Yaklaşık iki yıldır Devletten atama bekleyen biri
olarak, nihayet sözleşmeli bile olsa, Mardin’in uzak bir köyünde
öğretmen olarak göreve başladım. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün
yapmış olduğu dandik bir kura sonucu da T...Köyü’ne geldim. Aslını
isterseniz, evdeki hesapla benim düşüncem tamı tamına örtüştü:
Kendimi dinleyebileceğim, oturup adamakıllı okuyup/yazabileceğim
bir yer arıyordum zaten.
İkisi evli, toplam 14 öğretmeni olan 8 derslikli
okulu ile, sanırım, 300 hane bulunuyor T... Köyü’nde. Pek öyle
ahım şahım bir yer değil, sanırsınız dış görünüşüyle birinci cihan
harbinden kalma bu köyün, çoğu kerpiçten olma evlerin içindeki
modern eşyaları da görünce, insan afallayıp kalıyor. Bu denli
keskin bir uçurum olamaz diyesi geliyor gelmesine de, durum tek
kelimeyle böyle.
Köylülerle daha doğru dürüst bir diyaloğum olmadı.
Bir tek okulun müstahdemlik işlerine koşan M.Efendi ile tanıştım.
İlginç olan şu; Milli Eğitim müdürlüğünde kendisiyle ilgili resmi
tek bir kayıt bile geçmeyen müstahdemimiz, Okul Müdürümüzün şahsi
inisiyatifi ile, öğretmenlerden her ay başında gönüllü olarak
alınan 20’şer milyonla, okulun temizlik işleri bu şekilde gördürülüyor.
Fotograf:
Deniz Gördük
Devlet denen sorunlu babanın, hanidir asli görevini tavsayıp,
iki-üç lokmaya talim ettiği muallimlerine, kendi sorumluluk mahallindeki
işleri yaptırdığı, aldığı kıt maaş ve verdiği vergiler yetmezmiş
gibi, Anadolu’da günübirlik ve de pek üzerine vazife olmayan işlere
milleti uğraştırmanın adı da İmece oluyor işte; alın da başınıza
çalın imecenizi emi!
Sırtına geçirdiği hırpani kaftanıyla Arap şeyhlerini
andıran (köyün bir kesimi Arap aşiretine mensup) M.Efendi, öğretmenler
odasındaki semaveri daima açık tutup, her ders çıkışı o güzelcene
demlediği çayları da kendi elleriyle buyur ediyor bize. Adam ne
yapsın... Tek geçim kaynağı biz öğretmenlerden aldığı paralar
olan bu adam, aldığı bu paraya layık olmak için abartıyla karışık
bir efor sarf ediyor.
Bir de B.’le tanıştım. Elinden her türlü iş gelen
B.; bu köyün, sonradan öğrendiğim kadarıyla, tek teknik elemanı
olmaya namzet. Tavuk kümesine benzeyen iki göz odamın (tek göz
neyine yetmezdi sanki!) elektriğinden tutun da, pencere camlarına,
oradan giriş kapısını bir çırpıda onardığını görünce, doğrusu,
çok şaşırdım. Nasıl şaşırmam ki, ben gibi, daha tornavida ile
bir cıvata bile sıkmamış bir teknoloji cahiliyseniz, ağzınız açık
kalırdı tabii ki B.’nin yaptıklarına. Yok, o kadar da değil, hakkını
yememeli, bizim teknik eleman B. işinde gerçekten de mahir. İki
yıl kadar önce evlenmiş olan B.'nin çocuğu yok. Evime geldiği
o ilk gün, kısa sorular sorup daha çok kendisini dinlemek mecburiyetinde
kaldığım bir an, laf olsun diye, kaç çocuğunun olduğunu sormuştum.
Sormaz olaydım. Çocuğu olmuyordu. Utana sıkıla ”Allah’ın takdiri
Hoca” dediğinde nasıl yerin yedi kat dibine girdiğini içim sarsılarak
hissettim. Ben bile ”Çocuğum yok” cevabının söylenirken yarattığı
psikolojik havadan etkilenmişken; bu köy koşullarında B.’nin yaşadığı
tufanı tahmin edebilirsiniz.
***
Üç gündür köyün semalarında, kamçı sesine benzer bir ses çıkartan,
yağmurla karışık esen (ne esmesi gürleyen!) rüzgar, bir türlü
durmak nedir bilmiyor. Bugün ise, tek saatlik bir ders için okula
gittiğimde, anladım nasıl bir kızılca kıyamet koptuğunu. Suratıma
sille gibi çarpan yağmurdan korunmak için götürdüğüm şemsiye kafi
gelmedi. Daha okul yolunu yarılamadan iki yerinden kırıldı şemsiyem.
Toprak damlı evlerinde koyun koyuna pinekleyen köy eşrafının meraklı
gözlerle pencere aralığından beni dikizlediklerini de görüyorum.
Yağma yok, bu densiz yağmura şehit vermiş olsam da şemsiyemi,
kolay pes etmeyeceğim öyle... Tökezleyip düşmek yok, o meraklı
gözlere laklak yapacak malzeme vermeyeceğim işte! Çok beklersiniz
düşmemi, çok!
Biraz evimden bahsetmeliyim: Civar köylerden
ilçeye tek geçiş noktası üzerinde kurulmuş eski bir sağlık ocağı
olarak kullanılan bu tek katlı evimizle köy evleri arasında bozuk
bir toprak yol geçmekte. 10 yılı aşkındır bu eski sağlık ocağını
öğretmen evine çevirmiş bizim öğretmenler. Benim kaldığım oda
ise, haki renkli bir kapıyla diğer odalara karşı bağımsızlığını
kazanmış yeni bir cumhuriyet gibi duruyor. Ev içinde yeni bir
evcik gibi duran evim(odam mı demeliydim?), ev içi kimi problemlere
de her hal katlanmak zorunda. Hem şimdi ev biçimi verdiğim portatif
odamın holü hem de kış olduğundan dış kapı aralığına kiler niyetine
koyacağım (ve elbet yemek pişireceğim bu yer) yiyecek erzakımla
tuvalet kapısı arasında bir adam boyu kadar aralık durmakta. Bu
fare kapanı gibi odada; şu an yazı yazdığım yeri de çalışma yeri
kabilinde kullanıyorum.
Dört gözü olan bir elektirikli sobam, anteni
kırık ama radyosu da çalışır durumda olan bir teybim, küçük bir
tüpüm ve daha ya bismillah derken gazi olan şemsiyemle birlikteyiz.
Yere serdiğim yorganla döşeğimi köşeye bir yere koydum ki, pencere
aralığından (B. Macunlamıştı cam aralıklarını, hava bile içeri
girmez dediydi ) sızacak muhtemel yağmurun gazabına yeniden uğramayayım
diye hazırlıklıyım artık: Hadi hayırlısı!
