İdari ilimler fakültesinde öğrencisiydi Kenan. Bir örgütün, Devrimci
Kemalistler Birliği’nin, kurucusu, yöneticisi, militanı, tek başına
her şeyiydi. Kemalist Kenan olarak tanınıyordu, daha yaşarken
efsaneleşmişti bu isimle. Hakkında o kadar çok öykü vardı ki,
zekiydi, öğrencilik yaptığı dönemlerde 4:00 tutturuyor, diğer
türlü 0:00 notuna sahip oluyordu. 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim
gibi önemli günlerde bazen üniversite içinde bazen de Ankara’da
eylemler yapıyordu. Bir defasında, Kızılay’da Güven Park kenarında
bulunan bir polis otobüsünün ön kapısından girip, içerideki bütün
polislere bildiri verdikten sonra arka kapısından indiği anlatılır
Kemalist Kenan’ın.
Genellikle “muhalif” tavır takınırdı Kenan. Yapılan
forumlarda muhalif yorumlar yapması, farklı sorular sorması sonucu
tartaklandığı da oluyordu onu tanımayanlarca. Ancak tanıyanlar,
eski öğrenciler, korumalarına alıyor ve kolluyorlardı Kenan’ı.
ÖTK’nın seçimlerine katılan sekiz siyasi yapı vardı, Kenan dokuzuncu
olarak kendi örgütünü görüyor ve çalışmalar için ayrılan ödenekten
para talep ediyordu, ödenekten para alamayınca da önce ÖTK’yı
kitlesine şikâyet ediyor sonra da yazılı dilekçe ile şikâyetini
rektörlüğe duyuruyordu. Ve en önemlisi kalabalıkları seviyordu
Kenan, ya gündeme ait bir ajitasyon-propaganda konuşması yapıyordu
kalabalıkları bulduğunda ya da “devrim andı” içiriyordu, ÖTK yönetimine
katılan siyasi yapıların isimlerini de sayarak...
“biz devrimciler olarak bizi mahvetmek isteyen emperyalizme, yok
etmek isteyen
faşizme, ve ezmek isteyen ( .., .., ..) karşı sayımızın azlığına,
düşmanın çokluğuna
bakmadan, bıkmadan, usanmadan savaşacağımıza ant içeriz...”
* * *
12 Eylül’ün ilk günleriydi, üniversite ders kayıtları
başlamıştı. Öğrenciler yeni dönem için üniversiteye dönmüş, hazırlık
yapıyorlardı. Yurtlarda haber alınamayan öğrencilerden bahsediliyordu.
Yaşanan belirsizlik insanları kuşkuya, korkuya sürüklüyordu. Gergin,
gerilimli bir bekleyiş sürecine girilmişti tüm ülkede olduğu gibi.
Yarının ne getireceğinden habersiz, haber almaya çalışıyorduk
arkadaşlarımızdan.
O günlerde “beşi bir yerde”ler ilk kez basının
karşısına çıkacak ve soruları yanıtlayacaktı. Basın toplantısı
yapılacağı gün, hepimiz televizyon salonunda yerini ayarlamış
TRT’nin haber saatini bekliyorduk. Oda arkadaşlarım odada bulunan
sandalyeleri kantine taşımış üzerlerine de oda numaralarının yazılı
olduğu kâğıtlar koymuşlardı. Erken saatlerde oda için ayrılan
en kenardaki sandalyeye oturdum, hemen sağ yanımda yüzü bana yabancı
olan tanımadığım, açık sarı kadife ceketli biri vardı.
Basın toplantısı başladığında herkes yerini almış
dikkatlice dinliyorduk. Soruların sorulmasından önce Kenan Evren
bir konuşma yapıyor ve “hareket”in gerekçelerini anlatıyordu.
