Batıda birinci ve ikinci dünya savaşlarının karanlığında gelmişti intiharlar, bizde ise 80 darbesi sonrasında. Önce "içerde" yoğunlaştı. Ceza ve tutuk evlerindeki baskı ve işkenceleri protestolara vardı intiharlar. 12 Eylül 1980- 2000 tarihleri arasında 62 siyasi tutuklu jandarma ve gardiyanların saldırısı sonucu, 25 siyasi tutuklu ölüm orucu ve açlık grevlerinde, 68 siyasi tutuklu tedavi edilmedikleri, geç müdahale edildiği için yaşamlarını yitirirken 20 siyasi tutuklu hapishanelerdeki baskı koşullarını protesto etmek için intihar ediyordu.
Bütün ülkeyi yarı açık cezaevine dönüştüren darbeciler, yasakları, baskıları "dışarıda" da aynı yoğunlukta uyguluyordu. Beklide insanlık tarihinde tek olan bir örneği yaşıyordu yurdum insanı, kendisinin ihbarcısı, polisi, yargıcı oluyor ve elinde "yasak" olabilecek kitapları yakıyordu. Almanya'da Nazilerin yaptığı toplu kitap yakma işini bizzat kitap sahiplerinin kendisine yaptırıyordu darbe yönetimi. 12 Eylül sonrasında 650 bin kişi gözaltına alındı ve 90 güne varan gözaltı sürelerinde ağır işkence gördü. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi "sakıncalı" olduğu için işten atıldı. 18.525 kamu görevlisi hakkında soruşturma açıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi "mülteci" olarak yurtdışına gitti. Ve 12 Eylülün karanlık, puslu, pis havasını hissedenler zorlandılar nefes almakta.
12 Eylül döneminde cezaevlerinde bulundukları sıralarda şiirlerle ilgili olanların sayısı az değildir: Aralarında 1981 Ağustos'ta idam elden Mustafa Özenç örneği tek şiiri olanlarda vardır, İmam Aygün, Kenan Özcan gibi edebiyat dergilerinde hiç şiir yayınlamadan ölümleri sonrasında arkadaşları tarafından şiirleri yayınlananlarda.
Şairler, şair ruhlu insanlar, sezgileri ve duyguları güçlü olan insanlardır. Bir şairin yaşadığı dönemden etkilenmemesi olanaksızdır, daha da fazlasıyla o, bu etkileşimler üzerine var eder şiirini. Baudelaire'in dediği gibi, Şair ve şiir bulunduğu her yerde haksızlığa karşı olandır.
"Şairin tanığı olmaz! Şairler bütün cinayetlere tanıktır!" der Cenk Koyuncu, ve Gülten Akın "Ölümü sevdiği için mi öldürdü kendini / Başkasının ölümünü sevmediği için mi?" bir şiirinde intiharı seçen şairler için.
Vücuttaki antikorlar gibi, ilk virüs saldırısını fark eden ve buna karşı tepkiyi verendirler. Bundandır intihara yakınlığı, yatkınlığı. Ve en fazla şaire yakın olan ve yakışan bir ölüm biçimidir intihar. Tarihçilere bakılırsa, bırakın şairleri bir yana, şiir seven, şiirden hoşlanan ve şiiri hazzeden aklı tamamen başında biri yok bu dünyada.
* * *
"...Gün oldu
tutuklu yargılandı gözyaşlarım
bu ülkenin cuntasında
ve puntasında bir gazetenin
kilitlendi dudaklarım.
Açtım gözlerimi: Sıkıyönetim
sıkıya yönelir tim
ve hürriyete vurur
kurur gözlerimden düşen bir yaş masamda
hiç ölmemeliyim çok yaşamasam da...." Zafer Ekin Karabay
İmam Aygün
"HERKESIN BIR RÜYASI VAR
Burjuvazinin rüyası, bireysel kârı sonsuzlaştırmak
Ağan rüyası, eski topraklarını ve marabalarını yürütmek
Tefecinin rüyası, paranın faizini yükseltmek
Köylünün rüyası, karlar altındaki tarlasının iyi ürün vermesi
Meyve bahçelerinin sağlıklı olması
Politikacının rüyası, ülkede yöneten olması
Fikirlerinin maddi bir güce dönüşmesi.
Bir devrimcinin rüyası, ülkede devrim olması
Sömürüsüz, eşitlikçi, özgürlükçü bir ülkünün gerçekleşmesi
Bir ulusal kurtuluşçunun rüyası, onurun,
Ulusal düşüncenin, ulusal kimliğin oluşması,
Kendi ulusal değerlerinin serpilip gelişmesi
Kendi ulusal onurunun, ulusal kurtuluşla taçlanması
İnsanların rüyalarında başaramayacaklarını başarır.
Benim rüyamda, özgür güzel bir yaşam sürdürmek
Güzel şeyler üretmek olmalıdır."