Yağmur, adam gibi yağsa (nasıl yağılır ki adam
gibi?) şu densiz yağmur; belki de pencere aralığından su sızmayacak.
Namussuz; elinde kocaman bir su hortumu var da habire pencereme
püskürtüyor sanki... Az önce yeniden pencere önünü küçük bir gölet
haline sokan yağmur suyunu temizledim. Tetikte olmam gerek; dün
gece gafil yakalanmıştım yağmura.
Nereden bilebilirdim ki; dışarıda lir çalan bir
sanatçı elinden çıkmış gibi yağan yağmurun sesindeki o enfes güzelliği;
sahnesi koca bir gökyüzü olan büyük bir salonda, derin bir huşu
içinde dinleyip kendinden geçen ben; sabah derse yetişmek için
kurduğum saatin çın çın ötmesiyle uyandığımda, pencere önüne bıraktığım
ikisi ütülenmiş gömleğim ile bir kışlık kazağımın nasıl da su
içinde yüzdüğünü irkilerek gördüm.Bu da iyi; ya o içeri giren
suyu sünger gibi iç etmeseydi yünlü kazağımla ütülü gömleğim,
şimdi batan bir gemiyi terk eden kaptan da olamayacaktım; zora
gelemeyen minik bir fare gibi gerisin geri tüyerdim Alimallah!
***
Medeniyetle arasında aşılmaz bentler gibi duran
bu köy yerinde, daha bir haftam bile dolmamışken; ve geldiğim
günden beridir yüzümün sol tarafında hissettiğim bir ağrı ile
başımın dönüp durması, iflahımı kesip, büsbütün yordu bedenimi.
Ağrı kesici ilaçlar da aldım fayda etmedi. Dört ayağımın üstüne
hiç düşmeyecek miyim? Hayalini kurduğum bana ait bir odam ve enfes
bir gökyüzüne eşlik eden böylesi şirin mi şirin bir mekan değil
miydi tek utkum? Tam da işler rayına girdi derken, baş ağrılarımın
bedenime yaptığı bu nankörlük neyin nesi?
Olsun!
Köylülerin dediklerine bakılırsa; bu köye ilk
ayak bastığım gün itibariyle, son yılların en soğuk kışı da en
soğuk yüzünü göstermiş. Bütün bu olumsuzluklardan kendime yontabileceğim
megolomanca bir mana da çıkarabilirdim pekala! Hep yalan yanlış
kendime ettiğim küçük iftiralarımla artık kesinlikle yüzleşme
vaktim erişti ama! Yelkenlerimi vaktinde rüzgar(lar)a açamadığım
ve doğru zamanlarda attığım yanlış hamlelerimle şimdi baş başa
kaldığım bu köydeki ilk haftamda bile, gardımı iyi alamadığımı,
sürekli adet ettiğim üzere, küçük yalanlarıma bir korkak gibi
bel bağlamanın çıkar yol olmadığını göremiyor muyum? Artık neyi
görüp neyi görmezden geldiğimin de pek bir anlamı yok. Ki yalnızlık
denen o büyük ve de yumrukları pek sıkı mefhumun karşısında köşeye
sıkıştım galiba. Ya adam gibi bir yüzleşme hasıl olacak kendimle
ya da sıkıştığım köşede hayat denen o büyük hakeme de sayı saydırtacağım
en nihayetinde. Bu yakıcı gerçeğin bedenimi durmadan dövmesi karşısında
şimdi ringden kaçmak olmaz. Belki de bu kavgaya bile isteyerek
ben kendim girdim. Giderayak kötürümleşen bu kısırdöngü içinde
debelenip, daha fazla kendime iftira atmayla da hiçbir hiç bir
kapı açılmayacak. Tam tersine, yeni yeni kapılar kapanacak yüzüme.
Tek çarem; bu kötürümleşen cerahati keskin bir bisturi ile tez
elden deşmek... Yoksa, bu irin beni büsbütün çirkinleştirmekten
başka bir işe yaramayacak.
Heyhat! İnsan kendisiyle yüzleşmekten niçin korkar?
Ve kendi içinde usulcana gezinen o gözü kara şövalye neden ayağa
kalkmaz? Varsın; içerimdeki yel değirmenleri nedamet getirsin,
yetmedi mi korkularımın ürünü olan şu ayaklarımda şakırdayıp duran
zincirlerim?
Yeter artık!
***
İki gündür karla karışık yağan yağmurdan şimdi
eser yok. Dört nala bir sevişme sonrası dinginleşmiş ve bütün
çıplaklığıyla sere serpe uzanmış bir kadın gibi kendinden geçmiş
bu bitimsiz arazi içinde insan doğayla daha bir haşir neşir mi
olur ne? Hiç bu kadar güzel doğmamıştı sanki güneş. Ya dün akşam
haşarı bir çocuk gibi Dünyamıza nanik yapan o harikulade Ay. Dönüp
kimsenin baktığı yok bu güzelliğe. Belki de ondan; bu denli rahat
açılıp saçılması Güneş’le Ay’ın. Bizim köyün semalarında ıpışıl
elbiselerini gardıroptan çıkarıp soyunan sevgililermiş gibi çıkıyorlar
huzura. Bu güzelim renk cümbüşü içinde börtü böcekten tutun da
silme canlının birlikte halaya katıldıklarını sanırsınız. Sanırım,
bu güzel armoni içinde akordu bozulmuş bir enstrüman gibi sırıtan
birileri varsa, o da köylüler. Ama, haksızlık etmemek lazım; çiçek
kokulu çocuklarla ellerinde acının en alası nakşolmuş kadınları
dışında tutmam gerek...
Bu güzelim günde, ciğerlerimi temiz havayla doldurayım
diye lojman bozması binamızın etrafında dolanıyorum. Niyetim;
güneşin aşka gelip toprakla terütaze seviştiği bu öğle saatinde,
karınca yuvaları varsa eğer, ki yeryüzünde tamtakır işleyen bu
içgüdüsel hayhuyun içinde bir garip fani olarak, kurulmuş bir
saat gibi takır tukur çalışan işçi karıncaları seyre dalmaktan
büyük keyif alıyorum. Bazen materyalistlerin ütopyası diye doktirinleşen,
Proleterya Diktatörlüğüne, bu işçi karıncaların esin kaynağı olduğu/olabileceği
fikri de aklıma bir soru işareti olup takılıyor... Yok, karıncalar
bizim sağlık ocağı bozması tek katlı binamızı pek beğenmemiş olacaklar
ki hiç yoklar. Yoksa, şu bizim karıncalar anarşist mi ne, devletin
olduğu bu yeri pek tınmıyorlar da? Haksız da değiller yani; yaşasa
yaşasa 657’ye tabi, devletin ali menfaatine koşulmuş bendeniz
gibi memurlar, bir gün aç bir gün tok ancak yaşar.
