SAYI 67 / 05 ARALIK 2005

 

T... KÖYÜNDE


Metin Aydın
metinaydin21@mynet.com



Y
aklaşık iki yıldır Devletten atama bekleyen biri olarak, nihayet sözleşmeli bile olsa, Mardin’in uzak bir köyünde öğretmen olarak göreve başladım. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yapmış olduğu dandik bir kura sonucu da T...Köyü’ne geldim. Aslını isterseniz, evdeki hesapla benim düşüncem tamı tamına örtüştü: Kendimi dinleyebileceğim, oturup adamakıllı okuyup/yazabileceğim bir yer arıyordum zaten.

İkisi evli, toplam 14 öğretmeni olan 8 derslikli okulu ile, sanırım, 300 hane bulunuyor T... Köyü’nde. Pek öyle ahım şahım bir yer değil, sanırsınız dış görünüşüyle birinci cihan harbinden kalma bu köyün, çoğu kerpiçten olma evlerin içindeki modern eşyaları da görünce, insan afallayıp kalıyor. Bu denli keskin bir uçurum olamaz diyesi geliyor gelmesine de, durum tek kelimeyle böyle.

Köylülerle daha doğru dürüst bir diyaloğum olmadı. Bir tek okulun müstahdemlik işlerine koşan M.Efendi ile tanıştım. İlginç olan şu; Milli Eğitim müdürlüğünde kendisiyle ilgili resmi tek bir kayıt bile geçmeyen müstahdemimiz, Okul Müdürümüzün şahsi inisiyatifi ile, öğretmenlerden her ay başında gönüllü olarak alınan 20’şer milyonla, okulun temizlik işleri bu şekilde gördürülüyor.
Fotograf: Deniz Gördük


Devlet denen sorunlu babanın, hanidir asli görevini tavsayıp, iki-üç lokmaya talim ettiği muallimlerine, kendi sorumluluk mahallindeki işleri yaptırdığı, aldığı kıt maaş ve verdiği vergiler yetmezmiş gibi, Anadolu’da günübirlik ve de pek üzerine vazife olmayan işlere milleti uğraştırmanın adı da İmece oluyor işte; alın da başınıza çalın imecenizi emi!

Sırtına geçirdiği hırpani kaftanıyla Arap şeyhlerini andıran (köyün bir kesimi Arap aşiretine mensup) M.Efendi, öğretmenler odasındaki semaveri daima açık tutup, her ders çıkışı o güzelcene demlediği çayları da kendi elleriyle buyur ediyor bize. Adam ne yapsın... Tek geçim kaynağı biz öğretmenlerden aldığı paralar olan bu adam, aldığı bu paraya layık olmak için abartıyla karışık bir efor sarf ediyor.

Bir de B.’le tanıştım. Elinden her türlü iş gelen B.; bu köyün, sonradan öğrendiğim kadarıyla, tek teknik elemanı olmaya namzet. Tavuk kümesine benzeyen iki göz odamın (tek göz neyine yetmezdi sanki!) elektriğinden tutun da, pencere camlarına, oradan giriş kapısını bir çırpıda onardığını görünce, doğrusu, çok şaşırdım. Nasıl şaşırmam ki, ben gibi, daha tornavida ile bir cıvata bile sıkmamış bir teknoloji cahiliyseniz, ağzınız açık kalırdı tabii ki B.’nin yaptıklarına. Yok, o kadar da değil, hakkını yememeli, bizim teknik eleman B. işinde gerçekten de mahir. İki yıl kadar önce evlenmiş olan B.'nin çocuğu yok. Evime geldiği o ilk gün, kısa sorular sorup daha çok kendisini dinlemek mecburiyetinde kaldığım bir an, laf olsun diye, kaç çocuğunun olduğunu sormuştum. Sormaz olaydım. Çocuğu olmuyordu. Utana sıkıla ”Allah’ın takdiri Hoca” dediğinde nasıl yerin yedi kat dibine girdiğini içim sarsılarak hissettim. Ben bile ”Çocuğum yok” cevabının söylenirken yarattığı psikolojik havadan etkilenmişken; bu köy koşullarında B.’nin yaşadığı tufanı tahmin edebilirsiniz.

***
Üç gündür köyün semalarında, kamçı sesine benzer bir ses çıkartan, yağmurla karışık esen (ne esmesi gürleyen!) rüzgar, bir türlü durmak nedir bilmiyor. Bugün ise, tek saatlik bir ders için okula gittiğimde, anladım nasıl bir kızılca kıyamet koptuğunu. Suratıma sille gibi çarpan yağmurdan korunmak için götürdüğüm şemsiye kafi gelmedi. Daha okul yolunu yarılamadan iki yerinden kırıldı şemsiyem. Toprak damlı evlerinde koyun koyuna pinekleyen köy eşrafının meraklı gözlerle pencere aralığından beni dikizlediklerini de görüyorum. Yağma yok, bu densiz yağmura şehit vermiş olsam da şemsiyemi, kolay pes etmeyeceğim öyle... Tökezleyip düşmek yok, o meraklı gözlere laklak yapacak malzeme vermeyeceğim işte! Çok beklersiniz düşmemi, çok!

Biraz evimden bahsetmeliyim: Civar köylerden ilçeye tek geçiş noktası üzerinde kurulmuş eski bir sağlık ocağı olarak kullanılan bu tek katlı evimizle köy evleri arasında bozuk bir toprak yol geçmekte. 10 yılı aşkındır bu eski sağlık ocağını öğretmen evine çevirmiş bizim öğretmenler. Benim kaldığım oda ise, haki renkli bir kapıyla diğer odalara karşı bağımsızlığını kazanmış yeni bir cumhuriyet gibi duruyor. Ev içinde yeni bir evcik gibi duran evim(odam mı demeliydim?), ev içi kimi problemlere de her hal katlanmak zorunda. Hem şimdi ev biçimi verdiğim portatif odamın holü hem de kış olduğundan dış kapı aralığına kiler niyetine koyacağım (ve elbet yemek pişireceğim bu yer) yiyecek erzakımla tuvalet kapısı arasında bir adam boyu kadar aralık durmakta. Bu fare kapanı gibi odada; şu an yazı yazdığım yeri de çalışma yeri kabilinde kullanıyorum.

Dört gözü olan bir elektirikli sobam, anteni kırık ama radyosu da çalışır durumda olan bir teybim, küçük bir tüpüm ve daha ya bismillah derken gazi olan şemsiyemle birlikteyiz. Yere serdiğim yorganla döşeğimi köşeye bir yere koydum ki, pencere aralığından (B. Macunlamıştı cam aralıklarını, hava bile içeri girmez dediydi ) sızacak muhtemel yağmurun gazabına yeniden uğramayayım diye hazırlıklıyım artık: Hadi hayırlısı!