Kalabalık kantinde sessizliği bozan hemen yanımdaki arkadaşın
arada söylediği sözler oluyordu. “ demokrasi” diyordu Tv deki
Kenan, yanımdaki arkadaş “bilemezsin sen onun değerini” diyordu,
“Atatürk” sözüne Tv deki Kenan’ın “Kılı bile olamazsın”. Yanımdaki
arkadaşın attığı laflar karşılığını bulmaya başlamıştı artık,
önce gülerek kahkahalarla desteklerken sonra “bravo Kenan” tezahüratları
atılmaya başladı. Bizim Kenan’dı bu, adını sürekli duyduğum “Kemalist
Kenan”. Aldığı destekle yerinden kalktı ve sandalyenin üzerine
çıkarak sırtını dayadığı kısma oturdu. Artık Tv deki Kenan’ın
her sözünün ardından söylenecek lafı daha bir gür ve sert ifadelerle
söylüyordu. Alkışlar, ıslıklarla aldığı destekle sandalyesini
önümüzdeki masanın üzerine yerleştirdi, sonra da o sandalyenin
üzerinde ayakta, yüzünü bizlere dönerek konuşmaya başladı. Tv
deki adaşına yanıt vermiyordu artık, zaten onu dinleyende kalmamıştı.
Uğultular, alkışlar arasında “umut” vadeden sözler söylüyor, sloganlar
atıyordu.
O gün yaptığı konuşmayla gülen bir yüz ve umut
bırakmıştı bize “Kemalist Kenan”.
O gün yaşadığım şey bir hayal değilse eğer, ilk
ve son kez görmüştüm “efsane” Kemalist Kenan’ı. Yıllar sonra Tiyatro
Topluluğundan bir arkadaşım, “Kenan’ın babası tarafından bir balta
ile öldürüldüğünü” söyleyecekti.
Puik
Kirli, dik beyaz tüyleri ve fiziksel görünümüyle o kadar çok benziyordu
ki Kaptan Swing teki köpeğe, Puik olmalıydı adı. Zayıftı, kaburga
kemikleri sayılıyordu, havadaki ayağını titreterek hareket ediyordu
yürürken. Yurtlar bölgesinde idi çoğu zaman, yemek saatlerinde
de kafeterya yakınlarında. Öğrencilerin verdikleri ile karnını
doyuruyordu, kızlar ekmek arası yaptıkları yemek parçaları verirlerdi
bazen ama çoğu zaman sadece ekmek yiyordu.
Kötü bir özelliği vardı Puik’in yeşili sevmiyordu.
Korkuyordu yeşil giyenlerden ve kaçıveriyordu görür görmez. Alıştırılmış
mıydı, yoksa jandarmamı kötü davranmıştı bilinmez ama yeşil elbiseli
gördüğünde kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp, o çelimsiz
zayıf haline rağmen, son hızla uzaklaşıyordu ortamdan.
* * *
Adını anımsayamadığım öğrencilerin “Buldok” olarak adlandırdığı
bir çavuş vardı okulda. Genelde okuldaki güvenlik güçleri ile
bir sorun çıkmazdı, tatsız durumlarda ÖTK devreye girer durumu
çözümlerdi. Sevmemişlerdi ODTÜ’lüler “buldok”u, belki de bu yüzden
bu ismi vermişler ve karikatürlerini asmışlardı kantin duvarlarına.
Resimlerin üzerinde süngü izleri görülebiliyordu, belli ki çıkartılmaya
çalışılmıştı resimler, ama öylesine yapıştırılmıştı ki duvara
işlenmiş gibiydiler.
1980 yılının Nisan ayının son günleriydi, Tarsus'ta
şehrin içinden geçen ve üzerinde sürekli kazaların olduğu Adana-Mersin
karayolunda üst geçit istemiyle yola dökülen halkın üzerine güvenlik
güçlerinin ateş açması sonucu 10 kişi ölüyordu. Ertesi gün ODTÜ
öğrencileri bir forumda Tarsus’ta olanları protesto ediyorlardı.
İlk kez o gün görmüştüm “buldok”u, protesto eylemi sonunda çıkan
arbede de bir öğrenciyi kovalıyordu. Hareketsiz halde iken ayak
ucunu görmesine engel olan göbeğini sallayarak, kütüphane önünden
mimarlığa kadar kovalamıştı öğrenciyi.
