SAYI 67 / 05 ARALIK 2005

 

KAHVENİN DİYALEKTİĞİ


Gürkan Haydar Kılıçarslan
empatizan@gmail.com



H
er ne kadar ‘devrim’ yolu ile ortadan kaldırılamayan tek tanrılı dinler, ‘evrim’ yolu ile ortadan kaldırılmaya, tek ve başlangıç kaynaklarını yitirmiş bir bünyeye devşirilmeye çalışılıyor olsalar da anlamak gerektir ki, yaşadığımız çağda “din” afyon olmak ne kelime, teşbihte hata olmaz, kahvedir. Peki ortalama bir Marksist için durum öyle midir? Daha bu basit teorik geçişin farkına bile varamamış “akademikyenler” ezber türkülerini ancak kendileri çalar, kendileri dinlerler. Halklardan, ezilen sınıflardan ve girişim saçakları oluşturan toplum katmanlarından yüzde yüz uzak ama çok çok uzak sırçadan ve aslında çamurdan akademi köşklerinde akademikyencilik oynarlar onlar. Kongre havuzlarında kumdan faşizm şatolarında ekonomik Sindrealla rejimleri kurgular onlar. Hatta en kötüsü en beklenmedik, en küçümsenen toplumsal eğilim ve hareketlerde Marksizmin doğru saptamalarını görmeyecek kadar da gözlerini Marks’ın sakalı bürümüştür onların. Damarlarında doz doz diyalektik materyalizm dolaştırılar. İşte onlar gerçek afyon kullanıcılarıdır. Fakat boşverelim o çağdışı gericileri, yobazları… Biz önce Marks’ın tezinden çok, yanlış anlaşılan, hatta hiç olması gerektiği gibi anlaşılamayan bir ezberi kıralım önce…

Gerçekler acımasızdır. Gerçek şudur ki, kıçını ölüm korkusu sarmış ortalama bir agnostik bile, yani dine inanmadığınına dair 30 kamyon laf üretecek bir kimse dahi acil durumlarda başvurabileceği bir hatta birkaç dinin ortalıkta olduğunu bilmek ister. Hattası bilmek zorundadır. Kendilerini materyalist olarak tanımlayanları, idealist olmayı suç sananları, ortodoks pozitivistleri, utangaç materyalistler olan agnostikleri ve en cesur yürek ateistleri üzmek bahasına olsa da bir gerçeğin altını çizmek zorundayım. Din kurumu sizlerin çoğunun hoşuna gitmese de, birey için olmaktan çok toplum için bir zorunluluktur. Daha doğrusu bir sonuçtur. Daha açıkçası size kötü haber olsun istemezdim ama toplumsal yaşamanın bir gereğidir. Hem de hidrojenle oksijenin bir sonucu olan “su” kadar duru bir nedensellik gereğidir. Gerekirciliğin mecburiyetidir. Sizler tek tek birim bazında, yani bireyler olarak vicdanen özgür olabilirsiniz ama her ne zaman kurumlaşmaya yönelecek düzeyde toplumsallaımak zorunda kalırsanız artık eski özgürlüğünüz de dönüşmüştür sizinle... Ve bir fizik yasası kesinliğinde kabul etseniz de etmeseniz de bir dinle tanışırsınız. İşin kötüsü, size göre en umut kırıcı olacak haber ise, bahse konu olan dini ortadan kaldıramazsınız. “Hayır” diyenler olabilir elbette. O zaman işin abecesine inelim.

