GİRİŞ
1995 yılı Ağustos ayıydı. Dağ rehberi olarak işe başladığım, sonra
turist rehberi olarak çalışmaya devam ettiğim şirketin bürosunda
oturuyor ve bunalıyordum. Çünkü içeride dört adet kadın ve bir de
köpek vardı ve bunlar bir insanın kafasını ütülemesi için yeterli
gibiydi. Kakara kikiriler ve ağır feminel muhabbet oradan hızla
fırlayıp kaçmama neden olmuştu. Eh, o kadar kadın bir araya gelmişse
toşakoğlanı olmamak için de erkekliğin onda dokuzundan yararlanmakta
fayda görüyordum.
O hızla ve nedenini sorgulamak konusunda bilinçsiz
olduğumu gizlemeyerek ODTÜ’ye gelmem bir tesadüf müydü ya da tarihin
istekli bir cilvesi miydi söylemek zor, ama MM kantinine vardığımda
dünyanın gidişatında bir değişiklik olacağının müjdecisi belki de
bir martı olarak gökyüzünden bize gülümsemişti (ama o martı dahil
bu olay kimsenin ipinde miydi, kesin bir şey söylemek zor). Mekanda
toplaşanlar dağcılık tayfasıydı ve toplaşma nedeni Kaçkar etkinliğiydi.
Klasik bir biçimde, listeye adını yazan 50 kişi gelmekten vazcaymıştı
ve gidecek adam aranıyordu. Elemanlar sevinçe beni karşılayıp hafif
ara gaz vererek çok kısa bir sürede etkinliğe katılmam konusunda
ikna ettiler.
Şirkette işler boktandı. Nedeninin ise benim orada
çalışma ihtimalimden olması oldukça olası görünüyordu. Neyse ki
biraz param vardı ve 2 hafta kadar dağda kalmamın bir sakıncası
olmayacaktı şirket açısından. Ama önce bir çantaya ihtiyacım vardı
ve ayakkabıya ve tuluma ve ocağa ve… kısacası her şeye. İnsan çulsuz
olmaya görsün, ihtiaçlar asla bitmezdi...
Sağdan soldan malzemeyi düzdük ve nihayetinde yola koyulduk. Karadenize
ilk gidişimdi. Gerçi çulsuzluktan o yıla kadar nereye gitmiş olduğum
ise daha trajik bir şekilde hiçbir yer olarak da tanımlanabilirdi
ya, geçelim.
ÖNCELDURUM
Garip bir ortamdı dağcılık ortamı. İçine tam anlamıyla girmek istememiştim
başlarda. Maddi sıkıntılar yüzünden de 92’de başlayıp bırakmıştım,
bir sene sonra zor bela eğitimleri tamamlamış ama ne yaz etkinliğine
ne de uzun yürüyüşe katılabilmiştim. Yine ara vermek durumundaydım.
95 Kaçkar’ına kadar tek bir etkinliğe katıldım mı açıkçası hatırlamıyorum
bile. Tam devam edemesem de çok kavga etmiştim tiplerle. Jerentokrasi
kokuyordu her yer. Koku sinmişti. Bu ortamın benzerlerini bir çok
yerde daha sonra görecektim ama en ironik benzerliği tertipçilik
diye tanımlanan askerlikteki durumla yaşayacaktım. O yıllarda ‘kaç
yıllık olduğun’; hava atman, başkalarının üzerinde tahakküm kurman
için çok önemliydi. ‘Yeniler ve eskilerin’ de ötesinde bir şeyler
vardı sanki. Daha az eskiler gibi… Bir de sürekli paylaşımdan sözeden
bu insanların çok güzel ‘hesap paylaşmaları’ dışında paylaştıkları
bir şey olduğunu görememiştim. Kimse tanımdığına pek malzeme vermiyordu.
Kolun malzemeleri ise tam anlamıyla faciaydı. Kolda o zaman köpek
çadırları vardı. Uyku tulumları Polonya battaniyesi dediğimiz, bir
taraftan bakınca diğer tarafın görülebildiği transparan malzemeden
yapılmışa benzeyen bir tür birşeydi (ama neydi?). Çantalar o ünlü
çubuklarıyla bizi idare ediyordu ama sırtımızı da çok güzel ağrıtıyordu.