Böyle diyordu şiirinde İmam Aygün, "Moral Değerler Denizi" adını taşıyan tek şiir kitabında. Aynı kitapta kendisi hakkında şu bilgilere yer veriliyordu:
"1950 yılında Malatya ilinin Akçadağ Ílçesi'nin Kürecik nahiyesinin Semşik köyünde doğdum. İlkokulu Semşik'te okudum. Antep'te Atatürk Ortaokulu'nu bitirdim. Adana Erkek Lisesi'ni bitirdim. 1969 yılında Í.T.Ü. Müh. Mimarlık Fakültesi Elektrik Bölümü'ne girdim. 1973 yılında siyasi nedenlerden dolayı okulu bırakmak zorunda kaldım. 1974 yılında eylemlerden dolayı cezaevine girdim. Mühebbet hapis cezası aldım. T.H.?.O davasından 16 yıl 2 gün içerde yattım."
Yaşamının üçte birinden fazla bir dönemini "içerde" geçirmişti İmam Aygün. İki darbeyi de yaşamıştı. 68 kuşağının özgürlük haykırışlarında onunda sesi vardı. Yoldaşlarının ölümleri yıldırmadı onu, devam etti özgürlük sloganlarını söylemeye ta ki 74 yılında yakalanıncaya kadar. 80 darbesi sonrasında, içeride olanların sayısı gibi baskılarda artmıştı. Baskı ve işkenceleri ile cezaevlerini ölüm evlerine dönüştürdüğü dönemde şiirleri ile direnmiş, destek olmuştu yoldaşlarına.
"Yalnızlık denizi seni yutarken Yaşamaya çabalamalısın dostum Bir yıkılmaz duvar olmalısın..."
16 yıl 2 günlük cezaevi süresinden sonra ancak 4 yıl dayanabildi. Bir gün evinden çıktı ve bir daha geri dönmedi.
"Yazdığım şiirleri bir gece Ateşe verdim sessizce Ne gelen vardı ne soran Sonra sessizce köşeme çekildim..."
diye seslendi son şiirinde ve yalnızlık denizine ulaşmak için Seyhan ırmağının serin sularına bıraktı kendisini... düşüne, yoldaşlarına kavuştu...
* * *
Kenan Özcan
"Hasat mevsiminde gözü kara çocuklar Ölümü neden seçtiler."
1959 yılında Fatsa'da doğdu. İlk, orta ve Lise öğrenimini burada tamamladı. 1979 Aralık'ında Ordu'da kaldığı evde gözaltına alındı. Fatsa davasında yargılandı.
"Bana verme sevgini;
ben istemem
bütüne ver;
ben bütünün parçasıyım
bana da düşer."
diyordu bir şiirinde Kenan Özcan. "...o duru, o güzel günlere" olan düşünün peşinde koşuyordu durmadan. Önce, Fikri Sönmez'in bağımsız belediye başkanlığına adaylığında, Fatsa halkının "Terzi Fikri" temsilciliğinde seçimi kazanmasından sonrada kampanyalarda ki çalışmaların içindeydi. "o güzel günlerin" nüvelerini oluşturuyordu Fatsa, Kenan ve "arkadaşlarının" çabasıyla. Bu çalışmalar sırasında tutuklandı, günlerce işkenceye maruz kaldı. 80 darbesini içerde karşıladı ve 81 Kasımında hakkında yeni soruşturmalar açıldı, yeni iddianameler ve yine işkenceler vardı yaşamında.
Kenan Özcan, küçük kardeşi Can'a yazdığı mektupta, şöyle diyordu: "Bu türden meselelere kafanı takarak, 'bazan ölmek bile istiyorum' gibi saçma sapan sözcükler üzerinde durmanın faydası yok. Eğer insan kendi canına kıyarak, herhangi bir olumsuzluğun ortadan kalkabileceğine inanmış olsaydı, bugüne kadar binlerce kez yakalamış olurduk mutluluğu... Bir anlık duyguların esiri olarak hareket edemezsin..."
6 yıl boyunca her işkencede sevdası canlandı, her baskında sevdasını bağırdı yoldaşlarıyla ve hep karşı koydu, direndi, izin vermedi solmasına "sol memesi altındaki cevahir"inin.
Son saldırıda itirafçılar ve işbirlikleri vardı... İtirafçı sanıkların polisle girdikleri işbirliği sonucu 1985 yılında tekrar Fatsa'ya götürülerek ağır işkencelere uğradı. Cezaevine geri getirildiğinde tek kişilik hücrelerden oluşan müşahede bölümüne koyuldu. Buna da direndi Özcan, saldırıyla karşılık verdi saldırılarına işbirlikçilerin, tek kişilik hücresinde kemeriyle... 1985 yılının 20 Ekim sabahı hücresinde intihar etmiş olarak bulundu.
