"Cinselliğin
tanımı kesin olarak yapılamıyor, sınırları mutlak olarak belirlenemiyor.
Dolayısıyla, cinsellikle ilgili olan kavramların da. Neyin müstehcen,
neyin erotik, neyin pornografi olduğu dönemden döneme, kültürden
kültüre değişiklik gösterir. Ünlü İsveçli Jinekolog William Smellie’nin
1752 ylında yayımladığı Treatise on the Theory and Practise of
Midwifery (Ebelik Hakkında Kuramsal ve Uygulamalı Tez) adlı kitabının
‘dokunmayı’ ve ‘dâhili müdahaleyi’ benimsediği için birçok kişi
tarafından o ana değin yazılmış en müstehcen, en uygunsuz, en
utanç verici kitap olarak tanımlandığını Duerr’den öğreniyoruz
(1). Nitekim günümüzde eşcinsel evlilikler/birliktelikler kabul
görürken, bundan çok değil birkaç on yıl öncesine kadar böylesi
bir durumun düşünülmesi bile çok uzaktaydı. İlk porno film, daha
sonra ayrıntıları ile irdeleyecek olduğumuz ‘A L'Ecu d'Or ou la
bonne auberge’ 1908 yılında çekilirken, ‘The Boys in the Sand’
adlı ilk gay porno filmin 1971 tarihine denk gelmesi ise buna
başka bir örnek olabilir.
Kökenlerini Eski Mezopotamya, Eski Mısır ve Eski
Yunan’da bulan Batılı düşünce biçeminde, insanoğlu doğa ile ilişkilerinde
hep bir kesinliğe doğru gitmiştir. Bu kesinliğe doğru gidişe verilebilecek
en iyi örnek Aristoteles fiziğinin, önce Newton sonra da Einstein
ve Hawking fiziklerine dönüşmesidir. Bu kesinleşme, ister Thomas
Kuhn’un tanımlaması olan ‘devrimsel sıçramalarla’ isterse tipik
evrimsel yaklaşımlarla olsun, sonuçta bir ilerlemecilik içerir.
Bu nedenle, toplumlar arasında tanımsal bir ayrım yapılması gerekiyorsa
Doğu-Batı (2), Gelişmiş-Gelişmemiş (3), Modern-İlkel gibi ayrımlar
yerine İlerlemeci-Geleneksel ayrımı bana daha yakın görünüyor.
Bu noktada, ilerlemeci toplumlarla geleneksel toplumların birçok
açıdan karşılaştırılamazlığına dikkat çekilmelidir. Başka bir
deyişle karşılaştırmanın ekseni önemlidir. Doğa üzerinde egemenlik
kurmaksa bu eksen, ilerlemeci toplumlar öndedir, doğa ile uyumlu
yaşamaksa önde olan geleneksel toplumlardır; eğer her şeyi fizik
yasalarına ingirdemekse, ilerlemeci toplumlar üstün, insanı insan
olarak görmekse eğer, üstünlük geleneksel toplumlardadır. Bugün,
dünya çapında yaşanan temel sorun, ilerlemecilik kodlarının geleneksel
toplumlara zorla uygulanmasıdır.
Batıcı anlayış, tarihsel akış içinde, doğa üzerine çok çalışmasına
rağmen toplum ve insan üzerine aynı oranda çalışmamıştır. Bu boşluğu,
büyük oranda sanatın ve dinin doldurduğundan söz edilebilir. Nitekim
toplumbilimin(sosyoloji) ortaya çıkışı 18.yüzyılın başlarıdır.
O dönem Comte, yöntemsellik sorununu, fiziksel bilimlerin yönteminin
topluma uygulanabilirliğini savlayarak aşmış ve bu yeni bilime
‘sosyal fizik’ adını vermişti. Bununla birlikte, Hıristiyanlık’ta
ortaçağ boyunca yaygın olan ‘günah çıkarma’ geleneği ise psikoloji,
psikiyatri gibi insanla ilgili çalışmaların başlamasını 19.yüzyılın
sonlarına kadar geciktirmiştir. Yine, tarihsel süreçte dinin ve
tabuların baskısı altında bir türlü gelişemeyen sağlık bilimlerinin,
birçok açıdan, günümüzde bile, fiziksel bilimlerin gerisinde olduğundu
bir gerçektir.