İki tane semiz tavukla yan yana grup şeklinde
gezen hindilerden başka kimse bulunmuyor, etrafı duvarla çevrili
bu açık cezaevi görünümlü tek katlı binamızda. Hemen karşımda,
odamdan içeri girecekmiş gibi sarmaş dolaş biçilmeyi bekleyen,
bir adam boyu kadar uzamış mısır tarlası; ”Merhaba Hoca” der gibi
bakıyor bana; ben de içimden, Merhaba,Mısır Kardeş! ” diyorum
O’na.
***
Biraz da şu yandan çarklı okulumdan bahsetmeliyim: 8 derslikli
okulumuzun 4 yıllık bir geçmişi var. Okulun paragöz mütahiti ,
çimentodan tutun da demirine kadar ne kadar kısmışsa o kadar kalmış
okulumuz. Etrafı taşlarla işaretlenmiş okulun anayol ile arasında
boş bir alan bulunmakta. Yani, okulun bahçesi olacak yer ile(etrafı
çevrili duvardan mahrum bir okul bahçesi bizimkisi) anayol birbirine
karışmış. Kurulması lazım gelen bahçe duvarı da yıllardır yapılmadan
bırakılmış. Sınır olarak ayrılan yolda (civar köylerden geçen
taşıt trafiği hap canlı zaten) bazen sınır ihlalleri de olmuyor
değil. Okulun tuvaletlerini bok götürürken (nedense sürekli tıkanıyor),
soğuk hava deposu işlevi gören derslikleri de cabası. Derslikler
ısınsın diye giriştiğimiz soba yakma teşebbüslerimiz, mezarlığı
seyran yeri olarak anlayan köylülerce okul gene yanıyor! olarak
anlaşılıyor. 500’e yakın öğrencisi olan bu ilköğretim, diğer köylerden
taşımalı olarak gelen öğrencileriyle bir curcuna ki o kadar olur!
Az önce annemi aradım. Bu köyde cep telefonları da pek çekmiyor.
Zar zor konuşabiliyor insan. Sabahçı horozların kalk borusuna
benzeyen sesleri geldiği bir vakit aradım annemi. Nedense o saatte
iyi çekiyor telefonlar. Ne alakaysa! Şaşırmıştı şeker annem, kendisi
hem şeker hastalığından muzdarip, hem de bütün anneler gibi şeker
işte. Bu iki özellik bir araya gelince ortaya şeker annem çıkıyor.
Onu sık aramadığım için; ”Hayrola, rüyanda mı gördün?” dedi. Bende
de nabza şerbet laf gırla olduğundan, annemin bu serzenişli sorusunu:
”Hem gece hem de gündüz rüyanı görüyorum şeker anne!” dememle
yelkenleri yere indirdi zavallı kadın. Anneler niçin böyle ki;
34’üne merdiven dayamış ben gibi orta yaş sınırında seyreden evlatlarının
bile artık büyüdüklerini göremiyorlar mı? Annemin ilk göz ağrısıyım
ya ve daha mürüvetimi de göremedi, bütün mesele bu işte, ”Evlen
artık” diyor da başka bir şey demiyor kadıncağız. Kısmet-nasip
gibi yuvarlak cümlelerin, tekrar tekrar havalarda uçuştuğu, telefonun
çekmediği bu iki arada bir derede kalmış köyde, bir başka görüşmeye
kadar nihayet noktalanıyor konuşmamız.
Bugün Pazar. Saat 13:00’da A. Hoca’yla okuldayız. Diğer öğretmen
arkadaşlar ilçeye indiler. Bizim köyde kalma sebebimiz, son iki
üç haftadır köylülerle birebir yaptığımız görüşmelerimizin semeresi
gibi olacak. İkimiz de heyecanlıyız. Çocuklarının eğitimiyle doğru
dürüst ilgilen(e)meyen köylülere, Hz. Muhammed’in okumaya dönük
veciz sözlerinden start alıp, yörede epey müridi olduğunu bildiğim
Said-i Nursi’yle tamamlıyorduk, biraz da ajitatif bir retorik
üzerinden gelişen sohbetlerimizi. İstisnasız her gecenin ilerleyen
vakitlerine kadar, sigara-çay eşliğinde, kimi zaman oldukça da
hararetli geçen tartışmaların sonucu, çocuklarını (salt erkekleri
değil kızlarını da) okutacakları sözünü alınca, sağlık ocağı bozması
evimize, izin isteyip gidiyorduk.
Bütün her yeri salt pamuk ve mısır ekimine ayıran bu köyde, ağaca
rastlamanız imkansız gibi... Mezarlık ve camii avlusuna tek tük
çam ağaçları eken köylülerin, yersiz yurtsuz bu köyün doğal sakinleri
konumundaki kuşlarının da zorunlu mekanı haline gelmiş. Anlayacağınız;
cümle kuşlar da mecburen mümin!
Bilmem gerek var mı; anladığınız gibi, bu köyün genel eğitim durumu;
eksi sıfırlarda seyrediyor. Bu sebepten olmalı okulumuzdaki genç
dimağların gelecek kaygısı da birebir eğitim üzerinden, cevabını
arayan bir soru olarak havada kalıyor: Pamuk tarlasında maraba
diye çalıştırılan ve su kuyularının başında kendi geleceklerini
karartan bu kör mekanizmanın kırılgan dişlileri olup çıkıyorlar
karşımıza, bu küçücük canlar. 500 öğrencisi olan okulumuzdan bugüne
kadar bırakın doğru dürüst bir üniversiteye gideni, daha liseyi
bitireni bile parmakla gösteriliyor. Lise okumak için ilçeye inmek
gerekiyor. Sırf bu yüzden, öğrencileri yakın markaja alarak, pamuk
tarlası ve kuyulardan almak adına, şu arkamızda bıraktığımız üç
haftalık zaman zarfında köylüyü evinde ziyaretlerle ikna yoluna
girdik.
***
Milli Eğitim prosedüründe olmasına rağmen, işlemeyen psikolojik
danışma merkezini gönüllü olarak üzerime aldım. Almanca öğretmenliğinden
mezun ama aldığı 40 kredilik İngilizce formasyonuyla, çat pat
bile olsa, verdiği İngilizce dersleri yetmezmiş gibi; bu yandan
çarklı okulda, şimdi de psikolojik danışmanım. Her biri, güneşten
kopmuş ışık parçacıkları olan bu küçük yüreklerin, pamuk ve kuyulardan
kaçma niyetiyle sığındıkları bir sığınma yurdu hüviyetini almış
okulumuza; sabahın köründe gelen ve gözlerinden uyku damlayan
bu veletlerin, üç beş kuruş fazladan para kazanma derdiyle, beyinleri
hepten kötürümleşmiş ailelerinin, sadece lakırdı olmanın ötesine
geçemeyen kimi klasikleşen serzenişleri de (çocuk zaten okumayacak!