"Kimi dostlarım;
En onurlu kısmında
Noktaladı yaşamını
Ya bir orman karanlığında
Ya bir dağ geçidinde
Kimi dostlarım;
Asıldı bir başka celladın ellerinde
Kimi dostlarım;
İhanet etti, tek kelimeyle ihanet
Kimi ise;
En saygınları
Zorlukları göğüsleyerek yürüyorlar
İnanıyorum ki, yürüyecekler
Yüreklerinde yarattıkları
o duru, o güzel günlere"
diyordu 19 Ekim 1985 tarihli hücresinde arkadaşları tarafından bulunan son şiirinde. Sevdasını bıraktı bizlere de. Onun şiirleri ve mektupları "Sizinle Kaldı Sevdam" başlığı ile derlendi sonrasında.
* * *
Soysal Ekinci
"...Hiç yaşadınız mı Ölümü eşikleyip eşikleyip Geri dönmenin sevincini..."
1954 yılında Kars'ta doğdu. Ardahan Yatılı Bölge İlkokulu'nu, Kars Kazım Karabekir Öğretmen Okulu'nu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Bölümü'nü bitirdi. Siyasal kimliğinden ötürü 1979-1981 yılları arasında gözaltında kaldı. 1983-1989 yılları arasında İstanbul'daki cezaevlerinde tutuklu kaldı. 1989 yılında Çağrı adlı kitabı toplatıldı ve hakkında iki ayrı dava açıldı. Şiirleri cezaevi günlerinde çeşitli dergilerde yayımlandı. 1991 yılında "susma" kararı aldı. 4 Eylül 1994 günü de yaşadığı apartmanın boşluğundan sonsuzluğa atladı. Öldüğü zaman bile kitapları ile ilgili olarak hakkında DGM tarafından açılmış iki tane dava bulunuyordu.
"...İlkel bir duygunun arkasına saklanıp da bir başına
Ufkuna yeni şafaklar attığını sanma
Düşün ve bir daha vur kendini gerçekliğin mihenk taşına
Bil ki önce bilgeyedir inanç sonra halka
Ve yine bil ki
Hala kaybetmiş değilim sana olan güvenimi
Gel deli etme beni
Bu son çağrımdır sana
Kuşan eski sıcaklığını
Şüpheyle bakma etrafına (...) Haydi sözü uzattırma bana
Kuşan eski sıcaklığını hazır ol savaşa"
"Susma kararı" almıştı belki ama yalnızca konuşmuyordu, yoksa düşlerini, umutarını, korkularını, öfkesini velhasıl bütün duygularını şiirlerine vermişti o. Çağrı şiirinde kızlara ve oğullara sesleniyordu.
"...Bir umut ver bana, artık ölmek istiyorum kanım tükendi
Tükendi yıldızımın güneşten aldığı hayat süresi
Bir umut ver
Alfistanlı kızlarımın sevdalı eşlerine ettikleri
Bağlılık yeminleri gibi
Bir umut ver, aykırı düşmesin düşlerimi sıcak tutan dağlarıma
Bir umut ver, o kızlardan biri en çaresiz anlarında
Mezartaşımın hoşgörülü huzruna sığınarak
Ve utanıp sıkılarak
Zafer şarkılarıyla dönmem için yalvarsın bana
Haydi oğul bir umut ver bana
Bir umut ver de ışıt yolumu
Ve teslimet cesedimi
Onurlu ölümlerin bedel toplayıcılarına..."
Kendi özgürlüğü için yaşamına son noktayı koyduğunda "kalan sağları" üzdüğünü düşünerek, ölümünden hemen önce yazdığı iki dizelik son şiirinde de
"Bir insanin özgürlüğü için Bin insani üzdüm beni affedin"
diyordu.
* * *
Zafer Ekin Karabay
"ASLINDA BÜTÜN MESELE NEYDİ? Hani, 'hayatın neresinden dönülse kardır' dizesi var ya Nilgün'ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara'nın 29 yaşında, S. Plath'in Şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 Şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 Şubatını seçtim. Bu yüzden 'Şubatta saklambaç'a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). Ama şimdi... ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? ( kim bilir belki kendimle barışabilseydim...) yerleşik yabancı'ydım her yere Metin abi... sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için. Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama? tüm arkadaşlarımı ve sevgilim meral'i çok seviyorum. Beni affedin."
13 Eylül 2002 tarihli, düzgün bir el yazısıyla yazılmış, altında yazarın imzası olan bir metindi bu. Henüz 27 yaşındaydı, daha iki gün önce Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisans programından mezun olmuş, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü'nün doktora programına girmesi gündeme gelmişti. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisiydi. Bu metni yazdıktan sonra, kaldığı evin odasının kapısına kemeri ile kendini astı ve kendi isteği ile aramızdan ayrıldı. Şair - yazar - akademisyen Zafer Ekin Karabay o mektubu yazdığı gün, Eskişehir'de intihar etti. Görmeden öleceğini söylediği kitabı "Şubatta Saklambaç" ölümünün üçüncü ayında Aralık 2002 de yayımlandı.