Geleneksel toplumların, dış dünyalarıyla ters orantılı olarak,
iç dünyalarının, Beyaz Avrupalılar tarafından çok geç farkına
varılmış olsa da, ne denli zengin olduğu tartışılmaz. Yerli toplumların
dillerindeki insanla ilgili sözcükler, kavramlar, sanatsal yaratıcılıkları
bu zenginlikle ilişkilendirilebilir. Örneğin, Avustralya Yerlileri
‘Dream Times-Düş Zamanlar’da yaşarlar, onların zaman-uzam algısı
ilerlemeci toplumların zaman-uzam algısından bütünüyle farklıdır.
Kısacası, ilerlemeci kültürler için çok yeni
olan ‘insan’ ve ‘içdünya’ gibi kavramlar, geleneksel toplumlar
için çok eski, hatta onları var eden kavramlardı. Günümüzde, başta
Avrupa ve ABD olmak üzere neredeyse bütün dünyada ruhsallığa doğru
olan yönelimin nedenlerinden biri de insanın iç dünyasını, dış
dünyasına göre algılamadaki zorluğunun giderilme gereksemesi olsa
gerek. Böylece, ilerlemeci anlayış fiziksel dünyada gerçekten
de ilerlerken, ruhsal dünyada sıklıkla tıkanır; ve bu tıkanıklıkları
açma yolunda kendisine başka kaynaklar yaratır. Bu kaynaklar ‘öteki’nin
dünyasında fazlaca bulunmaktadır. Zen felsefesini kendi bakış
açılarıyla anlamaya çalışan Batılılar hakkında çok sayıda gülünesi
öykü vardır. Bunlardan biri “ (Zen) Üstad(ı) çayı hazırlayıp sunduktan
sonra, Amerikalı (konuk) her şeyin, niçin ve nasıl böylesine kesin
bir yolla oluştuğunun ayrıntılarının kendisine açıklanmasını ister.
Üstadın yanıtı ise “çay hoşuna gitti mi?” şeklinde olur. Amerikalı
“evet, harikaydı” der, üstad da “hepsi bu” diyerek bitirir. Bu
öykü bize detaylarla uğraşırken nasıl da gereklilikleri kaçırdığımız
anlatır.”(4) Bu konuya, özellikle “new age” dinlerin ve uygulamaların
yaygınlaşmasına “yeni oryantalizm” denebilir, bu konu başka bir
yazıda irdelenecektir.
Yüzyıllar boyunca, resimlerinde ana izlek olarak çarmığa gerilmeyi,
vaftizi, son akşam yemeğini, havarileri konu edinen Avrupa resim
ve heykel sanatı 20.yüzyılla birlikte Afrika, Okyanusya, Çin gibi
coğrafyaların sanatlarından beslenmeye başlar. Barrett bu durumu
şöyle saptıyor: “Buradan da anlaşılıyor ki Batı geleneğinin kuralları
artık en yaratıcı üyelerini doyurmuyor. Çağdaş resim Batılı insanın
gücünü ve hareketliliğini açığa vurduğu üç boyutlu uzaydan kendini
kurtarıyor; Batılı insanın dışa dönüklüğünün en yüce ve değişmez
simgesi olan nesneden de kendini kurtarıyor, bizim Batılı yaşamımızın
tüm akışına karşı gelerek öznelliği seçiyor.”(5) Benim için önemli
olan, biraz olumlarsak: Batının, aşağıladığı kültürden beslenmeye
başlamasıdır.
‘Öteki’nden sanatsal beslenme son yüz elli yıldır sadece görsel
sanatlarda değil müzik ve modada da yaygındır. Bir Afrika müziği
olan Cazın ortaya çıkışı başta olmak üzere dünyanın bütün tınıları,
çalgıları, ezgileri son yüzyıl içinde birbirine harmanlanmaktadır.