Ocak, Ulus’tan aldığımız ispirto ocağıydı. Sadece ocaktı anlıyacağınız.
Evden tencere götürürdük. Pat-mat kullanırdık bir de, o patlayan
naylonların arasına gazete koyardık bizi sıcak tutsun diye…
Birileri vardı ama, eksi bilmemkaçlık tulumlarda
yatıp, sabah terleyerek uyanan birileri. O zamanlar bırakın gore-texi,
polar bile kimilerinde vardı. Gerçi o kimileri domuz derisinden
ayakkabılar da giyerdi ya. Bizim postallar da mübarek, kurumuş gibi
tüm suları içmeye bayılırdı. Sevdiğim, konuştuğum çok fazla kişi
yoktu ortamda o zamanlar. ‘Herkes mi zengin burda?’ diye düşünürdüm.
Hiç unutamadığım bir olay: uzun yürüyüşe gelip gelmiyeceğimi soran
bir hanım arkadaşa utanarak param olmadığını söylediğimde, ‘hiç
birimizin yok’ diye cevap verişi tiril tiril kıyafetleriyle, benim
de ‘benim yemek yiyecek bile param yok’ diyemeyişimdi.
Bir de sorgulardım. Neden dağcılık? Niye yapıyoruz?
Niye yapıyorsunuz? Kimseden doğru dürüst bir yanıt alamamıştım.
Garip gelmişti. Daha sonra ara verdiğim sene Keçi-kurt teorileri
tartışılıyordu bir kısım insan arasında. Bu, geçen yıl sorduğum
‘neden’ sorusunun biraz daha genişletilerek teori ve pratikle yoğurulmaya
çalışılmasıydı.
Benim kafamdaki en önemli iki sorun ‘sorgulamadan
kabul etmemek’ ve bunla bağlantılı ‘hiyerarşiyi yıkma’, diğeri ‘parası
olmayan insanlara dağcılık yapacakları bir ortam yaratabilmek’ti.
Bunlar önemliydi çünkü o zamanlar bir kısım elitist
üye, dağcılığın (her ne kadar ‘kitle sporu yapıyoruz’u ağızlarına
pelesenk etmiş olsalar bile) popüler hale gelmesine karşıydılar.
Savaşacak çok şey vardı…
DAĞ
Kaçkar’da ilk yaptığmız eylem ‘han olayı’nı başlatmak olmuştu: 3-5
ocakla beraber kitlesel yemek yapma; ancak bu daha çok aş evi veya
aç doyurma gibiydi. Yemek pişiriliyor, çağrı yapılıyor ve gelenlerle
topluca güzel sohbetler edilerek yeniyordu (sohbetlerin her zaman
entellektüel düzeyde olmadığını eklemeliyim:).
Bu sohbetler sayesinde gerçekten gidişatla ilgili
kaygısı olan insanlarla daha çok bir araya gelmeye başladık ve bunlar
biraz daha özel toplantılar halini almaya başladı. 1995 ODTÜ Öğrenci
Hareketi için de önemli bir yıldı: devletin tümden reddettiği askeri
kont-gerilla grubu olan JİTEM (Jandarma İstihbarat Teşkilatı) üyesi
bir şahıs üzerinde iki tabanca ve kimliğiyle öğrenciler tarafından
yakalanırken dağda örgütlenmeye başlayan insanların çoğu da orada
bunları yaşamıştı. Politik ortam yaşantımızın tümünde etkiliydi.
Toplantılarda birşeyler çıkmaya başlamıştı. Yönetim
Kurulu (YK) adaylarını biz çıkartıp, örgütlenerek kazanmalarını
sağlıyacaktık. Bu biraz garip geliyordu ama değişim için belki de
iktidar gerekliydi. O ara bunlar tartışılırken bir fikir daha çıkmıştı
ortaya: gölün karşısındaki yamaca taşlarla ‘DEVRİM’ yazmak. Bu da
sembolik olarak hem ODTÜ devrimciliğinin hem de bizim hareketin
bir meyvesi olacaktı. Hepimiz bunu sevinçle karşılamıştık.