Okutmayacağız hoca! vb.) sessiz ve derinden giden propağandasını
sürgit yapıyor. Yok öyle değilse; niçin bu zavallı çocukları (kendi
çocuklarını) önemsemez köylü? Her neyse, kıyısından bir yerden
başlayalım dedik bir kere, ya çocuklar gelecek okula ya da biz
getirteceğiz çocukları okula. Bu kararlı tavrımızın öğrencilerin
üzerinde etkisi beklentimizin üstünde oldu. Şu bizim danışmanlık
merkezi; halihazır okula gelen bütün öğrencilerin tek uğrak yeri
konumuna getirilerek taçlandırıldı. Böyle olunca da, kimi öğretmenlerin
rahatsızlıkları ayyuka çıktı. Olumsuzlukların ahtapot kollarının
hani neredeyse hadım ettiği çocuklarımızı, okula, (belki de danışmanlık
merkezine demeliydim) şevkle ilgili kılması, etlisine-sütlüsüne
parmak oynatmayan öğrenci velilerinin ve bu hımbıllıklarını dolaylı
olarak besleyen, hindi ziyafetleriyle de beslenen (öğretmenlerin
artık köylünün yemek davetlerine gelmeyeceğini her evde de üstüne
basa basa kendim söyledik bi de.) hem öğretmen ağırlamayı marifet
sayan köylünün hem de kimi öğretmenlerin rahatı kaçtı tabi ki.
Bu somut değişikliğin öğretmenler arası kutuplaşmayı tetiklemesi
fazla sürmedi. Yok danışma merkezi bir uzman tarafından yürütülmeliymiş
diyen öğretmenlerimizden, iki-üçünün dışında, daha kendi ders
saatini bildiklerini bile sanmıyorum. Ama ne hikmetse, şimdi birer
psikiyatr olup çıkabiliyorlar. Bu kutuplaşma, beraberinde çatışma
ortamı sağladı, ipler koptu kopacak dediğim bir zaman içinde hepten
koptu. Ya aklınızı başınıza devşirirsiniz ya da bu devran böyle
gitmez diye son sözü de söyledik birbirimize...
Köylülüğün ne menem bir melanet olduğunu, yaşadığım bu kısa zaman
içinde sıcağı sıcağına fark ettim. Ne bir kitap anlatabilirdi
burada gördüklerimi, ne de görse bile inanırdı buna gözlerim.
Bu köyde sarf ettiğimiz her kelimenin altını doldurmak için referans
aldığımız ilmi ve dini şahsiyetlerin veciz sözleri kulaktan kulağa
yayıla dursun, özelde şahsım üzerinde yaratılan abartılı övgülerin
haddi hesabı olmadı. Bu yeni gelen hoca, ”Bu devran böyle gitmez”
demiş, yok ”Siz yerinizde dursanız bile dünya gene dönermiş” diyenlerinden
(ah Galieo! neylersin işte, daha aynı komiklikler sürüyor!) tutun
da bu komikliklerin ilginci ise ”Bir islam alimi imiş şu yeni
kürklü hoca” demeleri idi. Benimde bir kürküm vardı, evet, bu
topraklarda efsaneleşen Lawrence’ın Arap Halklarıyla kurduğu o
sıcak dili, bir ajan retoriğiyle değil de, işimize yarayan tarafından
ben de kullandım; ama idealist bir münevver olarak… Arkamızda
İngiltere de yoktu!
Bence en matrak olanı da bu idi işte; bir bilim yuvasında hafif
efsanevi bir hava içinde yol alıyordu bizim kervan. İyi gidiyoruz
şimdi. Aslını sorarsanız; bu köye gitmeden önce, hiç kimseyle
tek kalem olsun tartışmayacağıma dair sözler vermiştim kendime.
Dananın kuyruğu bu çocukları görünce koptu. Susup, bir yerde kunt
bir taşa dönüşmüş şu kötürüm sistemin ekmeğine ne yağ sürmekti
derdimiz ne de onu alaşağı edip değiştireceğiz diyorum. Lakin,
bu yangın yerinden, ilgiye üst düzeyde gereksinim duyan bu dünyalar
tatlısı nekes çocuklardan, bir kaçının bile olsun sırtını doğrultabilecekleri
bir umut ışığı yakalaya bilir miyiz diye velveleye veriyoruz ortalığı.
Bu naif telaşımızın, bırakın bu yapıyı değiştirmeyi, yerinden
bile kıpırdatmaya dahi yetmeyecek biliyordum... Durum böyleyken,
yanından yöresinden artık kırabileceğimiz kadarını kıracağız bu
devasa taştan kulenin.
Hani, bir kalede müebbet tutsak bir adamın hemen dibindeki akan
dereye ulaşmak için, gün yirmi dört saat kalenin tepesinden, koparabildiği
taşları tek tek söküp dereye attığı bir masal vardır; bu olmaz
durum karşısında, suyun bir gün dile gelip, ”Ne yapmaya taş atıyorsun
ki be adam? Böyle yaparak özgürlüğüne kavuşacağını mı sanıyorsun?”
demesine üzerine; kuledeki esir adam: ”Benim şu attığım taşlar
beni hem biraz daha dereye (özgürlüğüme) yaklaştırmakta hem de
taşların suda çıkardığı ses kendi susuzluğuma iyi geliyor” demiş.
Bizimkisi de o; bu köyde yapmaya çalıştıklarımız, evet, iğneyle
kuyu kazıyoruz; kocaman sondaj makineleriyle açtıkları kuyuların
başında bekleyen köylülere inat!
***
300 haneli T... Köyü’nde bir evin damına minare konularak yapılmış
eski camisi ile şaşaa olsun diye yapılmış izlenimi veren, köy
halkının on misli cemaati toplayacak yeni camiiyle bizim yandan
çarklı okulumuzu kıyaslamak değil niyetim. Lakin, ahretine kendilerini
adamış köylüde neden nefsini terbiye etmiş bir mümin asaleti göremiyoruz?
Evden olma caminin reformcu imamının (kendisine İnternet’çi hoca
diye de laf eder köylü), insanların cehaletlerini din kisvesiyle
örtmeye çalışmamaları gerektiğini ve kendi dinlerinin böyle olmadığını
vaaz ettiğini kulaklarımla duydum. Ne derseniz deyin; ”İlim Çin’de
bile olsa gidip alın” diyen bir Peygamberin ardından gidenlerin,
cehalet sıtması da diyebileceğim bir şekilde yaşamalarına gönlüm
el vermiyor. Cehaletin dini imanı olmadığını birileri söylemeli
bu köylü milletine. Ezber biatlarla bir yerde meczuplaşan bu insanların,
ilim irfandan bu denli uzak durmaları da hayra alamet değildir.