Dünya gezegeni, Kıyamet’i bir türlü kopmamış bir gezegen olarak bir milyon yıl boyunca yörüngesine, üzerinde taşıdığı insan türü uygarlığı ile beraber devam edecek olsa da, bu uygarlıklar dönüşümlere uğrayarak başka uygarlıklara dönüşecek olsalar da, bu uygarlıklara yeni unsurlar eklenecek olsa da, din veya dinler toplumsal yaşam devam ettiği müddetçe varolmaya devam edeceklerdir. İnsanlığın bilimsel, teknik ve düşünsel yolculuğu ne boyutlara varacak olursa olsun, din veya dinlerin de eli kolu armut toplamayacak, boş durmayacak, uygulamalarda ve hatta temel inanışlarda yaşanabilecek değişmelere rağmen, sanılanın aksine kendini veya kendilerini eskisinden daha güçlü bir şekilde yenileyeceklerdir. Herşeyden önce dinlerin bu performansı göstermeye yeterli altyapısı, kurumları ve kadroları vardır, hep olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Gerekli sinerji ziyadesiyle mevcuttur. Birbirleri arasında ve hatta kendi içlerinde gösterdikleri zıtlaşmalar, çatışmalar ve karşıtlıklar dinleri harap etmeyecek, tam tersine gelişmeye sevk edecektir. Kaldı ki içinde yaşadığımız çağ tam da bu dönüşümün başlangıç çağıdır. Kapitalizmin dinlerden istifade etmesine artık gerek kalmamıştır. Kapitalizm de tıpkı Geleneksel Marksizm gibi dinleşmeye, kendi özgün dinini yaratmaya başlamıştır. TEKNOLOJİ’dir bu yeni dinin adı…

Gerçekte “Diyalektik Materyalizm”in, daha doğrusu DM’yi dengelerini kaybetmemek için kendi beyincikleri özgülünde algılayanların hesaba katmadığı bizzat DM’nin kendi bünyesi ve kendi yasaları olmuştur. Çünkü dinlerin zıtlıklardan ve çatışmalardan değişmiş ve gelişmiş olarak çıkmaları diyalektik bir gerekliliktir. Marksist teori ve tarihsel materyalizmin, 1905 yılında Rusya’da burjuva cumhuriyeti talebinde bulunmayı “üst basamak” olarak gördüğü halde milyonlarca insanın bedeni üzerinde ve maalesef başka milyonlarca ölü bedenin hemen öncesinde, yani 1938’de totaliter bir mutant bürokrasi rejimini “ilericilik”, burjuva cumhuriyeti talebinde bulunmayı “gericilik” sayması kadar isabetli bir yorumdur artık dinin afyon oluşu yorumu…

Bırakınız başka özgün ele alış teknik ve yöntemlerini, bıraktım Althusser’i de, Levi-Strauss’u da, bizzat Diyalektik yasalarına göre ilk olarak, doğa ve doğayı oluşturan herşey, birbirlerinden bağımsız, birbirbirlerinden ayrı şeylermiş gibi ele alınmaz. Diyalektik yöntem, herşeyin birbiri ile dolaylı ya da doğrudan bağlantı, bağıntı, etkileşim ve ilişki içinde olduğunu, herşey arasında en az bir bağıntı olması gerektiğini, herşeyin birbirini geri dönüşü olan veya olmayan süreçler dahilinde etkilediğini ve değiştirdiğini ve her işlevin kendinden başka işlevlere bir parametre sayılabileceğini ifade eder. İndirgemeci bir yöntemle tek başına ele alınan her olgu ve olay, etkileşim içinde olduğu açık ve kapalı başka sistemlerin yarattığı fiziksel etkiler ile sözkonusu olgu ve olayların açık veya kapalı sistemlerin başlangıç şartlarını değiştirebilme potansiyelleri gibi “çıktıları” derinden etkileyecek ve değiştirecek unsurlardan bağımsız olarak hesaba katıldıkları sürece anlamsızdır. Yine birinci niteliğe bağlı olarak doğada yer alan herşey durgun olmayıp sürekli bir hareketlilik halindedir. Hatta bu hareketlilik sabit hızlar dahilinde bile kalmayıp ivmeli bir harekettir. Bunun anlamı ise doğa sürekli iş ve enerji üretmekte, hatta bana kalırsa, “Doğa, enerji dönüşümleri ve transferleri ile zaman üretmektedir”. Kaldı ki sürekli entropik değişimlerin yaşandığı esaslı bir alışlar-verişler süreci sözkonusudur. Sürekli hareketlilik etkisine aldığı “şeyleri”, doğal olarak sürekli gelişme, sürekli yenilenme, tekrar ortaya çıkma, tamamen ortadan kalkma, olağan değişme ve zorunlu değiştirme hallerine maruz bırakmaktadır.