Üniversite yaşamı boyunca Bahçe, Damar, Dize, Edebiyat ve Eleştiri, İnsancıl, Islık, Kavram-Karmaşa, Kül ve Varlık gibi belli başlı edebiyat dergilerinde şiir ve eleştirileri yayımlanan Karabay, 1995 yılında çıkarılan Sanat Eylemi adlı derginin de kurucularındandı. 1999 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü'nü, 2000 yılında ise Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'nü kazandı.
"... Yaşamda düşleriyle var olmaya çalışanlar, düşlerine yönelik toplu bir saldırıyla karşılaşıyorlar. Yeni düşler ve yeni kırgınlıklar, isyanın yanına her zaman nihilizmi de bırakıyor. Ben de yaşamı herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu bir trajedi olarak algılıyorum ve dışarıdaki dünyada değil belki ama kendime dönünce nihilizmin duvarlarına sıkışıyorum. Böylece yaşamak benim için bir katlanma etkinliğine dönüşüyor...." diyordu varlık dergisinde yayınlanan bir söyleşisinde Zafer.
2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin kuşatılıp yakılması ile aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin ve Metin Altıok'un da bulunduğu 33 kişi yanarak ya da dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Zafer daha sonra bu olay üzerine "...Yerleşik Yabancı'ydım her yere Metin Abi... Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için...Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?..." diye yazacaktı Metin abisine .
2000 yılında Ceza evlerindeki koşulların düzelmesi, F-tipi ve tecritlerin protestosu vardı ceza ve tutukevlerinde. İçerdekiler önce açlık grevinde idiler tecritleri protesto etmek için, sonra ölüm orucuna çevirdiler eylemlerini. Dışarıdan da destek geliyordu onlara. Bir grup duyarlı aydın ve sanatçılar "Biz aşağıda imzası bulunan aydın ve sanatçılar, hücre tipi cezaevlerini, insanın toplumsal varlığına ve insanlık onuruna yönelmiş bir yok etme aracı olarak görüyoruz." diyerek desteklerini gösteriyordu içerdekilere. İmzalar arasında Zafer'in adı da okunuyordu. 19 aralık 2000 "hayata dönüş" operasyonu düzenlendi grevde bulunan tutuklu ve hükümlülerin bulunduğu 22 ceza evine. Tıpkı Sivas'taki gibi yanarak ve duman gazı ile 30 kişi can verdi. Bir yanı daha yara aldı duyarlı insanların, "insanca yaşam" talebi baskı ve işkence ile susturulduğunda.
"kentin baskısı kaldı bize
ve ışıkları trafiğin , ya da kazası..
oysa biz hep bir düş kazasında
yitirdik arkadaşlarımızı
karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık
o insan kalabalığındaki
son gülümsemesiydi annemizin
sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık!"
Dönemindeki devrimci öğrenci hareketine adadığı "trafik" adlı bu şiir, yitirdiği arkadaşlarına ve tüm ölen düşdaşlarına bir ağıt gibidir.
"... yaşamın neresinde saklanmalı ozan,
yada nasıl saklamalı yaşamı?"
"Onbir sağır yıldız uçuyor yuvamın ağzında Pelerinleri örtünüyor göğüslerime Onbir kulaklarımda mırıldanıyor tekerleme Süt doluyorum İncittiğim ölüm beni çağırıyor."
1978'te doğdu. İtalyan lisesi'ni bitirdi. Milano üniversitesi'nde Latin ve Fransız filolojisi, yıldız teknik üniversitesi kompozisyon bölümünde okudu. Üçüncü kuşak elektro akustik müzisyenlerden sayıldı. 1. uluslararası elektro akustik platformu'nda Türkiye'yi temsilen çaldı. Sokak performansları yaptı. Mog-music for lost geneations, author, göz, elion ve kapital isimli albümleri, lale deliliği ve kıyımın yazıtı adlı şiir kitapları yayımlandı. 4 mart 2004'te, incittiği, kendisini çağıran ölüme koştu.
Babası Yavuz Tanyeli Can'ı ve şiirini anlatıyordu:
"1978-1980 doğumlular... Bir üst kuşakla aralarında büyük mesafe olan, değişimin kullanılabilir olduğu dönem, dünya sanatının uçtuğu dönem, Türkiye'de sentetiklerin patladığı dönem... Susurluğun, eroinin, borsanın patladığı dönem... Yüksek sanatın, bienallerin, özel üniversitelerin, vakıfların, hortumların, irticanın, kaosun, trafiğin, alaturkanın, misyonerliğin, medya kirliliğinin, rüşvetin dönemi... Herkesin sarhoş olduğu dönem... Yaşadılar. Can bunu çok özel bir şekilde yaşadı. Yeteneğiyle, müziğiyle, şiiriyle... Bu kuşak çok cesurdu. Ya araya kaynayıp zengin olacaklardı, ya da bir bilinmeyenin peşine aranıp duracaklardı kendi üsluplarıyla, kendi bildikleri gibi. Ne var ki onların içinde büyüdükleri zaman, hortumun gözü gibiydi, buna kapılmamak neredeyse imkânsızdı. Olaylar gittikçe sertleşiyordu, yangın başlamak üzereydi.