Yağmur, adam gibi yağsa (nasıl yağılır ki adam gibi?) şu densiz yağmur; belki de pencere aralığından su sızmayacak. Namussuz; elinde kocaman bir su hortumu var da habire pencereme püskürtüyor sanki... Az önce yeniden pencere önünü küçük bir gölet haline sokan yağmur suyunu temizledim. Tetikte olmam gerek; dün gece gafil yakalanmıştım yağmura.

Nereden bilebilirdim ki; dışarıda lir çalan bir sanatçı elinden çıkmış gibi yağan yağmurun sesindeki o enfes güzelliği; sahnesi koca bir gökyüzü olan büyük bir salonda, derin bir huşu içinde dinleyip kendinden geçen ben; sabah derse yetişmek için kurduğum saatin çın çın ötmesiyle uyandığımda, pencere önüne bıraktığım ikisi ütülenmiş gömleğim ile bir kışlık kazağımın nasıl da su içinde yüzdüğünü irkilerek gördüm.Bu da iyi; ya o içeri giren suyu sünger gibi iç etmeseydi yünlü kazağımla ütülü gömleğim, şimdi batan bir gemiyi terk eden kaptan da olamayacaktım; zora gelemeyen minik bir fare gibi gerisin geri tüyerdim Alimallah!

***

Medeniyetle arasında aşılmaz bentler gibi duran bu köy yerinde, daha bir haftam bile dolmamışken; ve geldiğim günden beridir yüzümün sol tarafında hissettiğim bir ağrı ile başımın dönüp durması, iflahımı kesip, büsbütün yordu bedenimi. Ağrı kesici ilaçlar da aldım fayda etmedi. Dört ayağımın üstüne hiç düşmeyecek miyim? Hayalini kurduğum bana ait bir odam ve enfes bir gökyüzüne eşlik eden böylesi şirin mi şirin bir mekan değil miydi tek utkum? Tam da işler rayına girdi derken, baş ağrılarımın bedenime yaptığı bu nankörlük neyin nesi?

Olsun!

Köylülerin dediklerine bakılırsa; bu köye ilk ayak bastığım gün itibariyle, son yılların en soğuk kışı da en soğuk yüzünü göstermiş. Bütün bu olumsuzluklardan kendime yontabileceğim megolomanca bir mana da çıkarabilirdim pekala! Hep yalan yanlış kendime ettiğim küçük iftiralarımla artık kesinlikle yüzleşme vaktim erişti ama! Yelkenlerimi vaktinde rüzgar(lar)a açamadığım ve doğru zamanlarda attığım yanlış hamlelerimle şimdi baş başa kaldığım bu köydeki ilk haftamda bile, gardımı iyi alamadığımı, sürekli adet ettiğim üzere, küçük yalanlarıma bir korkak gibi bel bağlamanın çıkar yol olmadığını göremiyor muyum? Artık neyi görüp neyi görmezden geldiğimin de pek bir anlamı yok. Ki yalnızlık denen o büyük ve de yumrukları pek sıkı mefhumun karşısında köşeye sıkıştım galiba. Ya adam gibi bir yüzleşme hasıl olacak kendimle ya da sıkıştığım köşede hayat denen o büyük hakeme de sayı saydırtacağım en nihayetinde. Bu yakıcı gerçeğin bedenimi durmadan dövmesi karşısında şimdi ringden kaçmak olmaz. Belki de bu kavgaya bile isteyerek ben kendim girdim. Giderayak kötürümleşen bu kısırdöngü içinde debelenip, daha fazla kendime iftira atmayla da hiçbir hiç bir kapı açılmayacak. Tam tersine, yeni yeni kapılar kapanacak yüzüme. Tek çarem; bu kötürümleşen cerahati keskin bir bisturi ile tez elden deşmek... Yoksa, bu irin beni büsbütün çirkinleştirmekten başka bir işe yaramayacak.

Heyhat! İnsan kendisiyle yüzleşmekten niçin korkar? Ve kendi içinde usulcana gezinen o gözü kara şövalye neden ayağa kalkmaz? Varsın; içerimdeki yel değirmenleri nedamet getirsin, yetmedi mi korkularımın ürünü olan şu ayaklarımda şakırdayıp duran zincirlerim?

Yeter artık!

***

İki gündür karla karışık yağan yağmurdan şimdi eser yok. Dört nala bir sevişme sonrası dinginleşmiş ve bütün çıplaklığıyla sere serpe uzanmış bir kadın gibi kendinden geçmiş bu bitimsiz arazi içinde insan doğayla daha bir haşir neşir mi olur ne? Hiç bu kadar güzel doğmamıştı sanki güneş. Ya dün akşam haşarı bir çocuk gibi Dünyamıza nanik yapan o harikulade Ay. Dönüp kimsenin baktığı yok bu güzelliğe. Belki de ondan; bu denli rahat açılıp saçılması Güneş’le Ay’ın. Bizim köyün semalarında ıpışıl elbiselerini gardıroptan çıkarıp soyunan sevgililermiş gibi çıkıyorlar huzura. Bu güzelim renk cümbüşü içinde börtü böcekten tutun da silme canlının birlikte halaya katıldıklarını sanırsınız. Sanırım, bu güzel armoni içinde akordu bozulmuş bir enstrüman gibi sırıtan birileri varsa, o da köylüler. Ama, haksızlık etmemek lazım; çiçek kokulu çocuklarla ellerinde acının en alası nakşolmuş kadınları dışında tutmam gerek...

Bu güzelim günde, ciğerlerimi temiz havayla doldurayım diye lojman bozması binamızın etrafında dolanıyorum. Niyetim; güneşin aşka gelip toprakla terütaze seviştiği bu öğle saatinde, karınca yuvaları varsa eğer, ki yeryüzünde tamtakır işleyen bu içgüdüsel hayhuyun içinde bir garip fani olarak, kurulmuş bir saat gibi takır tukur çalışan işçi karıncaları seyre dalmaktan büyük keyif alıyorum. Bazen materyalistlerin ütopyası diye doktirinleşen, Proleterya Diktatörlüğüne, bu işçi karıncaların esin kaynağı olduğu/olabileceği fikri de aklıma bir soru işareti olup takılıyor... Yok, karıncalar bizim sağlık ocağı bozması tek katlı binamızı pek beğenmemiş olacaklar ki hiç yoklar. Yoksa, şu bizim karıncalar anarşist mi ne, devletin olduğu bu yeri pek tınmıyorlar da? Haksız da değiller yani; yaşasa yaşasa 657’ye tabi, devletin ali menfaatine koşulmuş bendeniz gibi memurlar, bir gün aç bir gün tok ancak yaşar.