* * *
Bir öğlen arasıydı, saat 12:30 civarı derslere ara verilmiş, herkes
tek yemek yeme mekanı kafeteryadaydı. Kafeteryanın gazetecinin
bulunduğu alt kapıdan, Puik yavaş, sakin hareketlerle, salınarak
içeriye girdi. Üzerinde “buldok”un afişlerinde ki karikatürü olan
bir beyaz bez vücuduna sarılmıştı. Her zamanki gibi, yürürken
havaya kaldırdığı ayağını titreterek ve kafasını sağa sola sallayarak
hareket ediyordu. Sonra birden canlandı ortalık, yine aynı kapıdan
“buldok” ve yanında bir gurup asker kafeteryaya girdiler. Vücuduna
sarılı “buldok” resmi ile Puik önde, göbeğini sallayarak koşturan
“buldok” arkasında kafeteryanın içinde bir koşuşturma yaşanıyordu,
yemek sırasında ve içeride yemek yiyen öğrencilere eğlence çıkmıştı.
Koşuşturma sonunda, birazda öğrencilerin yardımıyla Puik kafeteryadan
çıkarak ODTÜ’nün ağaçları arasında kayboluyordu.
* * *
80 Eylülünün ilk günlerinde bir sabah silah sesleriyle uyandı
ODTÜ’lü yurt öğrencileri, Jandarma yurtları sahipsiz köpeklerden
kurtarmak adına “başı boş” köpekleri öldürmüştü ve sanki bir şeyleri
anlatmak ister gibi, Puik’i stadyumun önündeki beton bloklu yürüme
yolunun üzerine koymuştu.
Mayın
Dört ana girişi vardı ODTÜ’nün, diğer kesimler dikenli tellerle
çevrilmişti ve jandarma nöbet tutardı mesafelerle. Bugün bile
hala korunaklı askeri bir sahayı koruyor gibi, özel güvenlik birimi
ve jandarma bu dört kapıdan kimlikleri kontrol ederek okula girişi
sağlar. Gerekçe “korumak”tır üniversiteyi ve öğrencileri ama nedense
kendi öğrenci ve personeline daha da sıkı uygular güvenlik kurallarını.
MTA sınırından, Yüzüncü Yıl’ın üst tarafında
ki vişneliğe, Karakusunlar mahallesi boyunca Fen Lisesine kadar
her yerde ODTÜ’ye girecek açıklıklar oluşturulmuştu öğrencilerce.
Bu civarlarda oturan öğrenciler, dolaşmak yerine tellerden geçmeyi
yeğliyorlardı.
12 Eylül sonrasında bütün “delikler” kapatılmış,
öğrencilerin buralardan geçişi engellenmişti.
Hayat yolu’nu kullanabilmenin de tek yolu vardı,
koşacaktınız ve bunu eşofman ve spor ayakkabıları ile yapmak zorundaydınız.
Hafta sonları doğa yürüyüşü ve piknik yapanların kullandığı Yalıncak
köyü yolu ise bütünüyle yasaklanmıştı, yürümeye yada koşmaya.
Daha da kötüsü, Maden, Petrol, Jeoloji ve Çevre Mühendisliği öğrencilerinin
kullandığı stat kenarında ki dik yokuşlu toprak yol kullanıma
kapatılmıştı ve yolun girişi ve üst kısım nöbet tutan jandarmalarca
tutuluyordu. Bazı sabahlar derse geç kalan öğrenciler aradan bu
yola dalıyorlar ve jandarma ile koşuşturmaca yaşayarak bölümlerine
ulaşmaya çalışıyorlardı.
Yasaklar yalnızca yolların kullanımında değildi,
kızların erkek, erkeklerin kız yurtları kantinlerine girişi yasaklanıyordu,
Kızlar için 23:00, erkekler için 24:00 yurtlara girişin son saati
oluyordu.
* * *
12 Mart döneminde, ODTÜ yurtlar çevresinde güvenlik
güçleri tarafından mayın döşendiği anlatılır. 80’li yıllarda yaşanan
baskılar ve daha öncesi böyle bir şeyin anlatılıyor olmasının
etkisi olsa gerek, 12 Eylül sonrasında da yurtlar çevresinde mayın
döşendiği düşünülüyordu.