Engels, sapına kadar idealist olan Hegel’den kotarılan diyalektik yöntemi ruhlardan ve en azından ilk bakışta fizikötesilerden arındırmaya çalıştığı “Doğanın Diyalektiği” adlı anıt-eserinde doğayı oluşturan ve birbirlerinden bağımsız ele alınamayacak ve sınıflandırılsa bile birbirlerine dönüşerek sınıflarını değiştirebilecek her parçayı daimi bir akışkanlık, durmak bilmeyen bir değişim ve sürekli bir gelişim içinde tanımlamıştır. İlaveten “şeyler” hakkındaki sürekli varoluş ve en azından gözden kayboluş, yani yokoluş durumlarını bahse konu olan değişim süreçlerine, yapaylığına aldırmadan monte etmiştir. Maddenin görünen ve teknoloji ile sınırlı gözlem aygıtlarının algılama kapasitelerine bağlı olan durum değişimleri ile yetinmiştir. Bu durum değişimlerinde yaşanan ve teknolojik üstünlüğü olmayan bir sıradan faniye devrimci dönüşümler olarak gözlenen maddesel hal geçişleri, maalesef zamanın izafiyetinden arınmış bir feylesof ordusunun insafına bırakılmıştır. Buradaki tarihi hata Engels’den çok izafiyetçiliğin I’sinden haberi olmayan, en kötüsü niyeti bile olmayan feylesof ordusunda aranmalıdır.

Öte yandan dini afyon olarak mecazlandıran ve dinden kurtulmak gerektiğine karar veren, en azından bunu istemsel bir gereklilik olarak addeden diyalektik materyalizme göre nicel ve önemsiz görülebilecek değişimler, belirli bir dönemin sonunda nitel değişimlere yolaçarlar ve bu sıçrayış genellikle “devrim” düşüncesini çağrıştıracak şekilde ani ve etkili olur. Yine Engels’e göre diyalektik gelişme, nicel değişimlerden nitel sıçramalar oluşmasıdır. Bununla beraber diyalektik materyalizme göre herşey kendi içinde içsel çelişkiler taşır ve bu iç çelişkiler, dahili karşıtlıklar gelişmeye giden yolda yaşanacak mücadelenin bir gereğidir. Nihai olarak daha somut ve basit olarak Lenin’in tarif ettiği üzere gelişme, “karşıtların savaşımı” indirgemeceliğinde gizlidir. Hiçbir kazanım bedelsiz olmaz.

Marksist teorinin en önemli çıkmaz sokak açmazı, ortadan kaldırmayı ve yenisini planladığı ana olguların iç dinamiklerinde yatan “gizli gerilmeleri” hesaba katmayışıdır.. Mühendislik dilinde söylemek gerekirse, Marksizm teorisyenleri ve uygulayıcıları dinamikte iyilerdi ama statikte çok zayıflardı. Harekete dayalı kuvvetleri iyi değerlendirdiler, oysa gizil kuvvetler ve potansiyeller görmezden gelindi.