Bir sonraki gün topluca yamaca gittik. Nasıl yazacağız
sorusu birden ne yazmalıyız sorusuna dönüşmüştü. Çünkü ‘tek yol
devrim’ de yazılmak istenenler arasındaydı ama bu daha çok ‘bir
görüşün’ sloganı olarak bilindiğinden ne yazmak doğru olur tartışması
dönmeye başlamıştı. Bir kişi sıkılıp kalktı.
Ben de sıkılmıştım, politik tartışmalar yerine
eylem yapmayı tercih ediyordum. O sırada göle bakarken gözüm daldı.
Kafamda düşünceler uçuşmaya başlamıştı. Yansımaları gördüm. Yamaçtaki
kar gölde o kadar güzel görünüyordu ki... Sonra kafamda bir şimşek
çaktı derler ya aynen o oldu. Heyecanla ve yüksek sesle “‘devrim’
yazacağız, hem de ‘ters’ yazacağız, böylece yansıması suda çıkacak
ve oradan okunacak. Yani yazıyı yamaca değil suya yazacağız!” dedim.
Bir süre suskunluk oldu, daha sonra heyecanla olur mu olmaz mı tartışmaları.
Karın üzerine birşeyler çizdik, evet olacaktı.
Yamaçta
büyükçe bir taş vardı, devrimin E’sini yazarken ondan yararlancaktık.
Böylece E harfinden başladık ve hava kararırken EVR yazmıştık bile.
Bakanlar ise yazı ters olduğundan ne yazdığımızı anlamaya çalışıyordu
(Rusça filan sanıyorlardı). Soranlara ise
sürpriz filan diye geçiştiriyorduk, gerçekten de heyecanla ertesi
günü bekledik.
Ertesi gün yağmurla uyandık. Karadeniz’in azizliği!
Bir kişi belini sakatlamıştı, o hadi neyse ama diğer üç kişi gelmeye
pek istekli değildi. Biz, kalan üç kişi, konuşup yağmurun belki
de akşama k
adar sürebileceğini, yarının ne getireceğini bilmediğimiz için işi
bugün bitirmemiz gerektiği konusunda anlaştık. D’yi zor bela bitirdik.
Sanırım İ’yi bitirirken veya M’ye başlarken diğer elemanlar da katılmıştı.
Biraz surat yapıp kızgınlığımızı dile getirdikten sonra beraberce
yazıyı tamamladık.
Muhteşemdi! Gölün karşısından o kadar güzel görünüyordu
ki, Stadyum’a yazılan Devrim’den sonraki en iyi iş diyorduk kendi
kendimize. Hava kapalıydı, yağmur kah çiseliyor kah sağanağa dönüşüyordu
ama yine de çok güzel bir gündü. Ağlasanız bile insanlar yağmurdandır
der geçerdi.
Amelelik
Her yıl insanları tanımlarken, çağırırken bir söz
bulurduk ve o sözle hitap ederdik. Sevdiğimize de sevmediğimize
de. O yıl benim kullandığım favori söz ‘amele’ idi. ‘Vay amele!’
veya ‘amelelik bu!’ gibi ünlemleri dağda çok fazla kullanınca bu
söz o an bilinçsizce doğan bir felsefenin de adı oluyordu. Zaten
yağmurlu veya yağmursuz koca koca taşlarla Devrim yazmak da Amelelimizin
en güzel göztergesi gibiydi.
Bebek doğmuştu, şimdi sıra onu yetiştirmeye geliyordu.
O herşeyden önce politik bir felsefe olacaktı. Elbette ki devrimci
hareketin içinde büyüyecekti. Marksist gerilla hareketinden, gerçeküstücülükten
ve dadacılıktan, ateizmden ve anarşizmden beslendi. Bir anarşist
gibi yıkıcıydı, bir dadacı gibi/gerçeküstücü gibi alaycı, bir gerilla
gibi savaşçı, entellektüel bir Marksist gibi bilgiç ve ukalaydı.
