Aşırılıklarla dolu 20. yüzyıl geride bırakılırken
Ivan Loubennikov modernitenin, postmodernitenin ve “geleneksel”le
çelişkisi olan tüm diğer akımların yönsüz ve çoğu zaman gelgeç
savrulmalarına karşı bir ‘yeni Rönesans’ın biricik (uniqe) öncüsü
olarak duruyor. Onun tahayyül ettiği Rönesans’ta ‘yeniden doğan’
sadece antikitenin estetik-sanatsal mirası değil, aynı zamanda
ilk Rönesans’ın gerginlik içinde olduğu hıristiyan dinsel ikon
kalıplarıdır da. Fakat, Loubennikov’un da ifade ettiği gibi 20.
yüzyıl, “yeni araçlar ve yeni sosyallik arayışlarına yönelmiştir.”
Bu, tekil direnişlerle aşılabilecek ve önlenebilecek bir trend
değildir. Bu anlamda Loubennikov, Don Kişotvari bir tavırla, yenileceğini
bile bile ilk Rönesans’ın karşı koyduğu yaygın dinsel-estetik
dilin bugünkü muadili olan tüketim toplumuna ve onun kitle iletişim
araçları dolayımıyla kurulan anlam dünyasına sarsıcı yakınlıktaki
figüratif resimleriyle, soylu bir vakarla direniyor. Geçmişin
dinsel otoritesinin ve sanatsal taleplerinin yerini ‘Pazar’ ve
onun kolay sindirilebilir nesne/imge talepleri alırken yalın,
sahici ve sıradan olana kayıp halesini geri iade eden ressam,
akıcı ve parlak görüntüler çağında duyarlılığını yitirmiş izleyicilere
ürpertici derecede sade bir şiirselliğin rüzgarını üflüyor. İşte
burası, onun öncülüğünün ve mağlûpluğunun başladığı nokta...
L'Eau de Citron, 2004
Ivan Loubennikow’un başarısını sadece onun,
çağın hakim eğilimlerine karşı sağlam geleneklerden beslenen direnişine
indirgemek ise, çok katmanlı okumalara açık olan yapıtını yalnızca
bir yönüyle almak olur ve bu hata bizi estetik bir dehanın tüm
işaretlerini gösteren sanatçının resimsel üslûbundaki zenginlikleri
algılayabilmekten alı koyar. Loubennikov’un, istisnasız tüm resimlerinde
seçkin örneklerini gördüğümüz, adeta zamanı donduran, devinimi
askıya alan ve renkleri çıplak değerleriyle vurgulayan ışık-gölge
oyunları; espası ve genel olarak tüm kompozisyonlarını kesen tematik
tekrarlar üzerine kurulu ritim duygusu; figürsel ifade gücünü,
aklın kavrayış gücünü zorlayan düzeyde yalın, yumuşak ve aynı
zamanda keskin bir boyuta ulaştıran tamamıyla kişisel bir keşif
olan tonalitesi ve son olarak, tüm bunları tiyatral bir şölen
ışığıyla aydınlatan, kapsayan ilahi balans... Bu, aslında ressamın,
1990’larda genel ve coşkun bir hareket olarak doğabileceğini ümit
ettiği; ne var ki, hiçbir zaman gerçekleşemeyen, ancak en mükemmel
derinliğiyle onun sanatının mikrokozmosunda billurlaşan yeni Rönesans’ın
ta kendisidir. Yenikliği yalnızlığından gelir. Yoksa, tek başına
ele alındığında onun başardığı, sanat dünyası adına, kelimenin
etimolojisiyle çelişkili bir şekilde geleneklere dayanan bir devrimdir.
Francesca, 2004
Tekrarlardan bahsettiğimizde, ilk akla gelen Loubennikov’un ‘kadınları’dır.
Hüzünlü, arsız, ürkek, şaşkın, aptal, masum, günahkar, çapkın,
dingin, üzgün, ümitli kadınlar; her zaman çıplak, çoğu zaman anaç,
bazen ayartıcı, en günahkar pozisyonda bile daima şehvetten uzak...
Kadınlarıyla beraber kompoze ettiği gündelik nesneler de (meyveler,
bardaklar, tabaklar, şişeler, ekmekler, kafesler) vazgeçilmez
öğelerdir. Aynaların ise ressam için bambaşka bir anlamı vardır.
Psikolojik çağrışımlarla da, tıpkı tarihsel ve mitolojik mevzularla
olduğu gibi ilgilenmeyi seven Loubennikov’un aynaları, kimlik
sorunlarını kadın olmak ve erkek olmak hallerini parodileştirerek
tartışıyor. Aynaya bakan, aynada görünen, aynanın öte-mekânına
geçen ve oradan gelen hep kadındır. Hatta, onun bu meseleyi doruğuna
ulaştıran bir yapıtında, masa üzerinde bir ayna figürü görürüz.