Böylece, bir müzik türü olarak etnocaz, etnopop gibi türler zaman
içinde ortaya çıkarak şekillenmiştir. Modacılık ya da tasarım,
yine ötekinin renklerini, desenlerini, uzam algısını kullanarak
yeni bireşimler oluşturur. Uzak doğu mekân tasarım geleneği Feng
Shui’nin son dönemin gözdesi olmasına ve özellikle takılarda kendini
gösteren etnik temalara dikkatinizi çekmek isterim.
İnsanlık tarihi boyunca toplumlar, çeşitli nedenlerden dolayı
coğrafyalarını değiştirmişler, birbirleriyle birçok açıdan etkileşim
içinde olmuşlardır. Kimi zaman Büyük İskender başta olmak üzere
ya da Roma örneğinde olduğu gibi Batı Doğu’nun içlerine uzanmış;
kimi zamansa Moğollar, Araplar, Farisiler, Türklerde olduğu gibi
Doğu da Batı’nın. Yıllar süren etkileşimlerle kültürler de doğal
olarak bireşime uğramıştır. Nitekim Batı’nın Karanlık Çağ sonrası
Aydınlanma dönemine geçişinde, Ortadoğu’da sürdürülen Eski Yunan
geleneğinin, Kuzey Afrika boyunca taşınmasının etkisi yadsınamaz.
Bu gelenek, Avrupa’da önce reform ve Rönesans, sonra da büyük
bir bilimsel dönüşüme yol açmıştır. Birbiri ardı sıra dünyanın
her köşesi Avrupa’nın teknolojik atılımının, endüstri devriminin
gereksinimi olan hammadde ve insan kaynağını sağlamak amacıyla
işgal edilmiştir. Gözlerini Protestan çalışma ahlakı bürümüş olan
Batı Avrupalıların o dönem yaptıkları yıkım günümüzde hâlâ daha
sürmektedir.
Teknolojideki ilerleme, sanat ve edebiyatta da
yansısını hemen bulur. Matbaanın bulunması kitapların yaygınlaşmasını
sağlarken fotoğrafın bulunması ile de görsellik alanında bambaşka
bir dönem başlamıştır.
İlerlemeci toplumların tarihsel dönüşümlerinde, pornografi ile
teknolojinin ilişkisi iç içe gelişmiştir, başta da sınırlarını
çizemediğimizi vurguladığımız bu iki kavramın her ikisi de Batıdır.
Böylece, nasıl matbaanın bulunmasından sonra erotik/pornografik
içerikli yayınlar basılı hale gelerek yaygın bir okur kitlesine
ulaştıysa, ilk erotik fotoğrafın çekilmesi de fotoğraf makinasının
icadından hemen sonra olmuştur. Bütün bu verilerin ışığında devam
edersek sinemayla birlikte erotik filmler, video ile video filmler,
bilgisayar ile porno oyunlar, vcd, dvd, dvix ile yaygın ve çeşitli
porno filmler yapılmıştır. Son nokta ise internettir.
Batılının cinsellik tarihi, Batılı olmayan toplumların cinsellik
tarihinden tamamıyla farklıdır. Eski Yunan ve Roma’da cinsel yaşamın
sınırlarının oldukça geniş olduğunu biliyoruz. Ne var ki, Hıristiyanlık
sonrası bu tamamıyla değişmiştir. Hıristiyanlığın, birçok konuda
Roma’ya tepki olarak gelişmişliği yadsınamaz; örneğin, Roma Hamam
kültürü tamamen yasaklanmış, bunun doğal sonucu olarak da tuvalet
kültürü başka bir hal almıştır. Buna paralel olarak da bedenine
yaklaşım ve dolayısıyla da giyim kuşam değişmiş, daha kapalı bir
şekle dönüşmüştür. Foucault bunu biraz daha açar: “Antikçağ bu
eyleme (cinsel edime) olumlu anlamlar yüklerken, Hıristiyanlık
onu kötülükle, günahla, düşüşle, ölümle özdeşleştirmiştir. Yasal
eşin sınırlanması: Yunan ve Latin toplumlarından farklı olarak,
Hıristiyanlık bunu ancak tekeşli bir evlilik çerçevesinde kabul
etmiş ve bu evlilik içerisinde de ona yalnızca üremeye yönelik
amaç ilkesini dayatmıştır.”(6) Bu karşılaştırmaya Foucault, eşcinsellik
ve bekâret gibi konularla devam eder. Ek olarak, Avrupalı için
beden utanılacak bir şey iken Doğuda böylesi bir durum söz konusu
olmadığından da söz edilmeli. Böylece, sıklıkla sözü edilen oryantalizmin
belirli vurguları daha bir anlam kazanır. Irvin Cemil’den yapacağımız
alıntıyla konuyu sanıyorum tam olarak bağlayabiliriz: “Batılı
yazarları çok meşgul eden diğer bir konunun da, Şark kadınlarının
kişisel bakım adetleri olduğunu, yani kadınların vücutlarının
‘parça’larına tam olarak neler yaptıklarına-hamamda yıkanmak,
ellere ve ayaklara kına yakmak, göz kapaklarını rastıkla boyamak,
bedendeki (özellikle kasıklardaki) tüyleri almak gibi-özel bir
ilgi gösterdiklerini belirteyim.”(7)
Bu yazı(lar)ın ana konusu kültürel bir bağlamda cinsellik algısının
açımlanması ve baskın kültür ile “öteki” arasındaki ilişkilerdir.