İki tane semiz tavukla yan yana grup şeklinde gezen hindilerden başka kimse bulunmuyor, etrafı duvarla çevrili bu açık cezaevi görünümlü tek katlı binamızda. Hemen karşımda, odamdan içeri girecekmiş gibi sarmaş dolaş biçilmeyi bekleyen, bir adam boyu kadar uzamış mısır tarlası; ”Merhaba Hoca” der gibi bakıyor bana; ben de içimden, Merhaba,Mısır Kardeş! ” diyorum O’na.

***
Biraz da şu yandan çarklı okulumdan bahsetmeliyim: 8 derslikli okulumuzun 4 yıllık bir geçmişi var. Okulun paragöz mütahiti , çimentodan tutun da demirine kadar ne kadar kısmışsa o kadar kalmış okulumuz. Etrafı taşlarla işaretlenmiş okulun anayol ile arasında boş bir alan bulunmakta. Yani, okulun bahçesi olacak yer ile(etrafı çevrili duvardan mahrum bir okul bahçesi bizimkisi) anayol birbirine karışmış. Kurulması lazım gelen bahçe duvarı da yıllardır yapılmadan bırakılmış. Sınır olarak ayrılan yolda (civar köylerden geçen taşıt trafiği hap canlı zaten) bazen sınır ihlalleri de olmuyor değil. Okulun tuvaletlerini bok götürürken (nedense sürekli tıkanıyor), soğuk hava deposu işlevi gören derslikleri de cabası. Derslikler ısınsın diye giriştiğimiz soba yakma teşebbüslerimiz, mezarlığı seyran yeri olarak anlayan köylülerce okul gene yanıyor! olarak anlaşılıyor. 500’e yakın öğrencisi olan bu ilköğretim, diğer köylerden taşımalı olarak gelen öğrencileriyle bir curcuna ki o kadar olur!

Az önce annemi aradım. Bu köyde cep telefonları da pek çekmiyor. Zar zor konuşabiliyor insan. Sabahçı horozların kalk borusuna benzeyen sesleri geldiği bir vakit aradım annemi. Nedense o saatte iyi çekiyor telefonlar. Ne alakaysa! Şaşırmıştı şeker annem, kendisi hem şeker hastalığından muzdarip, hem de bütün anneler gibi şeker işte. Bu iki özellik bir araya gelince ortaya şeker annem çıkıyor. Onu sık aramadığım için; ”Hayrola, rüyanda mı gördün?” dedi. Bende de nabza şerbet laf gırla olduğundan, annemin bu serzenişli sorusunu: ”Hem gece hem de gündüz rüyanı görüyorum şeker anne!” dememle yelkenleri yere indirdi zavallı kadın. Anneler niçin böyle ki; 34’üne merdiven dayamış ben gibi orta yaş sınırında seyreden evlatlarının bile artık büyüdüklerini göremiyorlar mı? Annemin ilk göz ağrısıyım ya ve daha mürüvetimi de göremedi, bütün mesele bu işte, ”Evlen artık” diyor da başka bir şey demiyor kadıncağız. Kısmet-nasip gibi yuvarlak cümlelerin, tekrar tekrar havalarda uçuştuğu, telefonun çekmediği bu iki arada bir derede kalmış köyde, bir başka görüşmeye kadar nihayet noktalanıyor konuşmamız.

Bugün Pazar. Saat 13:00’da A. Hoca’yla okuldayız. Diğer öğretmen arkadaşlar ilçeye indiler. Bizim köyde kalma sebebimiz, son iki üç haftadır köylülerle birebir yaptığımız görüşmelerimizin semeresi gibi olacak. İkimiz de heyecanlıyız. Çocuklarının eğitimiyle doğru dürüst ilgilen(e)meyen köylülere, Hz. Muhammed’in okumaya dönük veciz sözlerinden start alıp, yörede epey müridi olduğunu bildiğim Said-i Nursi’yle tamamlıyorduk, biraz da ajitatif bir retorik üzerinden gelişen sohbetlerimizi. İstisnasız her gecenin ilerleyen vakitlerine kadar, sigara-çay eşliğinde, kimi zaman oldukça da hararetli geçen tartışmaların sonucu, çocuklarını (salt erkekleri değil kızlarını da) okutacakları sözünü alınca, sağlık ocağı bozması evimize, izin isteyip gidiyorduk.

