, 1402 yasası ile üniversitelerle uzaklaştırılan, sürgün edilerek üniversitelerden ayrılan ya da baskılara dayanamayarak başka ülkelere giden öğretim elemanlarının sayısı 3000'ı buluyordu.

Öğrenci gençliğin depolitizasyonu için, öğrenci derneklerinin kuruluşunu ve dernek üyeliğini rektörlük iznine bağlayan YÖK; dernekler önüne birçok engel çıkardı. Dernek kuruluşu için bürokratik engeller bir yana, yıllarca izin vermeme ve böylece derneğin yasallaşmasını engelleme, dernek kurullarının ve üyelerinin fişlenerek sürekli izlenmeleri, polis baskısına ve soruşturmalara uğramaları, tehdit edilip, ajanlığa zorlanmaları vb. sayısız yolla, öğrenci derneklerinin kitleselleşmesinin önüne geçilmeye çalışıldı. "Eğitime katkı payı" adı altında , öğrencilerden harç toplanmaya başlandı.

Öğrencileri kontrol edebilmek ve sınıflarda tutabilmek için yoklama ve devam zorunluluğu getirildi. Her ders için alınan yoklamalar o günün akşamında güvenlik kuvvetlerine veriliyordu. O gün yaşanan bir eylemde, derste bulunmayanlar “sanık” konumunda kalıyorlar ve ifadelerine başvuruluyordu.

Bütün bu olan biten karşısında büyük çoğunluk sessiz kalıyor, sonucunda da onaylıyordu. Üniversite göz göre göre değerlerini yitirmeye başladı.

Ölenler

İbrahim Eski
ODTÜ öğrencisi İbrahim Eski, Ankara Emniyet Müdürlüğü Birinci Şube ekipleri tararından gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı ve 9 Kasım günü fenalaşarak kaldırıldığı hastanede öldü. Emniyet yetkilileri. Eski’nin Telsizler Semtinde yer gösterme tutanağının düzenlenmesi sırasında kaç¬maya çalışırken merdivenden düşerek başını çarptığını söylemişlerdi.

Olayla ilgili soruştur¬mayı yürüten, Askeri Sav¬cılık, Eski’nin ölümü olayı¬nı şüpheli gördü. Olay tutanağında imzası bulu¬nan 13 polis hakkında Sıkı¬yönetim mahkemesinde dava açtı.

Behcet Dinlerer
75 yılında ODTÜ’ye girdi, ODTÜ-DER ve Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD)’nin etkin üyelerinden biriydi. 23 Kasım 1980 tarihinde yakalandı, sorgusu Ankara’da DAL gurubunda yapıldı. DAL’da ağır işkencelere maruz kaldı, bu işkenceler sonunda 13 Aralık 1980 tarihinde öldü. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı, Behçet Dinlerer’in ölümünden sorumlu polis memuru Tuncay yağmur, DAL gurubu sorumlusu Komiser Kemal Yazıcıoğlu, ve Tıp Fakültesi Dekanı Celal Sungur hakkında soruşturma açıldı. Açılan soruşturma sonunda yargılananların tümü beraat ettiler.






Zafer Müştebaoğlu

15 Ekim 1982 Mamak Askeri Cezaevi Siyasi
Resmi iddia: Hastalanarak öldü,"
Fen ve Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi, 1979 yılında ODTÜ-ÖTK Yürütme Kuruluna seçildi. 20 Nisan 1981 tarihinde yakalandı ve DAL’da sorgulandı. Ağır işkenceler sonunda tutuklanarak Mamak Askeri Ceza Evine konuldu. Mamak Cezaevi’ndeki işkence ve baskı koşullarında 15 Ekim 1982 günü yaşamını yitirdi.

 

 


Turgay Erbay
İktisadi ve İdari İlimler Fakültesi, Ekonomi bölümü öğrencisiydi ODTÜ-ÖTK’da Ekonomi bölümü temsilciliği yaptı. 27 Kasım 1980 günü tutuklandı, DAL’da sorgusu yapıldı. 146/1 maddeden idam talebi ile yargılandı. Önceden aldığı bir cezanın kesinleşmesi nedeniyle Haymana Cezaevine götürüldü. Haymana Cezaevinden tedavi için Ankara’ya götürülürken mola sırasında kaçtı. Birkaç gün sonra 22 Ekim 1982 günü, İstanbul’da kaldığı evde polisler tarafından kuşatılınca intihar etti.





Ahmet Pehlivan
Bir dönem ODTÜ-ÖTK Yürütme kurulu üyeliği de yapan Ahmet Pehlivan, AYÖD ( Ankara Yüksek Öğrenim Derneği) Yönetim Kurulu üyeliğinde de bulundu. Uzunca dönem Karadeniz’in birçok bölgesinde örgütlenme faaliyetlerinde bulundu. 12 Eylül sonrasında da yine aynı bölgedeydi. 1984 Haziran'ında Tokat-Sivas sınırında bir dağ köyünde arkadaşları ile bir toplantı sırasında operasyona uğradılar ve burada öldürüldü.