Tanımları çok değişken olan bu iki kavram öylesine dallı budaklıdır
ki bulaşmadığı yer neredeyse yoktur. Bu yazının akışı için de
bu dallanma budaklanma açıkça görülebilir. Bunun ötesinde, daha
da önemli olan, cinsellik tanımının, çağdan çağa değişiminin;
aynı çağda da kültürden kültüre değişimine vurgu yaparak, günümüze
ve geleceğe göndermeler yapmaktır.
Her şeyde olduğu gibi, cinsellikte de geleneksel toplum ‘yaşarken’
ilerlemeci toplum ‘kurgular’ ve zevk almanın teknolojik aygıtlarını
geliştirir. Bu yazının yazılmasındaki odaklardan biri de ilerlemeci
anlayışın geleneksel anlayışın her şeyini işgal ettiği gibi cinselliğini
de işgal etmesinin sonucunun bir “kitsch” olmasının sorgulanmasıdır.
Öteki’nin
yazınsal sunumu ve algılanmasından, önceki yazılarımızda, özellikle
oryantalist bağlamda, sıklıkla söz ettik. Batılılar tarafından
Doğu hakkında yazılanların yanında, Kama Sutra, Ananga Ranga,
Itırlı Bahçe, Binbirgece Masalları gibi Doğu Klasiklerinin Batı
dillerine çevrilmesi 19. yüzyıl boyunca yaygın bir uğraştı. Bu
çevirilerin o günün beklentileri doğrultusunda çoğunlukla da çarpıtılarak
yapılmış olduğunu birçok kaynağa dayanarak söyleyebiliriz (8).
Öteki ile ilgili ilk yargılarımız dinlediklerimizden, izlediklerimizden
ve okuduklarımızdan oluşur. Bu noktada, bilgileri bize aktaran
kişinin iyi niyet/kötü niyet çatışkısının ötesinde cinsiyeti,
ırkı, milliyeti ve ideolojisi de önemlidir. Batı dünyası Batılı
olmayan dünyayı ilk olarak askerler, gezginler, din adamları sonrasında
da yazarlar, sanatçılar ve antropologlarla tanıdı. 17.yüzyıldan
neredeyse günümüze kadar, bu yukarıda saymış olduğum kişilerin
tamamı Beyaz Avrupalı erkeklerdi. O dönem Avrupası’nda, zaten
değersiz olan kadın başka diyarlarda, öncelikli olarak bir cinsellik
nesnesi olarak algılandı. Yerli topluluklardaki çıplaklığın da
bunda ilk anda bir etkisi oldu ancak Beyaz Avrupalı Erkeğin üstünlüğü,
tüm diğer topluluklar ve elbette kadınlar karşısında, önceden
konan bir yargı olduğu için bütün söylemler bu yargıyı destekler
nitelikte olmuştur: “Bu bakımdan, Doğulu erotik yapıtların çevirileri
aynı ana iki amaca birden hizmet etmiştir: Hem Avrupalı yazarların
Şark’ta geçen kendi erotik öykülerini üzerine bina ettiklerin
temelin bir kısmını sağlıyorlardı; hem de Şark’ı belirli türden
bir mahal olarak – insanların sıkça ve Avrupa burjuva adetleri
açısından iyice tiksindirici biçimlerde cinsel ilişki kurdukları
bir yer olarak – inşa eden bir mekân teknolojisiydi.”(9)
Egemen söylem tarafından öteki olarak addedilen beyaz olmayanların,
kadınların, eşcinsellerin antropolojik alan çalışmaları yapmaları
çok yenidir.