Mühendislik uygulamalarının çoğu zaman tecrübeye dayalı ve hatta teorik bir temeli dahi olmayan “emniyet katsayıları” ile karşıladığı gizli gerilmeler Marksist teorinin ihmal ettiği en önemli parametreler oldu. Bunun küçük bir hata olmadığı, tam tersine çok önemli bir yanlış olduğu ise bu tür emniyet katsayıları verilmeden uygulanacak her mühendislik uygulamasının bir facia, yıkım, patlama, çökme ve benzeri neticelerle sonlanacağının not edilmesinde anlaşılmalıdır. Aslında bu durum Marksizmi bir mutant devlet ideolojisine indirgemecilerin hatasıydı. İşin gerçeği, birkaç istisna hariç olmak üzere, özellikle matematik ve fizik yasalarını algılayacak sosyal devrimci zihinlerin olmayışı nedeniyle sadece ekonomiden anlayan, sadece beşeri bilimlerden anlayan, sadece hukuk ve arkeoloji felsefeciliğinden anlayan hatta devrimci de değil, evrimci bile olamayan muhafazakar, gerici ve hatta yobaz teorisyenlere kalan Marksizmden daha fazlası da beklenemezdi.

Elbette dünyanın düşünce, sosyal ve ekonomi hayatına olmuş ve hala da olacak birincil ve dolaylı katkıları asla yadsınamayacak olan bu teorinin özellikle ortadan kaldırmayı planladığı devlet mekanizması, kapitalist üretim yöntemleri ve elbette din, birbirlerinden bağımsız “şeyler” olmamaları, sabit ve değişmez olmayışları, nicel değişimleri nitel değişimlere devrime gerek kalmaksızın kanalize edebilme becerileri, çoğu zaman evrimi devrime tercih edebilme iradeleri, gereğinden fazla taşıdıkları iç çelişki fazlalıkları ve bu çelişkilerin sadece kendi içlerinde çatışmakla kalmayıp dış etmenlere de nüfuz edebilmeleri ve dış etmenlerden gelebilecek tesirleri kendi içine alabilmeleri, yani absorbe edebilmeleri sayesinde, kısacası bizzat diyalektiğin kendi yasalarına uyarak diyalektik materyalizmin kendilerine biçtiği “yadsınma” yazgısını değişerek de olsa “yadsımayı” başardılar.

Elbette din ve dine ait ögelerin toplumu uyuşturduğunu ileri süren Marksist teoriye avukatlık yapmak ve bahse konu olan önermenin gerçekte bambaşka ideolojik zeminlerde ale alındığına dair demagojiler ortaya atılabilir. Ya da sözü edilen önermenin döneminden ve vücut bulduğu eleştirel zeminlerden ayrı ve çok uzak laboratuarlarda denenemeyeceği gibi diyalektik yöntemler ile çelişen bir başka önerme daha ortaya atılabilir. Lakin aradan geçen yüksek teknoloji armağanları ile dolu asırların dünya gezegenini getirip bıraktığı noktaya, oldukça enteresan bir şekilde Marksist teorinin yüzyüze kalmak zorunda kaldığı ve hatta gönüllü olup değiştirmeyi dilediği bir mücadele platformuna şimdi de dinler gelip dayanmıştır. Ya da zorlayıcı kuvvetler etkisi ile dayandırılmıştır. Veya birileri gelip de zorla dinlere dayanmıştır. Pragmatik olunca demek çok kolay. Farketmez.

