Her ne kadar ‘devrim’ yolu ile ortadan kaldırılamayan
tek tanrılı dinler, ‘evrim’ yolu ile ortadan kaldırılmaya, tek
ve başlangıç kaynaklarını yitirmiş bir bünyeye devşirilmeye çalışılıyor
olsalar da anlamak gerektir ki, yaşadığımız çağda “din” afyon
olmak ne kelime, teşbihte hata olmaz, kahvedir. Peki ortalama
bir Marksist için durum öyle midir? Daha bu basit teorik geçişin
farkına bile varamamış “akademikyenler” ezber türkülerini ancak
kendileri çalar, kendileri dinlerler. Halklardan, ezilen sınıflardan
ve girişim saçakları oluşturan toplum katmanlarından yüzde yüz
uzak ama çok çok uzak sırçadan ve aslında çamurdan akademi köşklerinde
akademikyencilik oynarlar onlar. Kongre havuzlarında kumdan faşizm
şatolarında ekonomik Sindrealla rejimleri kurgular onlar. Hatta
en kötüsü en beklenmedik, en küçümsenen toplumsal eğilim ve hareketlerde
Marksizmin doğru saptamalarını görmeyecek kadar da gözlerini Marks’ın
sakalı bürümüştür onların. Damarlarında doz doz diyalektik materyalizm
dolaştırılar. İşte onlar gerçek afyon kullanıcılarıdır. Fakat
boşverelim o çağdışı gericileri, yobazları… Biz önce Marks’ın
tezinden çok, yanlış anlaşılan, hatta hiç olması gerektiği gibi
anlaşılamayan bir ezberi kıralım önce…
Gerçekler acımasızdır. Gerçek şudur ki, kıçını
ölüm korkusu sarmış ortalama bir agnostik bile, yani dine inanmadığınına
dair 30 kamyon laf üretecek bir kimse dahi acil durumlarda başvurabileceği
bir hatta birkaç dinin ortalıkta olduğunu bilmek ister. Hattası
bilmek zorundadır. Kendilerini materyalist olarak tanımlayanları,
idealist olmayı suç sananları, ortodoks pozitivistleri, utangaç
materyalistler olan agnostikleri ve en cesur yürek ateistleri
üzmek bahasına olsa da bir gerçeğin altını çizmek zorundayım.
Din kurumu sizlerin çoğunun hoşuna gitmese de, birey için olmaktan
çok toplum için bir zorunluluktur. Daha doğrusu bir sonuçtur.
Daha açıkçası size kötü haber olsun istemezdim ama toplumsal yaşamanın
bir gereğidir. Hem de hidrojenle oksijenin bir sonucu olan “su”
kadar duru bir nedensellik gereğidir. Gerekirciliğin mecburiyetidir.
Sizler tek tek birim bazında, yani bireyler olarak vicdanen özgür
olabilirsiniz ama her ne zaman kurumlaşmaya yönelecek düzeyde
toplumsallaımak zorunda kalırsanız artık eski özgürlüğünüz de
dönüşmüştür sizinle... Ve bir fizik yasası kesinliğinde kabul
etseniz de etmeseniz de bir dinle tanışırsınız. İşin kötüsü, size
göre en umut kırıcı olacak haber ise, bahse konu olan dini ortadan
kaldıramazsınız. “Hayır” diyenler olabilir elbette. O zaman işin
abecesine inelim.
Dünya gezegeni, Kıyamet’i bir türlü kopmamış
bir gezegen olarak bir milyon yıl boyunca yörüngesine, üzerinde
taşıdığı insan türü uygarlığı ile beraber devam edecek olsa da,
bu uygarlıklar dönüşümlere uğrayarak başka uygarlıklara dönüşecek
olsalar da, bu uygarlıklara yeni unsurlar eklenecek olsa da, din
veya dinler toplumsal yaşam devam ettiği müddetçe varolmaya devam
edeceklerdir. İnsanlığın bilimsel, teknik ve düşünsel yolculuğu
ne boyutlara varacak olursa olsun, din veya dinlerin de eli kolu
armut toplamayacak, boş durmayacak, uygulamalarda ve hatta temel
inanışlarda yaşanabilecek değişmelere rağmen, sanılanın aksine
kendini veya kendilerini eskisinden daha güçlü bir şekilde yenileyeceklerdir.