Bütün her yeri salt pamuk ve mısır ekimine ayıran bu köyde, ağaca rastlamanız imkansız gibi... Mezarlık ve camii avlusuna tek tük çam ağaçları eken köylülerin, yersiz yurtsuz bu köyün doğal sakinleri konumundaki kuşlarının da zorunlu mekanı haline gelmiş. Anlayacağınız; cümle kuşlar da mecburen mümin!
Bilmem gerek var mı; anladığınız gibi, bu köyün genel eğitim durumu; eksi sıfırlarda seyrediyor. Bu sebepten olmalı okulumuzdaki genç dimağların gelecek kaygısı da birebir eğitim üzerinden, cevabını arayan bir soru olarak havada kalıyor: Pamuk tarlasında maraba diye çalıştırılan ve su kuyularının başında kendi geleceklerini karartan bu kör mekanizmanın kırılgan dişlileri olup çıkıyorlar karşımıza, bu küçücük canlar. 500 öğrencisi olan okulumuzdan bugüne kadar bırakın doğru dürüst bir üniversiteye gideni, daha liseyi bitireni bile parmakla gösteriliyor. Lise okumak için ilçeye inmek gerekiyor. Sırf bu yüzden, öğrencileri yakın markaja alarak, pamuk tarlası ve kuyulardan almak adına, şu arkamızda bıraktığımız üç haftalık zaman zarfında köylüyü evinde ziyaretlerle ikna yoluna girdik.
***
Milli Eğitim prosedüründe olmasına rağmen, işlemeyen psikolojik danışma merkezini gönüllü olarak üzerime aldım. Almanca öğretmenliğinden mezun ama aldığı 40 kredilik İngilizce formasyonuyla, çat pat bile olsa, verdiği İngilizce dersleri yetmezmiş gibi; bu yandan çarklı okulda, şimdi de psikolojik danışmanım. Her biri, güneşten kopmuş ışık parçacıkları olan bu küçük yüreklerin, pamuk ve kuyulardan kaçma niyetiyle sığındıkları bir sığınma yurdu hüviyetini almış okulumuza; sabahın köründe gelen ve gözlerinden uyku damlayan bu veletlerin, üç beş kuruş fazladan para kazanma derdiyle, beyinleri hepten kötürümleşmiş ailelerinin, sadece lakırdı olmanın ötesine geçemeyen kimi klasikleşen serzenişleri de (çocuk zaten okumayacak! Okutmayacağız hoca! vb.) sessiz ve derinden giden propağandasını sürgit yapıyor. Yok öyle değilse; niçin bu zavallı çocukları (kendi çocuklarını) önemsemez köylü? Her neyse, kıyısından bir yerden başlayalım dedik bir kere, ya çocuklar gelecek okula ya da biz getirteceğiz çocukları okula. Bu kararlı tavrımızın öğrencilerin üzerinde etkisi beklentimizin üstünde oldu. Şu bizim danışmanlık merkezi; halihazır okula gelen bütün öğrencilerin tek uğrak yeri konumuna getirilerek taçlandırıldı. Böyle olunca da, kimi öğretmenlerin rahatsızlıkları ayyuka çıktı. Olumsuzlukların ahtapot kollarının hani neredeyse hadım ettiği çocuklarımızı, okula, (belki de danışmanlık merkezine demeliydim) şevkle ilgili kılması, etlisine-sütlüsüne parmak oynatmayan öğrenci velilerinin ve bu hımbıllıklarını dolaylı olarak besleyen, hindi ziyafetleriyle de beslenen (öğretmenlerin artık köylünün yemek davetlerine gelmeyeceğini her evde de üstüne basa basa kendim söyledik bi de.) hem öğretmen ağırlamayı marifet sayan köylünün hem de kimi öğretmenlerin rahatı kaçtı tabi ki. Bu somut değişikliğin öğretmenler arası kutuplaşmayı tetiklemesi fazla sürmedi. Yok danışma merkezi bir uzman tarafından yürütülmeliymiş diyen öğretmenlerimizden, iki-üçünün dışında, daha kendi ders saatini bildiklerini bile sanmıyorum. Ama ne hikmetse, şimdi birer psikiyatr olup çıkabiliyorlar. Bu kutuplaşma, beraberinde çatışma ortamı sağladı, ipler koptu kopacak dediğim bir zaman içinde hepten koptu. Ya aklınızı başınıza devşirirsiniz ya da bu devran böyle gitmez diye son sözü de söyledik birbirimize...

Köylülüğün ne menem bir melanet olduğunu, yaşadığım bu kısa zaman içinde sıcağı sıcağına fark ettim. Ne bir kitap anlatabilirdi burada gördüklerimi, ne de görse bile inanırdı buna gözlerim. Bu köyde sarf ettiğimiz her kelimenin altını doldurmak için referans aldığımız ilmi ve dini şahsiyetlerin veciz sözleri kulaktan kulağa yayıla dursun, özelde şahsım üzerinde yaratılan abartılı övgülerin haddi hesabı olmadı. Bu yeni gelen hoca, ”Bu devran böyle gitmez” demiş, yok ”Siz yerinizde dursanız bile dünya gene dönermiş” diyenlerinden (ah Galieo! neylersin işte, daha aynı komiklikler sürüyor!) tutun da bu komikliklerin ilginci ise ”Bir islam alimi imiş şu yeni kürklü hoca” demeleri idi. Benimde bir kürküm vardı, evet, bu topraklarda efsaneleşen Lawrence’ın Arap Halklarıyla kurduğu o sıcak dili, bir ajan retoriğiyle değil de, işimize yarayan tarafından ben de kullandım; ama idealist bir münevver olarak… Arkamızda İngiltere de yoktu!
Bence en matrak olanı da bu idi işte; bir bilim yuvasında hafif efsanevi bir hava içinde yol alıyordu bizim kervan. İyi gidiyoruz şimdi. Aslını sorarsanız; bu köye gitmeden önce, hiç kimseyle tek kalem olsun tartışmayacağıma dair sözler vermiştim kendime. Dananın kuyruğu bu çocukları görünce koptu. Susup, bir yerde kunt bir taşa dönüşmüş şu kötürüm sistemin ekmeğine ne yağ sürmekti derdimiz ne de onu alaşağı edip değiştireceğiz diyorum. Lakin, bu yangın yerinden, ilgiye üst düzeyde gereksinim duyan bu dünyalar tatlısı nekes çocuklardan, bir kaçının bile olsun sırtını doğrultabilecekleri bir umut ışığı yakalaya bilir miyiz diye velveleye veriyoruz ortalığı. Bu naif telaşımızın, bırakın bu yapıyı değiştirmeyi, yerinden bile kıpırdatmaya dahi yetmeyecek biliyordum... Durum böyleyken, yanından yöresinden artık kırabileceğimiz kadarını kıracağız bu devasa taştan kulenin.

Hani, bir kalede müebbet tutsak bir adamın hemen dibindeki akan dereye ulaşmak için, gün yirmi dört saat kalenin tepesinden, koparabildiği taşları tek tek söküp dereye attığı bir masal vardır; bu olmaz durum karşısında, suyun bir gün dile gelip, ”Ne yapmaya taş atıyorsun ki be adam? Böyle yaparak özgürlüğüne kavuşacağını mı sanıyorsun?” demesine üzerine; kuledeki esir adam: ”Benim şu attığım taşlar beni hem biraz daha dereye (özgürlüğüme) yaklaştırmakta hem de taşların suda çıkardığı ses kendi susuzluğuma iyi geliyor” demiş. Bizimkisi de o; bu köyde yapmaya çalıştıklarımız, evet, iğneyle kuyu kazıyoruz; kocaman sondaj makineleriyle açtıkları kuyuların başında bekleyen köylülere inat!