Hafızamızın bir oyunumuydu bilmiyorum ama, o
dönemlerde yurtlar çevresine mayın döşetildiği, çevrede dolaşanların
dikkatli olmaları, aksi taktirde yurtlar yönetiminin sorumluluk
almayacağını belirten bir bildirinin asıldığını anımsıyorum. Bu
konuyu zamanın ODTÜ’sünde yaşayan arkadaşlarımla konuştuğumda,
böylesi akıl almaz bir işin en kötü yönetimlerde dahi yapılamayacağı
düşünülerek “olamaz böyle bir şey” deniliyordu ama bir arkadaşım
böylesi bir bildirinin var olduğunu ve elinde olan bu bildiriyi
zamanın dergilerine gönderdiğini söylüyordu.
Yurtlar çevresine mayın döşendiği yada böylesi
bir şeyin bir bildiri ile duyurulması söz konusu olmayabilir belki
ama, bu olay ODTÜ kitlesinin o dönemdeki psikolojini çok iyi açıklıyordu.
ÖTK
ODTÜ-ÖTK ( Öğrenci Temsilciler Konseyi)’na Sıkıyönetim döneminde
baskılar yoğunlaşmış, yöneticilileri uzun süreli tutuklamaların
ardından yargılanmıştı. Eylül sonrasında ise ODTÜ-ÖTK lağvedilmiş,
bütün temsilcilikler dağıtılmış, öğrenci dekanlığı işlevsiz hale
getirilmişti.
Sıkıyönetim boyunca ÖTK’ya yapılan baskılara
karşı, bütün öğrenciler örgütlülüklerini savunmuş ve sahiplenmişlerdi..
Önceleri ÖTK yöneticilerini mahkemeye çıkarılması ve tutukluluk
hallerinin kaldırılması yönünde mücadele veren öğrenciler, Cunta
sonrasında da, öz örgütleri lağvedilmiş olsa da, onun bıraktığı
ilişkileri korumuşlardı.
Bunun bilincinde olan geçmiş dönemin ÖTK temsilcileri, Kasım 1980
tarihinde hem ÖTK’nın içinde bulunduğu durumu ve darbeye karşı
tutumunu anlatmak, hem de ÖTK örgütlenmesi adına "aidat"
toplamak için bölümlere dağılmışlardı.
Bu bölümlerden birinde, kimya bölümünde, bulunan
bir öğrenci öğretim üyesi ve öğrencileri ihbarı ve çabaları sonucu,
güvenlik kuvvetlerine teslim edilecekti.
Olayın duyulması ODTÜ kitlesi üzerinde bir yılgınlık
yaratıyordu. Korku ve karamsarlık sonunda ihbarcılığı doğurmuştu.
Bunun örneklerini fazlasıyla yaşayacaktı sonrasında ODTÜ camiası.
Anayasa oylaması
Kenan Evren, "1982 Anayasası'nı Devlet Adına Tanıtma Programı"na
24 Ekim 1982'de radyo-televizyon konuşması ile başlıyor, tanıtma
programı çerçevesinde 11 ili kapsayan yurt gezisine çıkıyor, 11
ildeki konuşmalarının yanı sıra 29 Ekim 1982'de Cumhuriyet Bayramı
törenleri sırasında Ankara Hipodromu'nda halka hitap ediyordu.
Evren'in Anayasayı tanıtma programı, 5 Kasım 1982'de radyo-televizyon
konuşmasıyla sona erdi.
Evren konuşmalarında özetle "Bazıları, bu
Anayasayı halkın gözünde küçük düşürmek ve neticede halk oylamasında
reddettirmek suretiyle, 12 Eylül Hareketinin meşruiyetini de reddettirmek
ve Türk Silahlı Kuvvetlerini sanki bozguna uğratarak akıllarınca
memleketi sahipsiz bıraktırmaya çalışmaktadırlar. (....) Anayasanın
reddi şöyle dursun, bu aziz topraklar üzerinde, bir tek vatansever
Türk evladı kaldığı müddetçe dahi, bu 'Türklük düşmanları' ve
bu beyinleri yıkanmış ve 'satılmış' hain ve soysuzlar, Türk vatanının
bir karış toprağına dahi ellerini süremeyeceklerdir. Bunu, iyice
zihinlerine yerleştirmeli ve hain emellerini terk etmelidirler.
" diyordu.