Allah’ın işine karışılmaz deyip körü körüne inanan bu zavallı
insanlarımıza, bu dinin ilmini bilen alimler, nasıl olacak bilemem,
yol yordam göstermeliler. Bu cehalet peçesini aralayacak aydınlık
yüzlü insanlara ihtiyaç duyulduğu bir şekilde çığırmalı! Bu kör
cehaletin açtığı kara delik hepimizi içine alacak böyle sürerse...
Kız çocuğunu okula göndermeyi günah addedenin inancından şüphe
etmek ve onlara, Hz. Ali’nin, ”Bana bir harf öğretenin kırk yıl
kölesi olurum” veciz sözünü, nerede bir köy varsa artık, dağına
taşına kazımalı diye düşünüyorum. Korkum o ki, yarın çok geç olmasın!
***
Diğer evli öğretmenlerin kaldığı- ki eskiden
okul olarak kullanılan- evlerin dışında; sağlık ocağı bozması
lojmanımızda ben dahil 7 öğretmen kalıyoruz. Benim kaldığım odanın
nev-i şahsına münhasır bir yanı var: Bir başıma kalıyorum. Kabımı
kacağımı ortak kullanım alanı tayin ettiğimiz bir mutfak ve her
daim sıcak tutulan şofbeni de olan bu çok odalı evde sürekli birlikte
kalıyoruz. Bir yerde komşululuk hukuku ile bir arada kaldığımız
bu bana ait odacığımda, zaruriyet kabilinde, birlikte günlerini
dolduran diğer öğretmenlerden bağımsız yaşıyor oluşumun keyfine
diyecek laf bulamıyorum. Oldum olası hazzetmem şu bir arada ve
hani neredeyse kurulmuş saat gibi ağır işleyen yeknesaklığı. Odacıklarında
gün sayan (ilginç olanı; gerçekten asker öğretmenlik yapıyor bir
öğretmenimiz) komşularımda istisnasız her gün birinin, gece çay
servisine kadar sürecek olan ev işleriyle hasbıhal olduğu bir
kısır döngü terennüm etmekte. İnsani yönlerinin güzelliğine rağmen
bu planlı programlı ev nizamı belki pratik manada kolaylık sağlıyor
sağlamasına da, kendiliğinden ve doğal seyretmeyen her şey gibi,
sudan sebeplerle çoğu zaman ortalık saman alevi gibi de parlayabiliyor.
21.Y.Y’da pek para etmeyen evlilik kurumunun 7 erkek öğretmende
naylon bir evlilik havası veren ortamında olabilecek muhtemel
tatsızlıkları da ucu ucuna bile olsa dengeleyebiliyor. Aile içi
şiddetin biraz da komik diyebileceğim kimi nosyonlarına benzer
fırtınalarda kopartılabiliyor bir kaşık suda.
Bizde de koptu Fırtına...
Evin genel hukukuna zorunlu tabi olan ben, sigara içen iki öğretmen
üyesi ile komşularıma misafir olduğumuz bir gün; birbirinin ardından
tellendirdiğim sigaralarla, nereden bilebilirdim ki, bir küllük
sorunu yaşayacağımızı... Bir yerlerden patlayacaktı şu sallapati
oluşturulmuş öğretmen ailesi (hepsi de erkek zaten), tetik boşluğunda
gidip gelen parmakların, silahı ateşlemesiyle küllenmeye bırakılmış
bu zorunlu birliktelik, bir küllük meselesi olarak çıktı ortaya.
Burada kalsa iyi, artık nur topu gibi büyüyecek olan şu küllük
sorunu derin mülahazaların merkezine oturacak kadar da dallanıp
budaklanacaktı...
Sigara içen öğretmenlerin içmeyenlere karşı hasmane duygular içinde
olabilecekleri, ya da ne zamandır evde olmayan küllüğün, neden
olmadığı gibi sorular; dozu tutturulamamış pespaye bir üslupla
daha da şiddetlendirdi bu sorun bile olmayan sorunu. Sigara içmeyen
öğretmenlerin, özellikle de felsefe bölümü çıkışlı olanının, doğru
sarf edilmiş lakin yanlış mekanda hedefini bulmayan helezonik
sözleri de kafi gelmedi ortalığı yatıştırmaya. Konuşmasını Problemli
dil ve Şiddet eksenine oturttuğu fikirlerin sahibi olan, kendisi
de sigara içen felsefecimizin; namazında niyazında olan diğer
3 öğretmeni pek ikna edemediği ama söylediklerinin ehven-i şer
denecek bir boylamda seyrettiği görülüyordu. Ama pek ikna olacağa
benzemiyordu şu sigara içmeyen triyo.
Dikkat ettiyseniz eğer, bu aile hayatı sürme zaruriyetine inanmış
aileciğin ne sigara içenlerinden ne de içmeyenlerden yana olan
tek fenomen bir üyesi; ki bu dünya yüzünde, yarın öbür gün evlenmeyi
düşündüğü sevgilisiyle birlik, kendinden bile çok sevdiği arabesk
türkücüsüyle kafası hayli dumanlı bu kardeşimizi bu eve duhul
etmeseniz de olurdu. İki tarafı da dinlermiş gibi yapan bu Hoca
Nasredin’den icazet almış arabeskçi öğretmenimin, sigara taraftarı
ve karşıtlarına, ”Benden ne istiyorsunuz yahu! Bırakın da Ferdi
Baba’yı dinleyeyim” diyordu sadece. Aşağı tükürse sakal yukarı
tükürse bıyıktı; iyisi mi iki tarafa da haklısınız deyip durumu
idare edecek mavi boncuklar dağıtmaktı. O kadar kolay sıyıramıyordu
işte! Taraf olmalıydı. Olmazsa olmazdı... Denge onun tutacağı
tarafın ibresini yukarı çıkaracaktı. Taraf olmayacağını belirtip
tarafsızlığa taraf oldu şu bizim Arabesk Öğretmen.
İki üç haftalık aile içi kavgaların ikisine kulak misafiri olan
komşuları olarak ben; ”Gelin canlar bir olalımdan” girip asgari
müştereklerde buluşulması gerektiği üzerine uzun bir konuşma yaptım.
Tabii ki izne dahil bir konuşmaydı bu...Neme lazım aile içi husumetler...