***

300 haneli T... Köyü’nde bir evin damına minare konularak yapılmış eski camisi ile şaşaa olsun diye yapılmış izlenimi veren, köy halkının on misli cemaati toplayacak yeni camiiyle bizim yandan çarklı okulumuzu kıyaslamak değil niyetim. Lakin, ahretine kendilerini adamış köylüde neden nefsini terbiye etmiş bir mümin asaleti göremiyoruz? Evden olma caminin reformcu imamının (kendisine İnternet’çi hoca diye de laf eder köylü), insanların cehaletlerini din kisvesiyle örtmeye çalışmamaları gerektiğini ve kendi dinlerinin böyle olmadığını vaaz ettiğini kulaklarımla duydum. Ne derseniz deyin; ”İlim Çin’de bile olsa gidip alın” diyen bir Peygamberin ardından gidenlerin, cehalet sıtması da diyebileceğim bir şekilde yaşamalarına gönlüm el vermiyor. Cehaletin dini imanı olmadığını birileri söylemeli bu köylü milletine. Ezber biatlarla bir yerde meczuplaşan bu insanların, ilim irfandan bu denli uzak durmaları da hayra alamet değildir. Allah’ın işine karışılmaz deyip körü körüne inanan bu zavallı insanlarımıza, bu dinin ilmini bilen alimler, nasıl olacak bilemem, yol yordam göstermeliler. Bu cehalet peçesini aralayacak aydınlık yüzlü insanlara ihtiyaç duyulduğu bir şekilde çığırmalı! Bu kör cehaletin açtığı kara delik hepimizi içine alacak böyle sürerse... Kız çocuğunu okula göndermeyi günah addedenin inancından şüphe etmek ve onlara, Hz. Ali’nin, ”Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” veciz sözünü, nerede bir köy varsa artık, dağına taşına kazımalı diye düşünüyorum. Korkum o ki, yarın çok geç olmasın!
***

Diğer evli öğretmenlerin kaldığı- ki eskiden okul olarak kullanılan- evlerin dışında; sağlık ocağı bozması lojmanımızda ben dahil 7 öğretmen kalıyoruz. Benim kaldığım odanın nev-i şahsına münhasır bir yanı var: Bir başıma kalıyorum. Kabımı kacağımı ortak kullanım alanı tayin ettiğimiz bir mutfak ve her daim sıcak tutulan şofbeni de olan bu çok odalı evde sürekli birlikte kalıyoruz. Bir yerde komşululuk hukuku ile bir arada kaldığımız bu bana ait odacığımda, zaruriyet kabilinde, birlikte günlerini dolduran diğer öğretmenlerden bağımsız yaşıyor oluşumun keyfine diyecek laf bulamıyorum. Oldum olası hazzetmem şu bir arada ve hani neredeyse kurulmuş saat gibi ağır işleyen yeknesaklığı. Odacıklarında gün sayan (ilginç olanı; gerçekten asker öğretmenlik yapıyor bir öğretmenimiz) komşularımda istisnasız her gün birinin, gece çay servisine kadar sürecek olan ev işleriyle hasbıhal olduğu bir kısır döngü terennüm etmekte. İnsani yönlerinin güzelliğine rağmen bu planlı programlı ev nizamı belki pratik manada kolaylık sağlıyor sağlamasına da, kendiliğinden ve doğal seyretmeyen her şey gibi, sudan sebeplerle çoğu zaman ortalık saman alevi gibi de parlayabiliyor.

21.Y.Y’da pek para etmeyen evlilik kurumunun 7 erkek öğretmende naylon bir evlilik havası veren ortamında olabilecek muhtemel tatsızlıkları da ucu ucuna bile olsa dengeleyebiliyor. Aile içi şiddetin biraz da komik diyebileceğim kimi nosyonlarına benzer fırtınalarda kopartılabiliyor bir kaşık suda.
Bizde de koptu Fırtına...

Evin genel hukukuna zorunlu tabi olan ben, sigara içen iki öğretmen üyesi ile komşularıma misafir olduğumuz bir gün; birbirinin ardından tellendirdiğim sigaralarla, nereden bilebilirdim ki, bir küllük sorunu yaşayacağımızı... Bir yerlerden patlayacaktı şu sallapati oluşturulmuş öğretmen ailesi (hepsi de erkek zaten), tetik boşluğunda gidip gelen parmakların, silahı ateşlemesiyle küllenmeye bırakılmış bu zorunlu birliktelik, bir küllük meselesi olarak çıktı ortaya. Burada kalsa iyi, artık nur topu gibi büyüyecek olan şu küllük sorunu derin mülahazaların merkezine oturacak kadar da dallanıp budaklanacaktı...
Sigara içen öğretmenlerin içmeyenlere karşı hasmane duygular içinde olabilecekleri, ya da ne zamandır evde olmayan küllüğün, neden olmadığı gibi sorular; dozu tutturulamamış pespaye bir üslupla daha da şiddetlendirdi bu sorun bile olmayan sorunu. Sigara içmeyen öğretmenlerin, özellikle de felsefe bölümü çıkışlı olanının, doğru sarf edilmiş lakin yanlış mekanda hedefini bulmayan helezonik sözleri de kafi gelmedi ortalığı yatıştırmaya. Konuşmasını Problemli dil ve Şiddet eksenine oturttuğu fikirlerin sahibi olan, kendisi de sigara içen felsefecimizin; namazında niyazında olan diğer 3 öğretmeni pek ikna edemediği ama söylediklerinin ehven-i şer denecek bir boylamda seyrettiği görülüyordu. Ama pek ikna olacağa benzemiyordu şu sigara içmeyen triyo.

Dikkat ettiyseniz eğer, bu aile hayatı sürme zaruriyetine inanmış aileciğin ne sigara içenlerinden ne de içmeyenlerden yana olan tek fenomen bir üyesi; ki bu dünya yüzünde, yarın öbür gün evlenmeyi düşündüğü sevgilisiyle birlik, kendinden bile çok sevdiği arabesk türkücüsüyle kafası hayli dumanlı bu kardeşimizi bu eve duhul etmeseniz de olurdu. İki tarafı da dinlermiş gibi yapan bu Hoca Nasredin’den icazet almış arabeskçi öğretmenimin, sigara taraftarı ve karşıtlarına, ”Benden ne istiyorsunuz yahu! Bırakın da Ferdi Baba’yı dinleyeyim” diyordu sadece. Aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyıktı; iyisi mi iki tarafa da haklısınız deyip durumu idare edecek mavi boncuklar dağıtmaktı. O kadar kolay sıyıramıyordu işte! Taraf olmalıydı. Olmazsa olmazdı... Denge onun tutacağı tarafın ibresini yukarı çıkaracaktı. Taraf olmayacağını belirtip tarafsızlığa taraf oldu şu bizim Arabesk Öğretmen.

İki üç haftalık aile içi kavgaların ikisine kulak misafiri olan komşuları olarak ben; ”Gelin canlar bir olalımdan” girip asgari müştereklerde buluşulması gerektiği üzerine uzun bir konuşma yaptım. Tabii ki izne dahil bir konuşmaydı bu...Neme lazım aile içi husumetler... Aile içi sorunlara komşu denen münasebetsiz figürün karışması abesle iştigalden öteye gitmezdi zaten. Küllük sorununu bir nebze tatlıya bağlayan sözlerime, öyle sanıyorum ki, sigara içmeyen öğretmenlerden, bence, en mongolunun nereden icap ettiyse artık, densiz densiz ”Hoca gene Edebiyat yaptın” demesine kafamın tası attı iyi mi! Bir problem çözen (problemde problem olsa!) rolünden çıkmış; artık tarafgir olmadan meseleye sükunetle eğilen dilim, sigara içmeyip (ne diye içmezler sanki!) çıt çıt çerez çıtlatan bu sigara içmeyen öğretmenlerin; layıkıyla sigara içen öğretmenleri karşılarına alan, ve tevekkül üzere yaşamlarını idame edenlerin karşısına geçtim.
İbre artık sigara içmeyenlerdeydi.