Anayasa’yı savunmak için toplantılar düzenleyebilir,
bunlara katılabilirdiniz. Evet’i her yere yazmak ve her yerde
savunmak beklenen durumdu. Ama “hayır” diyecekseniz “vatan haini”
idiniz. Bırakın hayır demeyi, Evren’in teminatı altındaki Anayasa’yı
tartışmak bile yasaklanmıştı. Öyle ki, o dönemde Metropol sineması
yönetiminin bir Anayasa tartışması için kapılarını açmasında ötürü,
sinemaya 9 aylık bir kapatma cezası verilmişti.Yasakların en komiğini
Çukurova Üniversitesindeki öğrenciler yaşamıştı, çimlerin üzerine
kalabalık bir şekilde yayılmış, sazları eşliğinde “ mavilim mavişelim”
türküsünü söylemeleri sonucu haklarında soruşturma açılmıştı.
Tam da bu yüzden o günlerin “hit” parçası olmuştu mavilim türküsü.
ODTÜ’de 2. yurda konulan sandıklarda yapıldı
oylamalar. Henüz oylama başlamadan sandık başlarında tartışmalar
yaşandı, orada bulunan öğrenciler sandık başlarında gözetmenler
olması gerektiğini söylediler. Sonunda her sandık başında bir
gözetmen bırakıldı. Oylama bitip sandıklar açıldığında, gözetmenler
ellerindeki kağıtlara çıkan “beyaz” oyların sayısını hesaplıyorlardı.
8 yurtta kalan öğrenciler, Lojmanlarda kalan
öğretim elemanları ve çalışanlar, toplam 1200 kişi, oy kullanmıştı.
Ve 300 “evet” oyu çıkmıştı zarflardan. Akşam olduğunda sorulan
tek soru, 300 kişinin çoğunluğunun hangi kesime (öğrenci, öğretim
üyesi, işçi) mensup olduğu idi.
Ve YÖK
Sendikaları,
dernekleri, partileri “düzene sokan” cunta, gelmesine gerekçe
gösterdiği üniversiteleri de düşünüyordu. Böylece 6 Kasım 1981’de,
YÖK ( Yüksek Öğrenim Kanunu) kabul edilerek yürürlüğe sokuldu.
YÖK uyarınca, tüm üniversitelerin yönetim kurulları lağvedildi.
Cuntanın seçtiği kişiler rektör olarak atandı. Yasa uyarınca rektörlerin
seçiminde son söz Cumhurbaşkanı'nda oldu. YÖK ile, üniversite
yönetimleri üzerinde tahakküm kuran yürütmeye, böylelikle bilimsel
çalışmaları denetleme, sansür koyma, engelleme hakkı da tanınıyordu.
Araştırmalar YÖK denetiminden geçmeden yayınlanamayacaktı.
18 Aralık 1984 tarihinde çıkarılan 'disiplin
yönetmeliği' ile YÖK sistemi, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin
fişlenmesi esasını getirerek baskılara yeni bir boyut getiriyordu.
Bu sistem üniversite bünyesinde hâlâ barınan yurtsever öğretim
üyelerinin temizlenmesine yönelik yeni bir operasyonun başlangıcı
oldu. YÖK yasası sonrası dönemdeki 2 yıl içinde, 1402 yasası ile
üniversitelerle uzaklaştırılan, sürgün edilerek üniversitelerden
ayrılan ya da baskılara dayanamayarak başka ülkelere giden öğretim
elemanlarının sayısı 3000'ı buluyordu.
Öğrenci gençliğin depolitizasyonu için, öğrenci
derneklerinin kuruluşunu ve dernek üyeliğini rektörlük iznine
bağlayan YÖK; dernekler önüne birçok engel çıkardı. Dernek kuruluşu
için bürokratik engeller bir yana, yıllarca izin vermeme ve böylece
derneğin yasallaşmasını engelleme, dernek kurullarının ve üyelerinin
fişlenerek sürekli izlenmeleri, polis baskısına ve soruşturmalara
uğramaları, tehdit edilip, ajanlığa zorlanmaları vb. sayısız yolla,
öğrenci derneklerinin kitleselleşmesinin önüne geçilmeye çalışıldı.
"Eğitime katkı payı" adı altında , öğrencilerden harç
toplanmaya başlandı.