Aile içi sorunlara komşu denen münasebetsiz figürün karışması
abesle iştigalden öteye gitmezdi zaten. Küllük sorununu bir nebze
tatlıya bağlayan sözlerime, öyle sanıyorum ki, sigara içmeyen
öğretmenlerden, bence, en mongolunun nereden icap ettiyse artık,
densiz densiz ”Hoca gene Edebiyat yaptın” demesine kafamın tası
attı iyi mi! Bir problem çözen (problemde problem olsa!) rolünden
çıkmış; artık tarafgir olmadan meseleye sükunetle eğilen dilim,
sigara içmeyip (ne diye içmezler sanki!) çıt çıt çerez çıtlatan
bu sigara içmeyen öğretmenlerin; layıkıyla sigara içen öğretmenleri
karşılarına alan, ve tevekkül üzere yaşamlarını idame edenlerin
karşısına geçtim.
İbre artık sigara içmeyenlerdeydi.
Hoca efendiler” azı karar çoğu zarar” atasözünün heybeye söylenmediğini
de gördü bu vesileyle... İyi ki iki göz odamda kalıyorum. Yoksa,
düzen denen şu yılışık canavardan bu şekil yaka silkmem boşuna
değil! Başım rahat ki ne rahat! Yok yemek saatinde olacak, çay
servisi gene öyle, bir de meyve servisi en son yapıldıktan sonra;
ev hizmetlisi erkek öğretmenimiz, sorumluluğunu iyicene yapmış
olmanın gönenciyle, başı dik dolanacak. Ne de olsa yarın başka
bir ev hizmetlisi öğretmene kendi hizmetine koşuyor diye gizli
gizli sevinecek. Dedim ya başım rahat! Ama gene de bu saat gibi
işleyen nizamlarının tanığı olmamı isteyen öğretmenlerimin, bazı
yemek tekliflerine icap etmemek aptallık olacaktı. Geçenlerde
güzel bir kuru fasulye (görevli bir öğretmenin sürekli şaşmaz
yemeği idi bu) yapmışlardı ki davet edilmesem, yüzsüzlük edip
odalarına dalacaktım. Şansım varmış ki, bir tabak da bana ayırmışlar.
Ben ağır adam havalarına takılıp, ”olmaz molmaz” dediysem de ”sen
fasulyeyi seversin hadi gel” demelerine, dünden razı oldum. İştahla
yediğim fasulyeden sonra, ”Fasulye çok güzel olmuş anne öğretmen!
” dedim. Ocakta fokur fokur kaynayan çayın demini almasını bekliyoruz
şimdi... İnsanın bu mutlu maket ailecikle, karnı tok sırtı pek
geğirip (fasulyenin de yardımıyla) hafif hafif yellenmesi (fasulyeyi
fazla kaçırırsan olacağı bu!) her hangi bir içtimai hadiseye (küllük
sorunu vb.) mahal vermemesi ne mutluluk verici!
Benden uzak kalsın, istemiyorum buysa eğer mutluluk...
***
Virginia Woolf’un Flush isimli kitabında bahsettiği aynı isimli
asil köpeğin bıraktığı etkiden olmalı, zorunlu olarak kaldığım
şu Allah’a emanet köyde, belleğimin izbe delhizlerinde ara sıra
havlayan hayali köpeklerimle kavgalı olan ben, her biri insan
azmanı olan şu köy köpekleriyle de daha bir ilgiliyim şimdi.
Köyün etrafını dolanıp okula doğru gittiğim o
ilk gün, yabancısı olduğumu ilk görüşte hisseden, iyi beslendiği
havlamasından belli, zincirleriyle kulübesine mıhlanmış köpeğin
boş boş mavallarına pek prim vermedim önce. Ama, ne yalan söylemeli;
hırlayan her canlıya da oldum olası kıl olurum! Bu köpeğe de tiksintiyle
karışık bir acıma duygusu oluştu içimde. Bu köpeğin koruduğu evin
düşmanları var. İlişki çok basit bir minval üzre kuruluyor: Önüne
bırakılan yemek artıklarının karşılığı olarak, artık dost-düşman
fark etmiyor, mutlaka havlayıp duruyor bu köpek.
Bu düşman bekleyen kulübeli köpeğin 30-35 metre
ilerisinde de, iri kıyım iki köpek zincire bağlı bir halde bekliyor.
Nedense, beni pek tınmıyorlar! Yoksa, aç köpek havlamıyor muydu?
Evet; anladım, bu iki zincire bağlı köpeğin zıbaracak bir kulübeleri
yok. Neden olmasın, belki de ev sahipleri olan eve karşı köpekçe
bir protesto biçimidir bu densiz tavırları. Yoksa; bir yerlere
göbekten bağlı (köpekler başlarından üstelik) olduğunda, daha
çok ya da daha az mı havlıyordu şu köpek milleti?
Bu iki havlamayan köpekten azade, bana doğru
gelen (zincirlerini mi koparmış ne?) yaşlı olduğu da her halinden
belli bir köpek; güçten düşmüş patilerini de sürte sürte anca
yürüyor. Nereden bilebilirdim ki gün görmüş, yaşlı da olsa bu
köpeğin, beni pas geçip, sanki orada değilmişim gibi önümde dolanacağını.
Tabi ki çok korktum! Saat, daha sabahın altısı ya var ya yoktu.
Gıcır gıcır takım elbisemle fiyakam da o biçimken şimdi olacak
şey miydi, billahi de kendi bohemyasında gerçek bir kinik gibi
mekik dokuyan şu yaşlı aylak, rezil edecek beni! Gerisin geri
gideyim diyorum ama az gerimde bıraktığım kulübesiz o iki köpeğin,
bu yeni teşebbüsümü pek hayra yoracakları nereden malum... Hadi
bu kulübesiz iki köpeğin şerrinden kurtuldum diyelim, ya kemik
yiye yiye zincirlerini kıracak denli izbandutlaşmış o aslan müsveddesi
köpeği nasıl atlatacağım peki? Beynim hızlı hızlı düşüne dursun;
gözleriyle o yaşlı aylak köpek ”Sana bir zararım dokunmaz” der
gibi çekip gitti önümden. Oh be!
***
Nikahta keramet olduğunu bile bile ne diye nikah
masasından kaçar Devlet, bir senelik sözleşme adı altında, öğretmenini
kaçak çalıştırıp iflahını düren bugünün hükümetine inat; sözleşmeli
öğretmenliğe mecburen eyvallah diyen(lerden) ben; köy okulundaki
ilk günümün verdiği heyecandan olacak, 45 dakika kadar erken gelmişim
”yandan çarklı” okuluma. Laf olsun diye okuluma yandan çarklı
dediğim sanılmasın; vicdanı ile cüzdanı arasında kalmış ve Napolyon’vari
bir edayla, ”para,para,para…” demeyi de kendince daha ahlaklı
görmüş bir yurdum mütahitinin şaheseri şu bizim yandan çarklı.
Olsun artık o kadar!