Hoca efendiler” azı karar çoğu zarar” atasözünün heybeye söylenmediğini de gördü bu vesileyle... İyi ki iki göz odamda kalıyorum. Yoksa, düzen denen şu yılışık canavardan bu şekil yaka silkmem boşuna değil! Başım rahat ki ne rahat! Yok yemek saatinde olacak, çay servisi gene öyle, bir de meyve servisi en son yapıldıktan sonra; ev hizmetlisi erkek öğretmenimiz, sorumluluğunu iyicene yapmış olmanın gönenciyle, başı dik dolanacak. Ne de olsa yarın başka bir ev hizmetlisi öğretmene kendi hizmetine koşuyor diye gizli gizli sevinecek. Dedim ya başım rahat! Ama gene de bu saat gibi işleyen nizamlarının tanığı olmamı isteyen öğretmenlerimin, bazı yemek tekliflerine icap etmemek aptallık olacaktı. Geçenlerde güzel bir kuru fasulye (görevli bir öğretmenin sürekli şaşmaz yemeği idi bu) yapmışlardı ki davet edilmesem, yüzsüzlük edip odalarına dalacaktım. Şansım varmış ki, bir tabak da bana ayırmışlar. Ben ağır adam havalarına takılıp, ”olmaz molmaz” dediysem de ”sen fasulyeyi seversin hadi gel” demelerine, dünden razı oldum. İştahla yediğim fasulyeden sonra, ”Fasulye çok güzel olmuş anne öğretmen! ” dedim. Ocakta fokur fokur kaynayan çayın demini almasını bekliyoruz şimdi... İnsanın bu mutlu maket ailecikle, karnı tok sırtı pek geğirip (fasulyenin de yardımıyla) hafif hafif yellenmesi (fasulyeyi fazla kaçırırsan olacağı bu!) her hangi bir içtimai hadiseye (küllük sorunu vb.) mahal vermemesi ne mutluluk verici!
Benden uzak kalsın, istemiyorum buysa eğer mutluluk...
***

Virginia Woolf’un Flush isimli kitabında bahsettiği aynı isimli asil köpeğin bıraktığı etkiden olmalı, zorunlu olarak kaldığım şu Allah’a emanet köyde, belleğimin izbe delhizlerinde ara sıra havlayan hayali köpeklerimle kavgalı olan ben, her biri insan azmanı olan şu köy köpekleriyle de daha bir ilgiliyim şimdi.

Köyün etrafını dolanıp okula doğru gittiğim o ilk gün, yabancısı olduğumu ilk görüşte hisseden, iyi beslendiği havlamasından belli, zincirleriyle kulübesine mıhlanmış köpeğin boş boş mavallarına pek prim vermedim önce. Ama, ne yalan söylemeli; hırlayan her canlıya da oldum olası kıl olurum! Bu köpeğe de tiksintiyle karışık bir acıma duygusu oluştu içimde. Bu köpeğin koruduğu evin düşmanları var. İlişki çok basit bir minval üzre kuruluyor: Önüne bırakılan yemek artıklarının karşılığı olarak, artık dost-düşman fark etmiyor, mutlaka havlayıp duruyor bu köpek.

Bu düşman bekleyen kulübeli köpeğin 30-35 metre ilerisinde de, iri kıyım iki köpek zincire bağlı bir halde bekliyor. Nedense, beni pek tınmıyorlar! Yoksa, aç köpek havlamıyor muydu? Evet; anladım, bu iki zincire bağlı köpeğin zıbaracak bir kulübeleri yok. Neden olmasın, belki de ev sahipleri olan eve karşı köpekçe bir protesto biçimidir bu densiz tavırları. Yoksa; bir yerlere göbekten bağlı (köpekler başlarından üstelik) olduğunda, daha çok ya da daha az mı havlıyordu şu köpek milleti?

Bu iki havlamayan köpekten azade, bana doğru gelen (zincirlerini mi koparmış ne?) yaşlı olduğu da her halinden belli bir köpek; güçten düşmüş patilerini de sürte sürte anca yürüyor. Nereden bilebilirdim ki gün görmüş, yaşlı da olsa bu köpeğin, beni pas geçip, sanki orada değilmişim gibi önümde dolanacağını. Tabi ki çok korktum! Saat, daha sabahın altısı ya var ya yoktu. Gıcır gıcır takım elbisemle fiyakam da o biçimken şimdi olacak şey miydi, billahi de kendi bohemyasında gerçek bir kinik gibi mekik dokuyan şu yaşlı aylak, rezil edecek beni! Gerisin geri gideyim diyorum ama az gerimde bıraktığım kulübesiz o iki köpeğin, bu yeni teşebbüsümü pek hayra yoracakları nereden malum... Hadi bu kulübesiz iki köpeğin şerrinden kurtuldum diyelim, ya kemik yiye yiye zincirlerini kıracak denli izbandutlaşmış o aslan müsveddesi köpeği nasıl atlatacağım peki? Beynim hızlı hızlı düşüne dursun; gözleriyle o yaşlı aylak köpek ”Sana bir zararım dokunmaz” der gibi çekip gitti önümden. Oh be!

***

Nikahta keramet olduğunu bile bile ne diye nikah masasından kaçar Devlet, bir senelik sözleşme adı altında, öğretmenini kaçak çalıştırıp iflahını düren bugünün hükümetine inat; sözleşmeli öğretmenliğe mecburen eyvallah diyen(lerden) ben; köy okulundaki ilk günümün verdiği heyecandan olacak, 45 dakika kadar erken gelmişim ”yandan çarklı” okuluma. Laf olsun diye okuluma yandan çarklı dediğim sanılmasın; vicdanı ile cüzdanı arasında kalmış ve Napolyon’vari bir edayla, ”para,para,para…” demeyi de kendince daha ahlaklı görmüş bir yurdum mütahitinin şaheseri şu bizim yandan çarklı. Olsun artık o kadar!