Hızlı yol aldılar. Can en hızlılarıydı, tanınıyordu, seviliyordu. Sahnede idi, çok iyiydi. Kendine özgü politik düşünceleri vardı. Şöyle düşünüyordu: Politik kontrolden tamamen arındırılmış bölgelerin günümüzde var olabilme umudu kesinlikle bir bilimkurgu, salt spekülasyon olarak kalmaktadır. Kapitalist sistemin dışında var olanlar yalnız şizofrenler, düş görücü'lerdir. İşte Lale Deliliği de Can'ı sistem dışına çıkaran vesilelerden biriydi."
Can Tanyeli henüz 26 yaşında iken, altın vuruş yaparak öldü. Yıldız Teknik Üniversitesi'nin yanındaki Serencebey Parkı'nda sabah okula giden öğrenciler parkın orta yerinde, "Gökaltında serbest kalmış" bir halde yerde çimlerin üzerine yatar vaziyette buldular onu.
"O gün tanrım ölüm
Kanadım sığındığın yüzüklerden muamma dolu yüzüne
Sonra gece hep bakire
Gece gözlerin ikimizi bağırıyor yaşamın gerçekliğine
Çıplak organında kaybolurken uzak ve yalnız
Düşen bir damlayız alevler içinde
Dilimin kemiği, göğsümün kafesi boynumun iliği
Avuçlarına düğümlenir dudaklarımda aşk tebessümün şimşeklenir
Cam miğferler giyindim
Yakut şehritanrımdan
Tanrımdan gün ve orman
Seyrek ağaçlı
Zehir bahçeleri
Gün rüya görüyor
Gökaltında serbest kalmış ölümü bekliyorum
İlk aşk şarkımı düşlüyorum
O gün tanrımın ölüm."
* * *
Kemal Taştekin
"...göğü seyrettiler omuzlarında mavzerle
elleri yakın dokundular bana
Beethoven'i senfonilerde dinleyemeden yiğit gittiler ölüme
oysa sen ihanetin pençesindeydin mavi umutların İntiharında..."
Bahar aylarında doğada sıkça rastlanan, birçok hastalığa iyi gelen bir otun adıdır 'Madımak'. Ama o, bu özelliğinden çok, Sivas Katliamı ile anılır.
2 Temmuz 1993 tarihinde, Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin kuşatılıp yakılması ve otelde bulunan 33 can'ın yakılarak katledilmesi ile sonuçlanan olaylar zincirine vermiştir adını, Sivas Madımak Olayı olarak. Aralarında şairler Behçet Aysan, Metin Altıok, Uğur kaynar'ın da olduğu 33 insan, ateşlerin, dumanların arasında can verdi Madımak otelinde. Can dayanabilir mi idi buna?
"...gündüzdü
alevler İçinde bir kentti
Sivas'tı
ateşti, kan ve kül'dü
behçet'i, metin'i, uğur'u
katlediyorlardı
haber verildi
gündüzdü, yüreğimizdi
oturup ağladık, şarap İçtik
kalkıp gidecektik bu dünyadan."
Yıllar boyunca köy boşaltma, devlet terörü, operasyon, korucu, komando, gerilla kavramları oluyordu yaşanılan ve konuşulan ve faili meçhul ölüyordu insanlar güneyin doğusunda. Can katlanabilir mi idi buna?
"...her gün ve her geceydi
'kardeşlerim ölüyordu kalbimin doğusunda'
zozan'dı, dilan'dı, evin'di
vadiler ve dağlardı
yangınsız
tanrısızdık
oturup ağlamadık
şarap içmedik
kalkıp gitmeyecektik bu dünyadan"
Halkın dileğini, istemini, umudunu dile getiriyordu şair "Mavi Özgürlük" şiirinde
"...Halkım benim esaretimde
ben halkımın özgürlüğündeyim
yeryüzü suskun, öfkeli
ve özgürlüğe gebe..."
Ve fakat umudu bağırdığında duyulmuyorsa sesi, acır yüreği. Çözümü kendinde arar.
"...bir el düşünüyorum uzakta acıyı bitirecek
bir göz düşünüyorum yakında
korkuyu yitirecek
olmuyor
sonra
bir intihar tasarlıyorum
yeniden yazılıyor
yeniden anlam kazanıyor her şey
... yaşam bitti
gerçekten bitti
uykuya dalabilirsin artık..."
27 Eylül 1994 tarihinde, kendi yaşamına son verdi ve uykuya daldı Kemal Taştekin. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı 4. sınıf öğrencisi iken, kendini evinin kalorifer borularına astı. Şiirleri, Yılmaz Odabaşı tarafından Ortadoğu Diyalektiği' isimli bir kitapta toplandı.