Çok kimselerin kabul etmek istemedikleri ve hatta saçmalık boyutunda değerlendirdikleri bir tez olan Samuel Huntington tarafından ortaya atılan “Medeniyetler Çatışması” bizzat Marksist teorilerin el bebeği olan Sovyet İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden hemen sonra gündeme gelmiştir. Ne yazık ki kabul edilmek istense de istenmese de bir tez bu kadar pazarlandıysa, kabul etmek gerekir ki sözkonusu tez içerdiği karşıtlığın doğası gereği artık doğru olmasa bile “doğrudur” ve daha beteri zaten uygulamaya konulmuştur. Ve bugünden sonra atılacak olan her türlü adım bu tezin doğruluğunu yadsımak ya da olumlamak eksenlerinde değerlendirilmelidir. Sonuçta bu tezi kabul etmek istemeyenlerin yapabilecekleri görev de “anti-tez üretimi” olmak zorundadır. Unutulmamalıdır ki, birtakım eksenler tarafından medeniyetler olarak kabul edilen olgular çatıştırılsa ortaya mutlaka başka bir şey çıkacaktır. Batı Doğu ve İslam’ı yenip yine Batı olmayacaktır. Veya İslam hepsinin hakkından gelse son çıkan şey başka bir İslam olacaktır. Mesele sadece isimlendirme boyutundadır. Bu yüzden “Ateist Müslümanlar” gibi tanımlarala karşılaşmak artık normal karşılanmalıdır. Bu teze taraftar olmayanların sürekli unuttuğu, bu tez sahiplerinin “sentez” denilen çıktı ürünleri de imal ediyor sanılmalarıdır. Oysa ortada algılanan haliyle bir “gelecek fabrikası” yoktur. Tarih boyunca tez üretici hiçbir kimse veya odak aynı zamanda sentez üretememiştir. Tezleri ve antitezleri aynı kaynaktan çıkan mücadelelerde bile sentezlere dair gösterilmiş sayısız öngörü çuvallaması vardır. Sentezler kendi yasalarına uyarlar. Düşünce deneylerinde gerçekleşen sentezleri doğada bulmak zorunda değiliz. Periyodik cetvelin bir kamyon dolusu elementinin doğada bulunmayan, ancak çok özel tokamak deneyleri şartları altında “an” mertebesinde üretilen elementler olduğunu elbette sıradan bir tarihçi, ortalama bir ekonomist, şöyle böyle bir sosyolog veya psikolog, tıpkı devrimci olmayan bir fizikçi gibi göremez. Ya da bilseler bile Nuray Mert gibi “integral ile sosyal olayların ne alakası var” diyerek mesnetsiz muhalefet sanatlarını uzay boşluklarında yürütebilirler. Üzücü olan bu tür kimselerin “aydın” sanılmasındadır.( Başka bir yazıda söz ele alınacaktır bu aydınlık hadiseleri, kısmetse. Gelecek program diyelim mesela…)