Aksilik bu ya, adamın canına kasteden bir soğuk
var ki donacağımı sandım. Eee okula badireler atlatıp geldim gelmesine
de, niçin daha kapalı okul? Az sonra, üstü açık bir minibüsün
içinden üç tane dal gibi çocuk çıkageldi. Şoför, üstüme başıma
bakıp selam niyetine iki kez kornasını çaldı. Benim çalacak kornam
da yok; sol elimi yukarı doğru kaldırıp aldım selamını. Yabancısı
olmadığım ama gereğinden fazla abartılı bulduğum sevgi gösterilerini
de doğrusu hiç kaldıramıyorum. Bu köye ayak bastığım andan beri
yerli yersiz hemen herkesin selamını aldım: ”Selam” demek yetmiyor
olacak ki, ”Aleykümselam! ” veya ”Allah sizden razı olsun” gibi
kurulmuş ezber iltifatları da sıklıkla kullanmanız en makbul olanı.
İnsaf edin, selamsız sabahsız bir günü geçmeyecek mi insanın diye
sormayacağım da, aynı mekanın içindeki kalabalıkla tek tek tokalaşıp
mutlaka iyi sıhhatlerde olduğunuzu da -istisnasız herkes iyi,
nasıl oluyorsa- söyleyeceksiniz... Tamam, her şeye eyvallah derim
demesine de (burası köy bile olsa), gün yirmi dört saat yanyana-gözgöze
olduğunuz insanlara; kurulmuş robotlar gibi el kaldırıp baş indirmenin
doğrusu neresi kültür daha anlamış değilim. Kendini sürekli tekrarın,
bulanık suda balık tutmak gibi bir şey olduğunu söylemek için
öğretmen olmak mı gerekiyor? Hadi canım siz de, ağzında bakla
durmayan bu biri diğerinin kopyası gibi durmadan çoğalan insanlarımızı
çağdaş bir zihniyet ve onun sürekli değişime açık bireyleri olarak
kazanmak çok mu zor? Sürekli tekerrür eden yakın tarihimizde,
ironik bir ifadeyle, yanılmıyorsam, ”Köylüleri niçin öldürmeli”
isminde bir şiir yazdı diye şairine, ”Köylü milletin efendisidir”
diye salık veren düsturun; şimdilerde emekli olmuş ve ülkemin
yakın dönem siyasi Ombudsman,’lığına da irşat eden emekli bir
Cumhurbaşkanı; köylülüğü sloganlaştırması yetmemiş olacak ki;
şairimizi kalkıp hem Cumhura hem de o dönemin savcılarına havale
edebilecekti... İşte böyle; öldüremediğimiz köylünün (köylülüğün),
bu şaşmaz devri daim içindeki hali pür melali 2005’lerin Allah’a
emanet kaldığım köyünde de hamaset kokan yeni temsilleri daha
çok oynanacağa benziyor.
AB'nin köylülüğü elimine edecek köklü yönelimlerine
arka çıkıp bu tarihi fırsatı başka baharlara erteletmeksizin,
kendi iç dinamikleri ile gerçekleşeceğini gören ve bu insan merkezli
zihniyet projesinin (daha tamamlanmamış olan bu serüvenin) salt
bir kaç bilim insanının entellektüel uğraşı olmadığını da bilince
çıkaracak yeni bir siyasi parti ve onun yeni politikacılarına,
kanımca, acil ihtiyaç duyuyor bu ülke.
***
Ama ne hikmetse; hep o yaşlı köpek aklımı kurcalıyor.
Keşke dilini bilebilsem. Bir yol evime konuk gelse de, yumurtayla
birlikte karıştırıp yemem gereken sucukları kendi ellerimle yedirsem
ona. Biraz acıymış sucuklar, ben daha tadına da bakamadım. Ağzını
şapurta şapurta keyiflice midesine yollar mı acep sucuklarımı?
Peki yumurta yer mi köpekler? Neden bu denli saçma denecek kadar
merak ediyorum köpekleri? Düşünüyorum da, yolun yarısına merdiven
dayamış havsalamda köpeklere dair iki kötü anımın dışında başka
bir şey de yok...
Evet, ben de çocuktum...Ve mevsim çocukluğumun kışıydı. Bıçak
gibi soğuk bir rüzgar ve yerde buz tutmuş kardan bir beyazlık
vardı. Kurt sanmıştık ama köpek sürüsüymüş meğerse; dağdan aç
aç ilçemize dadanmışlardı. Tek kelimeyle, hareket halinde bir
anarşi gelip mahallemize dadanmıştı. Düzinelerce köpek, ağızları
salyalı bir halde kimi görse saldırıyor. Sanki kazanılmış bir
savaş sonrasında mahalleyi yağmalamaya gelmişti köpekler. Bu kıblesini
şaşırmış başıboş köpeklerin, biz mahalleliye açıktan bir savaş
ilanı değilse eğer, basbayağı bir intihar alayı sürülmüştü sokağımıza.
Yoksa; bizim sokağa tek mi gelmişlerdi bu köpekler? Abartmayı
pek sever de hani ondan mı abartıyordu anılarımın çocukluğu? Bilemiyorum;
artık her neyse, bu gözü kara köpeklerden birinin, şimdi doktor
olan bir arkadaşımın ayağını, kocaman dişleriyle yerlerde nasıl
sürüklediğini bugün olmuş gibi hatırlarım. Bende şeytan tüyü olduğunu
söyler arkadaşlarım; o korkunç günde kendimle büyüttüğüm köpek
fobisinden başka tek bir sıyrığım bile olmadı.
Gene o çocukluk döneminden kalıcı bir yaram var
sol bacağımda. Bu sefer çocukluğumun baharı... Günlerdir yağan
şiddetli yağmur sonrası; yaz aylarının çıldırtıcı sıcağından kurumuş
olan bizim Gola Reko (Kaplumbağa Gölü), içi süt dolmuş kocaman
bir meme gibi verimliydi. Bilebildiğimiz ve de yüzmek için gittiğimiz
tek gölümüzdü bu göl. Ama gelin görün ki, bu güzelim gölün kıyısında
çocuksuz bir çift kulübemsi derme çatma bir ev kurmuş ve nereden
bulup toplamışlarsa, bu evin yanında yöresinde, çocukları gibi
gördükleri, enva-i çeşit köpeğin saltanat sürdüğü bir köpek cenneti
yaratmışlardı. Göl artık, köpekli göldü. Biz çocukların kötü bellediği
bu çift; yersiz yurtsuz köpeklerin güle oynaya yaşadığı bu göl
ve civarını, bir tek biz çocuklara yasaklamışlardı. Gizli gizli
gene göle girip çıkardık. İşte böyle bir gün; pusuya yatmış en
az 5 köpeğin saldırısına uğradım. Koşmaktan başka çarem yoktu.
Tabanları ne kadar yağlasam da ne fayda, bir an için sol bacağımda
bir sıcaklık hissetmiştim. Beni bacağımdan çok, yeni aldığım ve
koşarken ardımda bıraktığım cızlavıt ayakkabımın bir teki düşündürüyordu.