* * * Özge Dirik
"...ölümden önceki tuzak
traji-kolik hayatımın tirajı komik öyküleri
süs arıyor bir yanım intiharlarıma
cinayet süsü..."
14 Ekim 1978'de doğdu, ODTÜ iktisat bölümünü bitirdi. Şiirleri Öteki-Siz, Pencere, Varlık, Kuzey Yıldızı, dergilerinde yayımlandı.
27 Ağustos 2004 tarihinde saat 23.30 sıralarında İstanbul'da 10'uncu kattaki evinin penceresinden ölüme atladı. Üzerinden çıkan imzalı mektupta "Kendimi cennette hissediyorum. Ölüme mutlu gidiyorum" yazıyordu. Dirik'in 'Vasiyetimdir' diye başladığı mektubunda daha önce yazdığı 30 şiirin başlıklarını sıralayıp bunların bir kitapta toplanmasını ve kitabın bir nüshasının mezarına gömülmesini istediği belirtildi. Yakınları mutlu bir evlilikleri bulunan Dirik çiftinin maddi sorunu bulunmadığını, intihara anlam veremediklerini söyledi. (29.08.2004 tarihli gazeteler )
"...Güller taşımaya başladınız vagonlarda; savaş gülleri. Su dolu vagonlara yetişmek için, nasırlaştırdınız aylak raylarınızı. Bir ucuz bilmecesine geçmişin, pazarladınız tüm sebillerini geleceğin. Sahipsiz çocuklarınız oldu, pıhtılaşmış gül yapraklarının çapkınlarından. Yoksul bir tarlaydı yüreğiniz, ne ektiyseniz; karın tokluğu biçtiniz..."
Kırılmalıydı silahlar. Miğferlerden saksı yapılmalı, çiçek yetiştirilmeliydi içlerinde. Çocuklar koşturmalı, uçurtma uçurmalıydı askerlerin talim yaptığı alanlarda.
"...Kafalarınızı kumdan çıkarıp
Namlularınıza karanfil sokun
Tek ayağıyla sek sek oynayan
Asyalı çocuğun kırmayın umudunu..."
Dayanamadı yüreği gördüğü kirli savaşlara ve histeriyle atılan savaş naralarına. Kendini boşluğa bıraktı ve en iyi bildiği yöntemle tanımladı katilini, şiiriyle.
"...ve
gömdüler beni,
öldürdükleri gibi
özenle..."
* * *
Kaan İnce
"yolun hiç de uzak değil umut biliyorum
sesin yağmurla birlikte tutuklu tel örgülerin arkasında
bulamıyorum seni beni unut gidiyorum"
2 Şubat 1970 tarihinde Ankara'da doğdu. Ankara üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde okudu. İlk şiiri 1991 yılında, Milliyet Sanat Genç Şairler Köşesinde yayınlandı. Şiirleri: Yazılı Günler, Çağdaş Türk Dili, Promete, Karşı dergilerinde yayımlandı. 1992'de Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü'nü kazandı.
1992 Ağustos'unun ilk haftasında, Gizdüşüm dosyasını yayınevine vermek üzere İstanbul'a geldi. İstanbul'da iken kaldığı Kadıköy'de, Ümit Oteli'nde şiir kitabının yayınlanacağı haberini aldıktan sonra, sabah saat 05:00 de balkonundan atladı
Şiirlerini arkadaşları bir araya getirdi. Zaman, yalnızlık, ölüm ve hüzün şiirlerinin baskın temaları oldu. Şiir Kitapları: Gizdüşüm (1992), Ka n (1997).
22 yaşında bir genç elinde bir dosya ile İstanbul'a gelir, adı 'ümit' olan bir oteli seçer kalmak için. Şiir kitabı Gizdüşüm'ün basılacağı haberini aldığı gün neler yaşadı, neler düşündü bütün gece sabaha kadar bilinmez.
"korkunun elleri yüzümü kapatsa da
biliyorum korkumun yarısı ecel yarısı umut
bu sevda benim bu ölüm de
karışmayın sakın ha hiçbirimiz
bu ince sızılı yaşam benim"
Beklide çok önceden vermişti bunun yanıtını bir şiirinde
"...Çıkrığında intihar edeceğim kuyu Zaman kuyusu, soluksuz ve ıssız İnip çıkar ölüm, durana dek yüzümdeki Sevişen kederlerle gülün gümü Adımdan çıkardım bir a Gözlerimde gezer geriye kalan"
Çok yazıldı intiharı üzerine, gerekçeleri sorgulandı, "her şeyi" olan bir şair neden seçerdi ki intiharı?.