Önerdiği hayat ise hiyerarşik olmayan paylaşımcı ve katılımcı bir
hayattı. O zamanlar kol odasında önemli bir alana sahip yazışma-tartışma
panosundan din üzerine konuşuyor, gizlenen güncel politik olaylarla
ilgili bilgiler veriyor, eskilerle polemiğe giriyordu. Kısa zamanda
hakkında çok konuşulan ama aslında pek de birşey bilinmeyen bir
hareket olmuş çıkmıştı. Jerentokratların iktidarı ise sallanmaya
başlamıştı. Bazı kişiler elini ayağını yavaştan çekmeye başlamıştı
bile. İktidar saplantısı olanlar ise öyle kolay kolay ortalığı bırakmaya
niyetli olmadıklarını belli etmeye başlamışlardı. Garip bir savaş
vardı, bir taraf hiyerarşiyi yıkmaya çalışıyor diğer taraf sadece
statükoyu korumaya çabalarken neye karşı olduğunu bile karıştıracak
kadar çelişkilerle doluyordu. Aslında istenen çok basitti: kuralları
yeniden sorgulaycaktık!
Burada ‘kurallar’ ve ‘kurallar’ arasındaki ayrıma
girmek istiyorum. Konan her kanun-kural-yasa illa da uymak zorunda
olduğun yasaklar-düzenlemeler değildir (eğer bunlar ciddi olarak
devlet tarafından cezalandırılmıyorsa:). Örneğin kırmızı ışıkta
geçmek yasaktır, ama yol bomboşken geçmemek, Kafkaesk bir biçimde
dakikalarca beklemek salaklıktır. O kuralın senin hayatını korumak
için konduğunu bilirsin ve orada insiyatif alarak tehlikenin varlığını
sorgular ve ciddi bir durum yoksa sorumluluğu kendi üzerine alırsın.
Dağda da durum farklı değil. Uymak zorunda olduğun kurallar var.
Bunlara uymassan en basit anlamda ya ölürsün ya sakat kalırsın ya
da başkalarını tehlikeye atarsın. Bu çok basit bir durum. Ama illa
ekip düzeni diye (ortada önemli bir tempo yakalama sorunu yoksa)
rahat rahat gidilebilecek bir yolda insanları önündekinin kıçını
izlemeye zorlamak zırvalıktan başka bir şey değildir. Örnekleri
çoğaltmak mümkün.
Oldukça şiddetli tartışmalar yaşandı. Ameleler
DKSK’yı (Dağcılık ve Kış Sporları Kolu) yıkmaya çalışılıyor dendi.
Eski düşmanlar birbiriyle dost oldu ve herkes yıkıcı-bölücü Amelo
tehlikesine karşı birleşti. Sindirme politikaları YK’lardan dolayı
tutmayınca TK’lık kurumu vasıtasıyla ‘bilinenlerin’ etkinliklerden
‘kesilmesi’ yoluna gidildi. Bu olay bizim haksızlığa karşı ses çıkartmamamıza
rağmen o kadar büyük tepki aldı ki bir seneye kalmadan bu kurum
tarih oldu. Bizim ses çıkartmamızın en büyük nedeni bu çirkin oyunlara
alet olmama isteğimizdi, diğer önemli neden ise kesilmesek bile
maddi sıkıntılarımızın tekrar üst boyuta tırmanmasından dolayı muhtemelen
etkinliklere katılamayacak oluşumuzdu.
Ama yokedilmeye çalışılan her güçlü hareket gibi
bir yıl içinde küllerinden yeniden doğan Amelizm, daha güçlü olarak
ortaya çıkıyor ve günümüze kadar varlığını etkin bir biçimde hissettirmeye
devam ediyor.
Futbol
O yıla kadar (1995) kardeş topluluk olan SAT’la (Su Altı Topluluğu)
eğlenceli maçlar yapılıyordu. Ama bir gün SAT’lı arkadaşların maçta
farka koşarlarken hoş olmayan davranışlar sergilemesi üzerine takımda
istikrarı sağlamak açısından (Amele topçulardan olarak) olaya müdahil
olmuştuk. Takım yeni katılımlarla kısa sürede çok güçlenmişti, SAT’la
yapılan maçlar artık tek kale olarak onların yarı sahasında geçmeye
başlamıştı. Daha sonra yeni kardeş (kanka) topluluk AFT’la (Amatör
Fotoğrafçılık Topluluğu) bir süre daha bu maçlar devam ederken kimi
zaman da fosil diye tabir edilen eski dksklılarla maçlar yapılıyordu
(bu iki grupla yaptığımız tüm maçları farklı kazanmıştık).