Marksist teori kurulduğu zamanlarda elbette sosyalizm ve komünizm birer kavram olmanın ötesinde tecrübe olarak dahi vardı. Sayısız başka kuramcıların düşünce ve eylem izlerini taşıyordu. İçlerinde hem işveren hem sosyalist kuramcı düşünce ve eylem önderlerinin de bulunduğu dünyanın en heyecan verici kuramlarından biri olan bu kuram gelişmeden evvel yeryüzü çeşitli komünal denemeler bile yaşamıştı. Marks ve Engels ortaya koydukları felsefi, sosyal ve ekonomik “temenni ve dilek teorileri” ile dünyanın o dönemde yaşadığı gerilim farklarını değerlendirmek istemişlerdi. Elbette bu isteyiş, kişisel değildi. Yani durup dururken Marks ve Engels tarafından sınıf mücadelesi yaratılmış değildi. Sınıf mücadelesi zaten vardı. Gerekli olan şey, varolan çatışma ve mücadeleye “reçete” sunulmasıydı. Marks ve Engels çalışmaları ve eylemleri ile ve elbette dönemin başka “düşünce ve eylem göstericileri” ile gereken reçeteleri yazdılar. Nihayet Lenin ve Troçki’nin oldukça güçlü ve en önemlisi doğru yer ve doğru zamanlarda üretilen düşünsel ve eylemsel katkıları ile “bebek” dünyaya getirildi. Marksizm ilk ortaya çıktığında burjuva sınıfı tarafından küçümsenmişti. Lakin bu teori mevcut yanılgılarına ve teori ile pratik arasındaki çelişkilere rağmen aynı zamanda döneminde tarihin ihtiyaçlarına belli ölçülerde cevap veren bir teoriydi. Hatta göksel dinleri ortadan kaldırma projesini açıkça dile getirmese bile bir yersel dine dönüşerek de tamamlıyordu. Hatta inananlara cennet bile vaadetmiş, semavi dinlere öykünerek bir “öteki dünya” sunmuş, sınıfsız bir dünyanın ancak “devlet”in ortadan kalkması ile mümkün olabileceğini kurgulamıştı. Ne var ki, Marksist teorinin Deccal’i hiç şüphesiz Devlet iken, Komünist dünyaya beklenen Mesihler gelmemiş, tam tersine maalesef Deccal, yani Devlet en azından çağımız itibari ile galip gelmiştir. Bu nedenle Komünist dünya, türünün nadide bir örneği olarak korunmaya alınması ve hatta teşvik edilmesi gereken Küba örneği hariç olmak üzere tarihe gömülmüştür. Elbette bu gerçeklik, komünist düşüncenin tarihe gömülmüş olduğunu göstermemektedir. Tam tersine komünist düşünce “Kıyamet” kopana kadar dünyada varolmaya devam edecektir. Hatta komünist devletlerde varolacaktır. En azından demokratik yollarla komünistler muhakkak surette seçileceklerdir. Aksini söylemek Marks’ı 1990’lara kadar Sosyolog saymayacak kadar gözü dönmüş, Marks’ın M’sini anmayan Batılı sosyologlar kadar bilimdışı, çağdışı olmaktır. İşin enteresan yanı da, Marks kendisini asla sosyolog olarak görmediği ve düşünmediği halde… Oysa bugün gerçek bilimciler Marks’ın Sosyoloji’nin 3 ve/veya 4 ana okulundan biri olduğunu artık kabul etmektedirler.

Asla teori ve pratiği karşılaştırılacak gibi olmasa da, Marksist önermelerin zamanında burjuva entelektüelleri tarafından maruz kaldığı “küçümsenme ve tiksinilme” haline benzer bir muameleye günümüzde “Medeniyetler Çatışması” tezi uğramaktadır. Aslında bu tez sadece Huntington’a ait değildir. Konu hakkında gerekli çalışmaları ve katkıları olan başka akademisyenler, bilim adamları, politikacılar, din çevreleri ve temsilcileri ve hatta gerçek görevleri halkın haber alma özgürlüğünü karşılamak olan yerel ve uluslararası medya ve hatta yerel, bölgesel ve uluslararası teröristler ve terör organizasyonları da, kısacası topyekün ve birbirlerinden bağımsız ya da habersiz devasa bir “cemaat” ilgili tezi Huntington’dan daha ateşli bir şekilde savunmakta ve hatta dilemektedirler. El-Kaide ağı ve bu ağın yerel sunucuları herhalde çağımızın son dönem moda olmuş inanç balonlarından biri olan Marduk gezegeninden gelmiş kimseler değillerdir. Bu gezegende doğmuşlardır. Uygulayanları ve uygulatanları ile, sevdikleri kültürel yemeklerinin tariflerinden petrol endüstrisi ile yatıp kalkmışlığına kadar her ölçekte değerlendirilmesi elzem olan El-Kaide’nin en önemli varlık nedeni dinler ve uygarlıklar çatışmasına dayalıdır. Bu gerekçeyi 11 Eylül 2001 günü gerçekleşen New York’un İkiz Gökdelenlerinin sivil insanlarla dolu sivil yolcu uçaklarının bombaya dönüştürülmesinden çok kısa bir süre sonra El-Cezire televizyonuna gönderilen bir video kasette dile getirmişlerdir. El-Kaide’ye göre “Batı uygarlığı ve yaşamlarını bu uygarlığa bağlamış insanlar için ne olursa olsun “yaşamak” herşeyden daha önemlidir. Batılılar ölmemek için yaşarlarken kendileri ölmek için yaşamaktadırlar.” Kökenini islam dininin “cihat ve şehitlik” kültüründen alan bu kültürel farklılık gerçekte Medeniyetler Çatışması’nın fiilen başladığının bildirisiydi. Sanılanın aksine bu savaş “içeriksel anlamda” 11 Eylül günü uçakların gökdelenlere çarpması ile ya da George W. Bush’un terörizme karşı savaş deklarasyonu ile ilan edilmemiştir. Bu savaş, El-Cezire televizyonunda ifade edilen ölmeye hazır ve istekli olma kültürünün küresel ölçekte dile gelmesiyle başlamıştır. Çünkü bahse konu olan kültür çok büyük ölçüde “algılanan din” kaynaklı bir farklı kültür ve medeniyet oluş halidir. Ve açık bir şekilde Marks’ın dünya işçilerine yaptığı “birleşme” çağrısı gibi, hem de Marks’ın rüyasında bile göremediği ve hayatı boyunca bulamadığı teknolojik nimetler eşliğinde dünyanın ezilmiş halklarının ezilmiş insanlarına çirkin bir yöntem kullanılmış olsa bile bir çağrıda bulunulmuştur. Bu haliyle bir başka dikkat edilmesi gereken nokta olarak Medya aygıtları ne yazık ki yangınlara körüklerle giden körükçülerden farksız olduklarını bir kez daha göstermişlerdir. Öte yandan ABD’nin Irak Savaşı ve bu savaşta gösterilen korkunç uygulamalar, işkenceler ve benzeri davranış dizgeleri Ortadoğu’da bu çirkin savaşa yepyeni adaylar yaratmıştır. Üstelik aday olmayan gönüllerde de düşen ABD veya Batı uçaklarına, helikopterlerine “oh olsun” duygusu üretilmiştir ki asıl korkulması gereken budur. Bunun miladı da Somali’dir aslında…