Şaşırtıcı olan şudur ki, aynada yansıyan kadın yüzünün tabloda
aslı görünmemektedir. Biraz daha dikkatli baktığımızda ise aynadaki
yüzün gözlerinin bizim gözümüzün içine baktığını fark ederiz.
Sadece resmedilen değil, bu örnekte, izleyen ve resmeden de kadınlaştırılmıştır.
Kuşkusuz çözümünün ipuçları ancak Loubennikov’un yaşantısı, sanatı
ve felsefesi daha iyi anlaşıldıkça kavranabilecek tamamıyla kişisel
bir obsesyonla karşı karşıya bulunmaktayız.
Freudyen bir referansla, bir çok Loubennikov resminde kadın imgesine
deniz eşlik eder. Denizin bir yönüyle ressamın 14 yaşına kadar
dışına çıkmadığı Sibirya’daki balıkçı yaşantısıyla bağı kurulabilir;
diğer yönüyle ise deniz, ana rahmidir. Bu kurgunun en iyi sezilebileceği
örnek ise belki de, ressamın tartışmasız başyapıtlarından biri
olan Nostalji’deki anlatımıdır. Burada, bir eli
yanağında duran, anaç bir huzur vericiliğe sahip kadının çıplaklığı
hiçbir erotik öğe içermezken, arkadaki deniz fonu artık uzaklarda
kalmış ana rahmiyle ilişkilendirilebilir. Fakat, bu ‘okuma yöntemi’nde
baktığımız, imkansız bir hedeftir. Asla dönülemez, sonsuzcasına
kopulmuş, belleğimizin odalarında hiçbir ışığın aydınlatmadığı
bir geçmiş... Eğer böyle bir psikanalitik çözümleme yapılacak
olursa, kadının duruşundaki umursamazlık ve yüzünü izleyiciye
yan çevirmiş, uzaklara bakıyor olmasının verdiği ‘reddedilme’
duygusu ‘ödipal’ kurgumuzu bütünler gibidir. Sanırım, bu resimde
tüm izleyicilere tedirgin bir hayranlık veren onun bu örtük göndermeleridir.
Nostalgie, 2002
Loubennikov’un yapıtları figüratiftir
ama kesinlikle kelimenin vülger anlamında ‘gerçekçi’ değildir.
Sosyalist dönemde ülkesinin resmi organizasyonlarından biri olan
Ressamlar Birliği’nin Başkan Yardımcılığı görevini yapmış olmasına
rağmen bir zamanların Sovyet sanat ideolojisi olan ‘sosyalist
gerçekçilik’le ciddi bir mesafesi bulunmuştur. O, tüm gerçek sanatçılar
gibi kendine özgü bir evren yaratmıştır. Bu evrenle sosyal hakikatler
arasında bir temsiliyet ilişkisi bulunmamaktadır. Mitolojideki,
tarihteki, dinlerdeki, güncel yaşantılardaki konulara yöneldiğinde,
sanatsal üretim sürecine içkin olan amacı, bu öğeleri bağlamından
koparmak, kökenlerinden yersizyurdsuzlaştırmak (deteritoryalizasyon)
ve ancak onun diğer yapıtlarıyla aynı atmosferi paylaşan yarı
kapalı metinler yaratmaktır. Bu süreçte onu bir aidiyetle tanımlamak
pek mümkün değildir. Kendi ifadesiyle o, Avrupa’da Rusyalı, Rusya’da
Avrupalıdır. Kararsız, belirsiz bir konumda, estetik anlamda oldukça
kararlı ve lirik bir resim dili yaratmıştır. Bugünün insanı değildir,
ama ona dünün, şu ya da bu çağın insanı da diyemeyiz. Zamansızlığın
içinde kendi zaman algısını kurmuş gibidir. Düşsel, bazen mistik
ve daima lirik bir üslupla kutsal kitabın, Batı’nın ve Doğu’nun
tarihinin, özellikle Antik Yunan’ın ve Sibirya’nın ne bürokratik
devlet aygıtlarının ne de küresel kapitalist süreçlerin tümden
hakim olamadığı rüyayı andıran yaşantılarının sunduğu malzemeyi,
biraz da çocuksu bir muziplikle ironileştirir. İzleyene de, Borges’in
öykülerini okurken aldığımıza benzer bir tat bırakan bu oyunculuk
ise Loubennikov’un sanatının yalın cazibesine hiçbir şey kaybettirmiyor.
Peki neden ironi? Yanıtı Ivan Loubennikov’un kendisi veriyor:
“Dünyaya ironiyle bakmazsanız tımarhaneye düşebilirsiniz.” Goya,
“aklın uykusu canavarlar doğurur” demişti. Bugün aklın ve küresel
rasyonalitenin aşırı uyanıklığı ve evrensel hegemonyasının yarattığı,
geçmişin canavarlarının görünümlerini aşan sosyal, siyasal problemlerle
yüz yüzeyiz. Loubennikov’un resmi ise, mekanize olmuş, büyük oranda
elektronik beyinlere teslim edilmiş dünyamızda erken doğum yapan
meleksi cennet manzaralarını andırıyor.