Amlelo futbol ekolü, 1997 ODTÜ Baraka önü fraksiyonlar
arası turnuvasının kazanılmasıyla semeresini de almıştı. O yıllarda
talep de çok fazlaydı: aramıza katılmak isteyen futbolcu adaylarına
DKSK panosunda toprak saha maçlarına çağırı yapılarak ulaşılıyordu.
Takıma seçimdeki en önemli kriter sürekli katılımdı. Oyuna değil
de o kişinin hayatında futbolun ne kadar önemli olduğuna bakılıyordu.
Bu hem özgürlükçü bir yaklaşımdı (isteyen ve devamlı katılan herkese
kapımız açıktı) hem de istikrarli bir oluşumun müjdecisi olarak
altyapıya önem veriyordu. Mantık oldukça basitti: Eğer futbol, hayatında
bir çok şeyden daha önemliyse, futboldan hiç anlamıyorsan bile aramızda
kısa zamanda çok şey öğrenmen mümkündü. Ve bu, sadece katılımla
sağlanıyordu, özel ilgi (destek ya da köstek) asla sözkonusu değildi.
Sadece futbol oynayarak öğreten bir ekoldü bu. Yıllar yılı baraka
ve çevresinde en iyi futbol oynayanların DKSK’lılar olması tesadüf
değildi.
AMBAR
Baraka Duvarları
Barakanın duvarına yıllar sonra ilk kez yazılama Amelo tarafından
1996 başlarında yapılmıştır (Yaşasın Devrim ve Komünizm, Yaşasın
Anarşist-Komünizm gibi). İlk kez içinin yazılanması ve boyanması
ise, 1997 yılının baharında, dışının tüm topluluklar tarafından
boyanması ise bundan iki ay sonra bahar şenliği sırasında, barakanın
yıkılma isteğine karşı düzenlenen eylemlilikler çerçevesinde yapılmıştır
(bunlarla ilgili belgesel filmler tarafımızdan çekilmiştir). Rengarenk
boyanan barakanın duvarları aynı zamanda çeşitli sloganlarla dolmuştu.
Girişin yanında kocaman bir AMELO yazısı da mevcuttu. Günümüze bu
ilk boyamalardan sadece kapının üstündeki sarı spreyle yazılmış
‘No pasaran!’ (İspanya devriminde Anarşistlerin ve/ya cumhuriyetçilerin
kullandığı ‘Geçit Yok!’) sloganı kalmıştır. Baraka daha sonra yaz
aylarında rektörlük tarafından boyanmıştır.
Baraka rektörlük tarafından boyandıktan sonra yapılan,
sözünü etmeden geçemeyeceğimiz muhteşem bir Che çizimi vardı ki
rektörlüğün gözüne batmıştı anında. Ertesi gün jandarma koruması
eşliğinde utanmazca yokedilmişti kızgın bakışlar eşliğinde.
1999 yılında çatıya beyaz sprey boyayla yazılan
büyük Amelo yazısı ise nasıl olduysa, 3-5 ay kadar durabilmişti.
Satirik Etkinlikler
95 Kaçkar
96 Elmadağ İleri Kazma (film senaryosu – dünyanın en uzun pürsiği)
96 Aladağlar (ordosluların 40. yıl kutlamaları diye sponsor bulup
zirve kirletme amaçlı yaptırdıkları metal bayraklarını golf sopası
niyetine kullanarak ve keza ordan bulduğumuz patlak tenis topuyla
golf oynayarak yabancılaşmış metalleri topluma kazandırma eylemliği)
97 Zigana Kazma (güreş turnuvası, kız-erkek karışık uzuneşek, eski
baba ipleriyle ip atlayarak ipleri topluma kazandırma etkinlikleri)
97 Işık (ilk şiir dinletisi)
98? Bolkar
99 Ilgaz (2. şiir dinletisi, 1. geleneksel yol yapımı ve viyadük
açılışı)
2000 Elmadağ Kazma (yat saatini demokratik bir kararla -0 red- ortadan
kaldırmak ve bu işten tek bir kimsenin bile rahatsızlık duymaması)
Snowboard burjuvalığına karşı SNOVMAT (matla en az 2 amelenin yaptığı
fantastik akrobatik harketler) hareketini başlatmak.