Ayağımı unutmuş artık ayakkabıma yanmıştım. O gün bugündür, ne
vakit bir köpek görsem, ezberimdeki; ”havlayan köpek ısırmaz”
sözü gelir aklıma. Halt etmiş bu sözü eden atalarımız; sol ayağım
şahittir buna, havlayan köpek ısırdı!
***
Şu aylak yaşlı köpekle, köydeki bu birinci haftamda, iki ya da
üç kezdir göz göze geliyoruz. Beni alıp çocukluğuma götüren bu
yaşlı gözler, öğretmenlerin çöplük niyetine kullandığı bu yerde,
nasıl doyacaksa, karnını doyurmaya çalışıyor. Bilmez ki bir öğrenci
evi ruh haleti içinde bir arada zorunlu duran öğretmenlerin; aparatif
yemeklere talim ettiklerini -haksızlık etmemeli- komşum olan öğretmenlerin
her akşam sıcak yemek yediklerini teslim etmeliyim -lakin, çöplüğe
yiyecek dışındaki çerçöpten başka bir şeyin gitmediğini de tahmin
etmek zor olmasa gerek... Yaşlı köpeğin aç olduğunu adım gibi
biliyordum. Allah aşkına söyleyin; aç köpek hani fırın duvarını
deliyordu, ben ardına kadar kapımı açık bıraktım ki gelip, biraz
acı ama mis gibi duran sucuklarımı yesin diye. Niye gelip yemedi?
Bu köpeğin, hep gözlerimin içine bakıp beni kendi hikayesinin
içine çekmesi de neyin nesi? O gün ardına kadar açtığım kapımdan
geçmeyen köpek; diğer günlerde bizim çöplüğü gene eşeleyip duruyordu.
O günlerin birinde odamdan bir pide ekmeği alıp dışarı çıktım.
Nasıl seslenilir ki bir köpeğe? ”Hey” dedim önce, ama Türkçe bilmez
ki bu köpek! ”Wer wer” deyip bu sefer de Kürtçe seslendim. Teklifime
icabet edeceği yok. Tırsıp, gerisin geri kaçmaya başladı köpek.
Elimdeki ekmeğin çeyrek kadarını koparıp önüne attım. Gene gelmedi.
Geri çekilmemle köpeğin ekmeğe doğru seğirtmesi aynı anda oldu.
Fark ettim ki, aramızda belli bir mesafe olsun istiyordu. Bir
parça ekmek daha attım önüne. İnsanların yediği lokma sayılmazmış
da sanki başka bir canlının sayılırmış sanıp, yaşlı köpeğin ekmeği
iki eşit parçaya büyük bir incelikle ayırıp, iki lokmada midesine
indirdiğini de izledim. Bu sefer ekmeğin son parçasını da önüne
bıraktım. Az önceki seremoni tekrar etti. Hem ekmeğimi yiyip hem
de mesafe bırakmaya devam ediyordu yaşlı köpek. Acele odama dalıp,
kalan son ekmeğimi de alarak, kutsal bir ayini izliyormuş hissi
içinde olduğum bu güzel dakikaların hiç bitmesini istemedim. Aldığım
ekmeği az öncesinde yaptığım gibi parçalara ayırdım; patilerinin
de yardımıyla ekmeğin bir yarısını gene iki lokma ile iç etti
işkembeyi kübrasına. Kalan son parçayı da bıraktım bu sefer, onu
yemedi. Doymuş muydu yoksa? Ağzının içinde tuttuğu ekmeği aldığı
gibi uzaklaştı benim bulunduğum yerden. Nasıl olsa tekrar karnı
acıkacaktı. Artık onun için de fazladan bir ekmek almam gerekecek.
Ya, köpekler süt içer mi? Hele, tekrar gelsin de yaşlı köpek;
sözüm söz, kendi elimle içirteceğim sütünü...
***
Okuduğunuz şu satırları çalakalem defterime yazmaya
çalıştığım bu Allah’a emanet köyün yıldızlarla bezenmiş gecesinde;
belki inanmayacaksınız, dışarıdan kesik kesik köpek sesleri geliyor
odama. Yolun yarısına dayanmış içerimdeki ölü sessizliğini bölüyordu
köpekler... Bana büyümeye başladığımı anlatan o gözleriyle; uzattığım
ekmeği isteksizce yiyen, yaşlı köpek olamaz diyorum bu havlayanlar
arasında; olsa olsa, sahibinin sesi olan kulübeli köpekle, istisnasız
iki parça ekmeğe hırlayan zincire müebbet bağlı protestocu köpeklerin
sesidir mutlaka...
Nereden nereye geldim; Woolf’un romanında bahsettiği
Flush isimli köpeğinin asaleti mi alıp buraya kadar demirledi
sözcüklerimi? Bu yazı en son nasıl çatılır ki; Woolf’un kitabının
daha başlarındayım, okuyup göreceğiz bakalım; benim kocamış aylak
köpeğimle aşık atabilecek mi şu küçük burjuva Flush?
***
Derler ki; şiirlerinden bini yele verilmiş, bin
kadarı da ırmağa atılmış olan Yunus Emre'nin, ilk bin şiirini
suda balıklar, diğer binini ise, gökte melekler okumakta imiş
daha. Biz fanilere de kala kala koca şairin bin şiiri kalmış.
Niçin mi anlatıyoruz bu meseleyi?
Bizler, T... Köyü İlköğretim Okulu öğrencileri;
ne Yunus' un o kalan bin şiirinden haberdarız daha, ne de; ”Bugün
yeni bir gündür, yeni bir söz söylemek gerekir.” diyen gönül dostu
Mevlana'nın eserlerinden...
Masallarını da bilmiyoruz Andersen'in!
Ezop diye bir masal ustası da varmış üstelik...
İçinde Binbir Gece Masalları geçen Doğu'nun mistik
anlatılarından tutun da, Batı'nın eleştirel süzgecinden damıttığı
felsefeye kadar, her şeyden bihaberiz maalesef! Bu yüzden; hayellerimizin
resmini çizmeye koyulduk bir gün: ”BİZİM DE BİR KÜTÜPHANEMİZ OLSUN!”
şiarıyla rengarenk resimler çizdik bembeyaz kağıtlara.
Mardin İli Kızıltepe İlçesi Halk Eğitim Merkezi
Toplantı Salonunda yapılacak olan bu resim sergimize, siz de katkı
sunun ki, ”BİZİM DE BİR KÜTÜPHANEMİZ OLSUN!”
*Bu yazıyı kaleme aldığım döneme denk başlattığım(ız)
ve 2 ay kadar da süren bir kampanya sonucu da T.. Köyü’ndeki çocukların
güzel bir kütüphanesi oldu. Artık, gerisi çocuklara kalmış...