Herşeyden önce dinlerin bu performansı göstermeye yeterli altyapısı,
kurumları ve kadroları vardır, hep olmuştur ve bundan sonra da
olacaktır. Gerekli sinerji ziyadesiyle mevcuttur. Birbirleri arasında
ve hatta kendi içlerinde gösterdikleri zıtlaşmalar, çatışmalar
ve karşıtlıklar dinleri harap etmeyecek, tam tersine gelişmeye
sevk edecektir. Kaldı ki içinde yaşadığımız çağ tam da bu dönüşümün
başlangıç çağıdır. Kapitalizmin dinlerden istifade etmesine artık
gerek kalmamıştır. Kapitalizm de tıpkı Geleneksel Marksizm gibi
dinleşmeye, kendi özgün dinini yaratmaya başlamıştır. TEKNOLOJİ’dir
bu yeni dinin adı…
Gerçekte “Diyalektik Materyalizm”in, daha doğrusu
DM’yi dengelerini kaybetmemek için kendi beyincikleri özgülünde
algılayanların hesaba katmadığı bizzat DM’nin kendi bünyesi ve
kendi yasaları olmuştur. Çünkü dinlerin zıtlıklardan ve çatışmalardan
değişmiş ve gelişmiş olarak çıkmaları diyalektik bir gerekliliktir.
Marksist teori ve tarihsel materyalizmin, 1905 yılında Rusya’da
burjuva cumhuriyeti talebinde bulunmayı “üst basamak” olarak gördüğü
halde milyonlarca insanın bedeni üzerinde ve maalesef başka milyonlarca
ölü bedenin hemen öncesinde, yani 1938’de totaliter bir mutant
bürokrasi rejimini “ilericilik”, burjuva cumhuriyeti talebinde
bulunmayı “gericilik” sayması kadar isabetli bir yorumdur artık
dinin afyon oluşu yorumu…
Bırakınız başka özgün ele alış teknik ve yöntemlerini,
bıraktım Althusser’i de, Levi-Strauss’u da, bizzat Diyalektik
yasalarına göre ilk olarak, doğa ve doğayı oluşturan herşey, birbirlerinden
bağımsız, birbirbirlerinden ayrı şeylermiş gibi ele alınmaz. Diyalektik
yöntem, herşeyin birbiri ile dolaylı ya da doğrudan bağlantı,
bağıntı, etkileşim ve ilişki içinde olduğunu, herşey arasında
en az bir bağıntı olması gerektiğini, herşeyin birbirini geri
dönüşü olan veya olmayan süreçler dahilinde etkilediğini ve değiştirdiğini
ve her işlevin kendinden başka işlevlere bir parametre sayılabileceğini
ifade eder. İndirgemeci bir yöntemle tek başına ele alınan her
olgu ve olay, etkileşim içinde olduğu açık ve kapalı başka sistemlerin
yarattığı fiziksel etkiler ile sözkonusu olgu ve olayların açık
veya kapalı sistemlerin başlangıç şartlarını değiştirebilme potansiyelleri
gibi “çıktıları” derinden etkileyecek ve değiştirecek unsurlardan
bağımsız olarak hesaba katıldıkları sürece anlamsızdır. Yine birinci
niteliğe bağlı olarak doğada yer alan herşey durgun olmayıp sürekli
bir hareketlilik halindedir. Hatta bu hareketlilik sabit hızlar
dahilinde bile kalmayıp ivmeli bir harekettir. Bunun anlamı ise
doğa sürekli iş ve enerji üretmekte, hatta bana kalırsa, “Doğa,
enerji dönüşümleri ve transferleri ile zaman üretmektedir”.