Aksilik bu ya, adamın canına kasteden bir soğuk var ki donacağımı sandım. Eee okula badireler atlatıp geldim gelmesine de, niçin daha kapalı okul? Az sonra, üstü açık bir minibüsün içinden üç tane dal gibi çocuk çıkageldi. Şoför, üstüme başıma bakıp selam niyetine iki kez kornasını çaldı. Benim çalacak kornam da yok; sol elimi yukarı doğru kaldırıp aldım selamını. Yabancısı olmadığım ama gereğinden fazla abartılı bulduğum sevgi gösterilerini de doğrusu hiç kaldıramıyorum. Bu köye ayak bastığım andan beri yerli yersiz hemen herkesin selamını aldım: ”Selam” demek yetmiyor olacak ki, ”Aleykümselam! ” veya ”Allah sizden razı olsun” gibi kurulmuş ezber iltifatları da sıklıkla kullanmanız en makbul olanı. İnsaf edin, selamsız sabahsız bir günü geçmeyecek mi insanın diye sormayacağım da, aynı mekanın içindeki kalabalıkla tek tek tokalaşıp mutlaka iyi sıhhatlerde olduğunuzu da -istisnasız herkes iyi, nasıl oluyorsa- söyleyeceksiniz... Tamam, her şeye eyvallah derim demesine de (burası köy bile olsa), gün yirmi dört saat yanyana-gözgöze olduğunuz insanlara; kurulmuş robotlar gibi el kaldırıp baş indirmenin doğrusu neresi kültür daha anlamış değilim. Kendini sürekli tekrarın, bulanık suda balık tutmak gibi bir şey olduğunu söylemek için öğretmen olmak mı gerekiyor? Hadi canım siz de, ağzında bakla durmayan bu biri diğerinin kopyası gibi durmadan çoğalan insanlarımızı çağdaş bir zihniyet ve onun sürekli değişime açık bireyleri olarak kazanmak çok mu zor? Sürekli tekerrür eden yakın tarihimizde, ironik bir ifadeyle, yanılmıyorsam, ”Köylüleri niçin öldürmeli” isminde bir şiir yazdı diye şairine, ”Köylü milletin efendisidir” diye salık veren düsturun; şimdilerde emekli olmuş ve ülkemin yakın dönem siyasi Ombudsman,’lığına da irşat eden emekli bir Cumhurbaşkanı; köylülüğü sloganlaştırması yetmemiş olacak ki; şairimizi kalkıp hem Cumhura hem de o dönemin savcılarına havale edebilecekti... İşte böyle; öldüremediğimiz köylünün (köylülüğün), bu şaşmaz devri daim içindeki hali pür melali 2005’lerin Allah’a emanet kaldığım köyünde de hamaset kokan yeni temsilleri daha çok oynanacağa benziyor.

AB'nin köylülüğü elimine edecek köklü yönelimlerine arka çıkıp bu tarihi fırsatı başka baharlara erteletmeksizin, kendi iç dinamikleri ile gerçekleşeceğini gören ve bu insan merkezli zihniyet projesinin (daha tamamlanmamış olan bu serüvenin) salt bir kaç bilim insanının entellektüel uğraşı olmadığını da bilince çıkaracak yeni bir siyasi parti ve onun yeni politikacılarına, kanımca, acil ihtiyaç duyuyor bu ülke.

***

Ama ne hikmetse; hep o yaşlı köpek aklımı kurcalıyor. Keşke dilini bilebilsem. Bir yol evime konuk gelse de, yumurtayla birlikte karıştırıp yemem gereken sucukları kendi ellerimle yedirsem ona. Biraz acıymış sucuklar, ben daha tadına da bakamadım. Ağzını şapurta şapurta keyiflice midesine yollar mı acep sucuklarımı? Peki yumurta yer mi köpekler? Neden bu denli saçma denecek kadar merak ediyorum köpekleri? Düşünüyorum da, yolun yarısına merdiven dayamış havsalamda köpeklere dair iki kötü anımın dışında başka bir şey de yok...

Evet, ben de çocuktum...Ve mevsim çocukluğumun kışıydı. Bıçak gibi soğuk bir rüzgar ve yerde buz tutmuş kardan bir beyazlık vardı. Kurt sanmıştık ama köpek sürüsüymüş meğerse; dağdan aç aç ilçemize dadanmışlardı. Tek kelimeyle, hareket halinde bir anarşi gelip mahallemize dadanmıştı. Düzinelerce köpek, ağızları salyalı bir halde kimi görse saldırıyor. Sanki kazanılmış bir savaş sonrasında mahalleyi yağmalamaya gelmişti köpekler. Bu kıblesini şaşırmış başıboş köpeklerin, biz mahalleliye açıktan bir savaş ilanı değilse eğer, basbayağı bir intihar alayı sürülmüştü sokağımıza. Yoksa; bizim sokağa tek mi gelmişlerdi bu köpekler? Abartmayı pek sever de hani ondan mı abartıyordu anılarımın çocukluğu? Bilemiyorum; artık her neyse, bu gözü kara köpeklerden birinin, şimdi doktor olan bir arkadaşımın ayağını, kocaman dişleriyle yerlerde nasıl sürüklediğini bugün olmuş gibi hatırlarım. Bende şeytan tüyü olduğunu söyler arkadaşlarım; o korkunç günde kendimle büyüttüğüm köpek fobisinden başka tek bir sıyrığım bile olmadı.

Gene o çocukluk döneminden kalıcı bir yaram var sol bacağımda. Bu sefer çocukluğumun baharı... Günlerdir yağan şiddetli yağmur sonrası; yaz aylarının çıldırtıcı sıcağından kurumuş olan bizim Gola Reko (Kaplumbağa Gölü), içi süt dolmuş kocaman bir meme gibi verimliydi. Bilebildiğimiz ve de yüzmek için gittiğimiz tek gölümüzdü bu göl. Ama gelin görün ki, bu güzelim gölün kıyısında çocuksuz bir çift kulübemsi derme çatma bir ev kurmuş ve nereden bulup toplamışlarsa, bu evin yanında yöresinde, çocukları gibi gördükleri, enva-i çeşit köpeğin saltanat sürdüğü bir köpek cenneti yaratmışlardı. Göl artık, köpekli göldü. Biz çocukların kötü bellediği bu çift; yersiz yurtsuz köpeklerin güle oynaya yaşadığı bu göl ve civarını, bir tek biz çocuklara yasaklamışlardı. Gizli gizli gene göle girip çıkardık. İşte böyle bir gün; pusuya yatmış en az 5 köpeğin saldırısına uğradım. Koşmaktan başka çarem yoktu. Tabanları ne kadar yağlasam da ne fayda, bir an için sol bacağımda bir sıcaklık hissetmiştim. Beni bacağımdan çok, yeni aldığım ve koşarken ardımda bıraktığım cızlavıt ayakkabımın bir teki düşündürüyordu. Ayağımı unutmuş artık ayakkabıma yanmıştım. O gün bugündür, ne vakit bir köpek görsem, ezberimdeki; ”havlayan köpek ısırmaz” sözü gelir aklıma. Halt etmiş bu sözü eden atalarımız; sol ayağım şahittir buna, havlayan köpek ısırdı!