Öğrencileri kontrol edebilmek ve sınıflarda tutabilmek
için yoklama ve devam zorunluluğu getirildi. Her ders için alınan
yoklamalar o günün akşamında güvenlik kuvvetlerine veriliyordu.
O gün yaşanan bir eylemde, derste bulunmayanlar “sanık” konumunda
kalıyorlar ve ifadelerine başvuruluyordu.
Bütün bu olan biten karşısında büyük çoğunluk
sessiz kalıyor, sonucunda da onaylıyordu. Üniversite göz göre
göre değerlerini yitirmeye başladı.
Ölenler
İbrahim Eski
ODTÜ öğrencisi İbrahim Eski, Ankara Emniyet Müdürlüğü Birinci
Şube ekipleri tararından gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle
gözaltına alındı ve 9 Kasım günü fenalaşarak kaldırıldığı hastanede
öldü. Emniyet yetkilileri. Eski’nin Telsizler Semtinde yer gösterme
tutanağının düzenlenmesi sırasında kaç¬maya çalışırken merdivenden
düşerek başını çarptığını söylemişlerdi.
Olayla ilgili soruştur¬mayı yürüten, Askeri Sav¬cılık,
Eski’nin ölümü olayı¬nı şüpheli gördü. Olay tutanağında imzası
bulu¬nan 13 polis hakkında Sıkı¬yönetim mahkemesinde dava açtı.
Behcet
Dinlerer 75 yılında ODTÜ’ye girdi, ODTÜ-DER ve Ankara Yüksek Öğrenim
Derneği (AYÖD)’nin etkin üyelerinden biriydi. 23 Kasım 1980 tarihinde
yakalandı, sorgusu Ankara’da DAL gurubunda yapıldı. DAL’da ağır
işkencelere maruz kaldı, bu işkenceler sonunda 13 Aralık 1980
tarihinde öldü. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı,
Behçet Dinlerer’in ölümünden sorumlu polis memuru Tuncay yağmur,
DAL gurubu sorumlusu Komiser Kemal Yazıcıoğlu, ve Tıp Fakültesi
Dekanı Celal Sungur hakkında soruşturma açıldı. Açılan soruşturma
sonunda yargılananların tümü beraat ettiler.
Zafer Müştebaoğlu
15 Ekim 1982 Mamak Askeri Cezaevi Siyasi
Resmi iddia: Hastalanarak öldü,"
Fen ve Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi, 1979 yılında ODTÜ-ÖTK
Yürütme Kuruluna seçildi. 20 Nisan 1981 tarihinde yakalandı ve
DAL’da sorgulandı. Ağır işkenceler sonunda tutuklanarak Mamak
Askeri Ceza Evine konuldu. Mamak Cezaevi’ndeki işkence ve baskı
koşullarında 15 Ekim 1982 günü yaşamını yitirdi.
Turgay
Erbay İktisadi ve İdari İlimler Fakültesi, Ekonomi bölümü öğrencisiydi
ODTÜ-ÖTK’da Ekonomi bölümü temsilciliği yaptı. 27 Kasım 1980 günü
tutuklandı, DAL’da sorgusu yapıldı. 146/1 maddeden idam talebi
ile yargılandı. Önceden aldığı bir cezanın kesinleşmesi nedeniyle
Haymana Cezaevine götürüldü. Haymana Cezaevinden tedavi için Ankara’ya
götürülürken mola sırasında kaçtı. Birkaç gün sonra 22 Ekim 1982
günü, İstanbul’da kaldığı evde polisler tarafından kuşatılınca
intihar etti.
Ahmet Pehlivan Bir dönem ODTÜ-ÖTK Yürütme kurulu üyeliği de yapan Ahmet
Pehlivan, AYÖD ( Ankara Yüksek Öğrenim Derneği) Yönetim Kurulu
üyeliğinde de bulundu. Uzunca dönem Karadeniz’in birçok bölgesinde
örgütlenme faaliyetlerinde bulundu. 12 Eylül sonrasında da yine
aynı bölgedeydi. 1984 Haziran'ında Tokat-Sivas sınırında bir dağ
köyünde arkadaşları ile bir toplantı sırasında operasyona uğradılar
ve burada öldürüldü.