Şöyle diyordu 'ıssızlık sürüsü' şiirinde Kaan,
Sıcak bir buğu düşürdüler ceplerinden, kışın gelişini gözlerime yıkan gölgeler, ölüme giderken. Sonuna vardım ufuk renginin, gündüz rüyalarımda gördüğüm. Gün sayıyor kör eşgalim. Sönüyor gülüşüm, gülün bağrında ikindi vakti. Zaman çağlıyor, ömrümü biçmeden. Çölde ıssızlık sürüsü gecelerim. Pencerelerden akan yollarda usulca büyüyor hüzün. İsyan dumanları. Bir kıyı, boğulduğum. Suçluyum. Talan edilmiş sokaklara yeleler taktım, yenilgilerimi asmak için. Korku salmış düş dudaklarına. Üzgünüm.
* * *
HÜR YÜMER
1955 İstanbul doğumlu. Grenoble Üniversitesi, İktisadi Bilimler Fakültesi'ni bitirdi. İ.Ü. Yabancı Diller Bölümü'nde Fransızca okutmanlığı yaptı. Edebiyat çevirileriyle tanınan Hür Yumer,
Marguerite Yourcenar'ın "doğu öyküleri" ve "bir ölüm bağışlamak" ile Danilo Kiş'in "ölüler ansiklopedisi" kitaplarını Türkçeye çevirdi. 1995 yılında "Ahdım Var" kitabı yayımlandı.
1994 de 39 yaşında intihar etti. "gidemediklerimiz" isimli şiirini Vedat Sakman bestelemiş, Hümeyra yorumlamış "beyhude" adlı albümde.
Gidemediklerimiz görüyor musunuz?
denizin ötesinde
kumsaldan hayli uzakta
bir ev var
tek pencereli bir ev
içerde bir iskemle
üzerinde gençliğim
bir yatak, bir yorgan, bir kırık masa..
bir ip sallanır boynumda.
odama sımsıcak iklimlerle geldiniz.
gözleriniz kararlıysa
sevmeye sevilmeye
bu gece sabaha dek
ipi siz çekeceksiniz.
sımsıcak deniz
g i d e m e d i k l e r i m i z
* * *
İlhami Çiçek
"...aynalar
gösterebilir mi hiç -bana sonumu
nedensiz başladım oyunculuğa
bitireceğim raslantıyla -oyunumu
dostlarım da
var -intiharlar
her akşam ıslak-yapışkan
saçlarıyla girip odama
paniğimden pay toplarlar"
1954 doğumlu. Edebiyat öğretmenliği yaptı. 1983 yılında, kısa dönem askerliğini yapmak için Tokat'a gitti. Tek şiir kitabı "satranç dersleri"nin yayımlandığı ay, Mayıs 1983'te, askerdeyken intihar etti.
Kendisi ile yapılan bir söyleşide, kendisine sorduğu soru ile 'toplumsallığı' ve bu soruya verdiği yanıtla da 'edebiyatı ve şiiri' ne kadar önemsediğini gösterir Çiçek...
"...Diyelim aykırı bir yaşam biçimine zorlanmış, belleği boşaltılmış, duyarlığı alınmış bir toplum var. Çabucak unutuyor her şeyi; baskıları, yıldırıları, işkenceleri... nasıl devindirilebilir bu toplum. Elbette sanatın, edebiyatın öncülüğüyle. Başka türlü insanı içinden kavramanın, sarsıp silkelemenin olanağı yok..."
Aynı söyleşide "... Çağımız korku çağıdır. Umut'la dengelenmediği için, erdem'e yer yok bünyesinde..." diyecekti. Ve şiirinde umudu içinde barındıranlra sesleniyordu.
"...umut kesilmiyorsa dostlarım
kesip
barikatlar kurarak kangrenli gövdemizden
şurda güneşe ne kaldı..."
ı9
* * *
ONURSAL YAKUPOĞLU
"...ey ölüm güzelliğinle ağlat beni
çıkardığında biçim giysini
kefenim olacak son sözlerim..."
Mimar Sinan güzel sanatlar üniversitesi sanat tarihi bölümünde okurken 07 Ocak 2006 cumartesi günü intihar etti. 21 yaşında 4. kattan düşen ve hala yerin altına doğru düşmeye devam eden Onursal, 3 yıl boyunca "intihar eden şairler", " edebi intiharın ebedileşmesi" başlıklarla araştırmalar yaptığı ve yazılar yazdığı bilinmektedir. Yorum sanat yayınlarından çıkan aforozmalar adlı bir şiir kitabı vardır.
'Cehennem' şiirinde İngiliz devrimci-romantik öncülerden Lord Byron, "cennette köle olmaktansa cehennemde efendi olmak yeğdir" diyen John Milton ve acısına "Uslansana, dinlenip durulsana artık" diye seslenen Charles Baudelaire ile özdeşlik kurar Onursal, ".... İçimde şeytanın kötülüğü,
İçimde Byron, Milton, Baudelaire...
İçimde esrik bir gülle uzaklara salladığım içimdedir hiçlik."