***
Şu aylak yaşlı köpekle, köydeki bu birinci haftamda, iki ya da üç kezdir göz göze geliyoruz. Beni alıp çocukluğuma götüren bu yaşlı gözler, öğretmenlerin çöplük niyetine kullandığı bu yerde, nasıl doyacaksa, karnını doyurmaya çalışıyor. Bilmez ki bir öğrenci evi ruh haleti içinde bir arada zorunlu duran öğretmenlerin; aparatif yemeklere talim ettiklerini -haksızlık etmemeli- komşum olan öğretmenlerin her akşam sıcak yemek yediklerini teslim etmeliyim -lakin, çöplüğe yiyecek dışındaki çerçöpten başka bir şeyin gitmediğini de tahmin etmek zor olmasa gerek... Yaşlı köpeğin aç olduğunu adım gibi biliyordum. Allah aşkına söyleyin; aç köpek hani fırın duvarını deliyordu, ben ardına kadar kapımı açık bıraktım ki gelip, biraz acı ama mis gibi duran sucuklarımı yesin diye. Niye gelip yemedi? Bu köpeğin, hep gözlerimin içine bakıp beni kendi hikayesinin içine çekmesi de neyin nesi? O gün ardına kadar açtığım kapımdan geçmeyen köpek; diğer günlerde bizim çöplüğü gene eşeleyip duruyordu. O günlerin birinde odamdan bir pide ekmeği alıp dışarı çıktım. Nasıl seslenilir ki bir köpeğe? ”Hey” dedim önce, ama Türkçe bilmez ki bu köpek! ”Wer wer” deyip bu sefer de Kürtçe seslendim. Teklifime icabet edeceği yok. Tırsıp, gerisin geri kaçmaya başladı köpek. Elimdeki ekmeğin çeyrek kadarını koparıp önüne attım. Gene gelmedi. Geri çekilmemle köpeğin ekmeğe doğru seğirtmesi aynı anda oldu. Fark ettim ki, aramızda belli bir mesafe olsun istiyordu. Bir parça ekmek daha attım önüne. İnsanların yediği lokma sayılmazmış da sanki başka bir canlının sayılırmış sanıp, yaşlı köpeğin ekmeği iki eşit parçaya büyük bir incelikle ayırıp, iki lokmada midesine indirdiğini de izledim. Bu sefer ekmeğin son parçasını da önüne bıraktım. Az önceki seremoni tekrar etti. Hem ekmeğimi yiyip hem de mesafe bırakmaya devam ediyordu yaşlı köpek. Acele odama dalıp, kalan son ekmeğimi de alarak, kutsal bir ayini izliyormuş hissi içinde olduğum bu güzel dakikaların hiç bitmesini istemedim. Aldığım ekmeği az öncesinde yaptığım gibi parçalara ayırdım; patilerinin de yardımıyla ekmeğin bir yarısını gene iki lokma ile iç etti işkembeyi kübrasına. Kalan son parçayı da bıraktım bu sefer, onu yemedi. Doymuş muydu yoksa? Ağzının içinde tuttuğu ekmeği aldığı gibi uzaklaştı benim bulunduğum yerden. Nasıl olsa tekrar karnı acıkacaktı. Artık onun için de fazladan bir ekmek almam gerekecek.

Ya, köpekler süt içer mi? Hele, tekrar gelsin de yaşlı köpek; sözüm söz, kendi elimle içirteceğim sütünü...

***

Okuduğunuz şu satırları çalakalem defterime yazmaya çalıştığım bu Allah’a emanet köyün yıldızlarla bezenmiş gecesinde; belki inanmayacaksınız, dışarıdan kesik kesik köpek sesleri geliyor odama. Yolun yarısına dayanmış içerimdeki ölü sessizliğini bölüyordu köpekler... Bana büyümeye başladığımı anlatan o gözleriyle; uzattığım ekmeği isteksizce yiyen, yaşlı köpek olamaz diyorum bu havlayanlar arasında; olsa olsa, sahibinin sesi olan kulübeli köpekle, istisnasız iki parça ekmeğe hırlayan zincire müebbet bağlı protestocu köpeklerin sesidir mutlaka...

Nereden nereye geldim; Woolf’un romanında bahsettiği Flush isimli köpeğinin asaleti mi alıp buraya kadar demirledi sözcüklerimi? Bu yazı en son nasıl çatılır ki; Woolf’un kitabının daha başlarındayım, okuyup göreceğiz bakalım; benim kocamış aylak köpeğimle aşık atabilecek mi şu küçük burjuva Flush?

***

Derler ki; şiirlerinden bini yele verilmiş, bin kadarı da ırmağa atılmış olan Yunus Emre'nin, ilk bin şiirini suda balıklar, diğer binini ise, gökte melekler okumakta imiş daha. Biz fanilere de kala kala koca şairin bin şiiri kalmış.

Niçin mi anlatıyoruz bu meseleyi?

Bizler, T... Köyü İlköğretim Okulu öğrencileri; ne Yunus' un o kalan bin şiirinden haberdarız daha, ne de; ”Bugün yeni bir gündür, yeni bir söz söylemek gerekir.” diyen gönül dostu Mevlana'nın eserlerinden...

Masallarını da bilmiyoruz Andersen'in!

Ezop diye bir masal ustası da varmış üstelik...

İçinde Binbir Gece Masalları geçen Doğu'nun mistik anlatılarından tutun da, Batı'nın eleştirel süzgecinden damıttığı felsefeye kadar, her şeyden bihaberiz maalesef! Bu yüzden; hayellerimizin resmini çizmeye koyulduk bir gün: ”BİZİM DE BİR KÜTÜPHANEMİZ OLSUN!” şiarıyla rengarenk resimler çizdik bembeyaz kağıtlara.

Mardin İli Kızıltepe İlçesi Halk Eğitim Merkezi Toplantı Salonunda yapılacak olan bu resim sergimize, siz de katkı sunun ki, ”BİZİM DE BİR KÜTÜPHANEMİZ OLSUN!”

*Bu yazıyı kaleme aldığım döneme denk başlattığım(ız) ve 2 ay kadar da süren bir kampanya sonucu da T.. Köyü’ndeki çocukların güzel bir kütüphanesi oldu. Artık, gerisi çocuklara kalmış...