Elbette denilebilir ki, El-Kaide gibi bir terör aygıtı ile Marks gibi saygıdeğer bir teorisyen nasıl karşılaştırılabilir? Bunu diyecek olanların Karl Marks’ı afyon olarak kullanmaları bir yana, Nitzçe’nin “Deccal”inde ifade edilen “azizlik” makamının ortadan kaldırılması gereğini ifade eden ilkeselliğe ters düşerek ilkelleşmeleri öte yana, aslına bakılırsa Huntington’ın tezi de koskoca Marksizm ile kıyaslanamaz. Lakin tarih birbirleriyle kıyaslanması ve benzer disiplin başlıkları altında sınıflandırılması olanaksız tekerrürler, benzerlikler ile doludur. Benzerlikleri sağlayan içerikler değildir. Mücadele eden tarafların oyun kuramınlarında gösterdikleri hamlelerdir. O nedenle dünya tarihinde “dejavülerle”, yani “yahu ben bu anı daha önce yaşamıştımlarla” karşılaşmak olanaksız değildir.

Dejavüler, geleceğin geçmişi belirlediğinin insafsız izdüşümleridir. Oysa gerçek devrimciler için “dejavü” yoktur, YENİ DEVRİMLER vardır. Gerçek bir devrimci için din artık afyon değil, Marksizmi din sananların yarattığı uyuşmayı giderecek koyu bir kahvedir. Çünkü ister taraftar olun, ister olmayın, yöntemleri tartışılmakla beraber emperyalizm ile mücadele edenler asırlardır dini afyon olarak kullandıkları için suçlananlardır. Hem de artık Fransa’da da görüldüğü üzere “iman” şartı bile aranmamaktadır. Sizler kongrelerde, boş entelektüel sohbetlerde, kürsülerde, köşelerde Maksizmle “altın vuruş” denemeleri yapmaya devam edin.

Ben bu Kuzey Amerika’da epeyce kahve içtim, ayıldım ve şimdi de oraya geliyorum...

26.11.2005 Kanada