2000 Ilgaz (video aktivizm, bilinç akışı ile öykücülük-herkes sırayla
aklına gelen bir cümleyi bir öncekine mantıksal eklemeyle sarfederek
öykü oluşturma, 3. şiir dinletisi, kısa filmler: ılgaz piç project,
bayram namazı–imamın gaz’abı)
2001 Ilgaz Kazma (ünlü malzeme bilgilendirmesi-tüm zamanların en
Amele bilgilendirmesiydi, teknik-kaba dağcılık ayrımının tahlili,
tiyatro etkinliği-Dağdan Kız Kaçırma, kısa film – Kurban)
2002 Elmadağ Kazma (Eski ‘Hüseyin’in Yeri’ önünde Ankara havaları
eşliğinde donmuş sokakta hipotermik danslar-oyunlar)
Video Aktivizm, Sitüasyonist ve Anarko Açılımlar, Sanatsal
Kaçılımlar
96 Elmadağ İleri Kazma ile başlayan senaryo yazma olayı, 97’den
itiaberen kamera kullanımı, baraka çevresi ve dağlarda video aktivizm
uygulamaları ve kısa filmcilik (2000 Ilaz, 2001 Ilgaz Kazma, 2002
Elmadağ 40. yıl kutalamaları vs...)
1999 ODTÜ’deki kafa şeklindeki heykellerin renkli spreylerle punk
modele dönüştürülmesi
1997-Günümüz: ODTÜ’deki kimi ticari ve ticari olmayan duyuruların,
pankartların yeniden düzenlenmesi
Kimi tabelaların yerlerinin yeniden düzenlenmesi (Kısa film: Yalıncak’a
gidilemez-OTTÜ Bitch Project)
Malum bölümlerin duvarlarına şiirler yazmak (Ertesi sabah itibariyle
şiirler silinmiş bile olsa kimi duvarlarda silinmemiş Amelo işaretlri
bulmak mümkün)
1995-Günümüz: ODTÜ’nün herhangi bir yerinde vuku bulan bilimum açılış/kapanış-kutlama
kokteyllerini onurlandırmak, gerekirse gerginlik yaratmak
1996 ODTÜ’de son Yavşaklık Seçiminin düzenlenmesi, oy sayımı işleri
(D-Y ile ortak)
1996 (DY ile ortak) ve 1997 FA futbol turnuvasını düzenlemek
1997 Bahar Şenliğinde stadyum kapılarının kırılması ve çim sahaya
kitlenin alınması
1997 1 Mayıs’ında ilk defa Amelo pankartı altında yürümek (‘Tekmil
Cihan Ameleleri İttifak Eyleyiniz’)
1997 İzmir fuarında 9 Eylül Dağcıları ile dayanışma için yapay duvar
yarışmasına katılım ve yarışmada iddialı hale gelemden çekilme (TCDF
başkanı Karaca ile ilk karşılaşma ve yarışmayı bırakıp duvardakilerle
karşılıklı ‘Amelo-Unido-Jamas Sera Vencido!’ sloganını atmak)
1998 1 Mayıs’ında yine Amelo pankartı ile yürümek
2000’den itibaren 1 Mayıs’larda Anarşistlerle beraber yürümeye başlamak
ve uydurulan bilimum sloganı Anarşist camia ile paylaşmak
2001’de “Siyatıl, Pırag, Kebek / Anarşi Buraya da Gelecek – Amelo”
pankartıyla 1 Mayıs’a katılım
2000 AFT’ta düzenlenen ‘Dağlarda Amelo, Fotoğraf ve Kolaj Sergisi’
2001 Pürsik adlı fanzinin yayımlanması ve bedava dağıtılarak topluma
kazandırılması
2003 Anarşist futbol ligi ve bahar şenliğinin düzenlenmesi (şiir-saksafon
dinleti gecesi, taverna gecesi: piyanist şantöz AFT’tan)
2004 Kaba Dağcılığa Karşı Teknik Dağcılığın Dergisi Takoz ve Çekme
Halatı’nın yayımlanıp yine beleşe kitleyle paylaşımı.