Sonuçta, hangi sanatsal ya da düşünsel etkinlik/üretim söz konusu
olursa olsun bu etkinliği ortaya çıkaran birey, yukarıda anılan
kimliklerden kendisi soyutlayamaz. Nesnellik, içi boş bir iddia
olmanın ötesine geçemez. Etnografın kişiliğinin de başlı başına
bir inceleme konusu olması antropolojide Kulick ve Wilson’a dayanarak
söylersek ‘reflexivity’ (dönüşlülük) kavramı ile açıklanır “’biliyor
olmasının temeli nedir?’ diye soruyor insanlar, ‘Bilgisini nasıl
topluyor?’, ‘Anlatılarını nasıl yazıyor?’, ‘Kimin için?’, ‘Hangi
hususta?’ Bu gibi sorular, antropolojik nesnellik mitine öldürücü
darbeyi indirip onu çektiği eziyetten kurtararak ve antropologları,
bir sorgulama alanı ve bir metodolojik-metinsel çalışma olarak
anlam vermek için antropolojiyle ilgisi olması gereken tarihsel,
kültürel ve politik şartları gözden geçirmeye sevk ederek antropolojiyi
zenginleştirdi.’(10)
Dün bize çok garip gelen bir olgu bugün normal gelebiliyor; bugün
garip olan da yarın normal olacaktır; ya da tam tersi. 2000’li
yılların Türkiyesi’nde sadece cinsellikle değil kimlikle de derdi
olan bir devletsel/toplumsal yapının var olan çelişkilerini aşarak
yeni çelişkilere yol alması için dünyada nasıl algıladığını da
kavrayabilmesi gerekiyor. Başka kültürleri istendik doğrultuda
tanımlamak kolaydır ancak kendinin tanımlamasını başkaları tarafından
yapılmasının sonuçlarına nasıl tepki verilmelidir?
DİPNOTLAR
1. Duerr, Hans Peter, Mahremiyet, Çev. Muztafa Tüzel, Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2004
2. Burada, karşı çıktığım Doğu ve Batı kavramanlarını benim de
kullanmam bir çelişki gibi görünebilir ancak Doğu’dan anlaşılan
Orta Doğu olduğu için birçok açıdan da Batı ile kaynaktan beslendiği
için bir karşıtlık içinde duruyor gibi görünseler de Yerli toplumlara
göre birbirlerine benzerlikleri daha fazladır.
3. Bir de ‘gelişmekte olan’ aldatmacası vardır ya saçma sapan:
Un(der)developed-developing-developed......
4. Lasselle, Hugo. Zen Meditasyonu Uygulamaları, Çev. Bora Ercan
5. Barrett, William, DT Suzuki’den Seçme Yazılar, Çev. İlhan Güngören,
Yol Yayınları, İstanbul, 1997, s: 30
6. Foucault, Michel, Cinselliğin Tarihi, Ayrıntı Yayınları, Çev.
Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul, 2003, s:179
7. Schick, Irvin Cemil, Batının Cinsel Kıyısı, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, Çev. S. Kılıç ve G. Sarı, İstanbul, 2001, s:187
8. Schick, agy, “Çevirinin Cinsel Politikası” başlıklı bölüm.
9. Schick, agy s: 170
10. Kulick, Don ve Willson, Margaret, Tabu: Antropolojik Alan
Çalışmasında Seks, Kimlik ve Erotik Öznellik, Öteki yayınları,
Çev. Hüseyin Oruç, Ankara, 2000, s.16