Önerilen tutsak yaşama inat, hijyenik temizliği reddeden "kirli" çocuk olmayı öngören ve bu halde kurtaran kendini günahkar yaşamdan. Baudelaire misali hem bıçaktır hem de yara, hem kurbandır hem de cellâttır, "Cellâdım ben
Ne esrik ne de özgürüm.
Bataklığıma çekilirim kâbuslar içinde.
Günahların duluyum ben,
Günahkârların lanetli tohumu.
Sevdam toplamaktır kesilen başları,
Hıçkırıklarımı duymaz hiç kimse"
Farkındalığındadır düşmanlarının, nefretin ve yaratılan korkuların "Usulca dikilsem de ben sokağa
yürüyen çıngıraklar hep peşimde
nefretin çıngırakları
beynimde sürgünden yeni dönmüş bir
aziz oturuyor
gücünü korkularımdan alan"
Don Kişot misali, Sanço Panço'lara gereksinim duymadan ve arkasına bakmadan. Umudu karşı koyuşunda, saldıran o kara görünümlü yel değirmenine, hiçliğiyle. "Dinleyin mezar gürültüsü alçalan
boşlukta gıcırdayan umut kımıltısı bu ses
bakın hiçliğime dönüşüyor karanlığınız."
Şairin intiharı tamda böyle bir şey değil midir? Bir çığlık, bir haykırış yaşamın sokak arasında duyulan, acısını, yarasını açıp gösteren, görmek istemeyen gözlere inat. Onursal yalnızcı göstermiyor, ismini koyuyor şiirin "intihar" olarak. "Ey kanımla mühürlediğim çığlık,
Çıkar at şu kalbimi gövdemden
Ki bulaşsın tozuna hayatın"
Ve babasına atfen yazdığı şiirde seslendiriyor "çözümü", ".... Özgürlüğe, sevince açılan bir penceredeyiz şimdi!
Bir kuş hafifliğinde kurtulacağız acıların dünyasından."
Ve 'Yeraltından Dipnotlar' da "belirsizliğe çekiliyorum" der ve boşluğa bırakıp vücudunu. ".... Ben bir türlü akla gelmeyen
Bir sözcük gibi
Belirsize çekiliyorum
İyi uykular dünya"
* * *
Ve daha niceleri:
Hasan Basri Alp ilkokul öğretmeni, Şair ve yazar. Ocak 1945 de İGB (İlerici Gençler Birliği) üyeliğinden tutuklanmış, İstanbul Emniyet Müdürlüğü tabutluklarında işkence görmüş. Polise göre 'dördüncü kattan kendisini aşağı atarak intihar etmiş' (27 Ocak 1945) arkadaşlarına göre ise işkence sırasında can vermiştir. Dönemin ilerici dergilerinde şiirleri yayınlanmış.
"En güzel en olgun en harikulade Meyvesini versin diye toprak Hiçbir emek esirgemedik ondan Ne zindan ne temerküz kampları Ne duvar diplerinde kurşunlanmak Ter gözyaşı ve kanla suladık onu."
"İçimize asit döktüler" diyerek genç yaşta intihar etti maden mühendisi, ressam ve şair Can İren. 1941 doğumluydu. 26 yaşında ailesinin evde olmadığı ir gün siyanür alarak intihar etti. Bıraktığı mektupta " Kimse suçlu değil, hepsini kendim hazırladım. Ben bu dünyaya uyamıyorum." diyordu.
Can İren, çevirmen Rasih Güran'ın yakınındaydı. Rasih Güran, İren'in ölümünün ardından bir yazı yazıyor ve "ölümün çare olmadığını" söylüyordu; "Yaşamın anlamsız, saçmalıklarını durmadan yaşayan ve yazan, öte yandan salonlarda ve içki sofralarında bunalım felsefeleriyle çevrelerini kırıp geçiren aydınlar geliyor aklıma. Can'ın ölümünden sonra onları başka türlü görüyorum; daha komik, daha bayağı, daha zavallı'' diyordu. Ama sonrasında 1970 yılında 55 yaşındayken kendiside intihar etti. Güran, TKP üyesi ve Nazım Hikmet'in arkadaşı idi. 'Nazi imparatorluğunun yükselişi ve çöküşü', 'ses ve öfke', 'gazap üzümleri', 'bitmeyen kavga', 'dünyayı sarsan 10 günü', 'çıplak ve ölü', 'troçki biyografisi' kitaplarını Türkçeye çevirdi. İntiharı üzerine Rasih Nuri İleri, "Rasih Güran, dostların gayet iyi bildiği etkiler karşısında, kalbinde Sinan Cemgil'in acısı, pencereden atlayıp intihar etmiştir." diyordu.
"hayatın neresinden dönersen kardır" diyen Nilgün Marmara, "kaçarken yakalar bir el amanız ta yüreğine iner insanın" diyen Hüseyin Alacatlı, "Tanrı Ölümdür" diyen Gülün İlgün, Rabia Bayraktar, Orhan Talat Şalcıoğlu, Metin Akbaş, Nazir Akalın.