Kaldı ki sürekli entropik değişimlerin yaşandığı esaslı bir alışlar-verişler
süreci sözkonusudur. Sürekli hareketlilik etkisine aldığı “şeyleri”,
doğal olarak sürekli gelişme, sürekli yenilenme, tekrar ortaya
çıkma, tamamen ortadan kalkma, olağan değişme ve zorunlu değiştirme
hallerine maruz bırakmaktadır.
Engels, sapına kadar idealist olan Hegel’den
kotarılan diyalektik yöntemi ruhlardan ve en azından ilk bakışta
fizikötesilerden arındırmaya çalıştığı “Doğanın Diyalektiği” adlı
anıt-eserinde doğayı oluşturan ve birbirlerinden bağımsız ele
alınamayacak ve sınıflandırılsa bile birbirlerine dönüşerek sınıflarını
değiştirebilecek her parçayı daimi bir akışkanlık, durmak bilmeyen
bir değişim ve sürekli bir gelişim içinde tanımlamıştır. İlaveten
“şeyler” hakkındaki sürekli varoluş ve en azından gözden kayboluş,
yani yokoluş durumlarını bahse konu olan değişim süreçlerine,
yapaylığına aldırmadan monte etmiştir. Maddenin görünen ve teknoloji
ile sınırlı gözlem aygıtlarının algılama kapasitelerine bağlı
olan durum değişimleri ile yetinmiştir. Bu durum değişimlerinde
yaşanan ve teknolojik üstünlüğü olmayan bir sıradan faniye devrimci
dönüşümler olarak gözlenen maddesel hal geçişleri, maalesef zamanın
izafiyetinden arınmış bir feylesof ordusunun insafına bırakılmıştır.
Buradaki tarihi hata Engels’den çok izafiyetçiliğin I’sinden haberi
olmayan, en kötüsü niyeti bile olmayan feylesof ordusunda aranmalıdır.
Öte yandan dini afyon olarak mecazlandıran ve
dinden kurtulmak gerektiğine karar veren, en azından bunu istemsel
bir gereklilik olarak addeden diyalektik materyalizme göre nicel
ve önemsiz görülebilecek değişimler, belirli bir dönemin sonunda
nitel değişimlere yolaçarlar ve bu sıçrayış genellikle “devrim”
düşüncesini çağrıştıracak şekilde ani ve etkili olur. Yine Engels’e
göre diyalektik gelişme, nicel değişimlerden nitel sıçramalar
oluşmasıdır. Bununla beraber diyalektik materyalizme göre herşey
kendi içinde içsel çelişkiler taşır ve bu iç çelişkiler, dahili
karşıtlıklar gelişmeye giden yolda yaşanacak mücadelenin bir gereğidir.
Nihai olarak daha somut ve basit olarak Lenin’in tarif ettiği
üzere gelişme, “karşıtların savaşımı” indirgemeceliğinde gizlidir.
Hiçbir kazanım bedelsiz olmaz.
Marksist teorinin en önemli çıkmaz sokak açmazı,
ortadan kaldırmayı ve yenisini planladığı ana olguların iç dinamiklerinde
yatan “gizli gerilmeleri” hesaba katmayışıdır.. Mühendislik dilinde
söylemek gerekirse, Marksizm teorisyenleri ve uygulayıcıları dinamikte
iyilerdi ama statikte çok zayıflardı. Harekete dayalı kuvvetleri
iyi değerlendirdiler, oysa gizil kuvvetler ve potansiyeller görmezden
gelindi.
Mühendislik uygulamalarının çoğu zaman tecrübeye
dayalı ve hatta teorik bir temeli dahi olmayan “emniyet katsayıları”
ile karşıladığı gizli gerilmeler Marksist teorinin ihmal ettiği
en önemli parametreler oldu. Bunun küçük bir hata olmadığı, tam
tersine çok önemli bir yanlış olduğu ise bu tür emniyet katsayıları
verilmeden uygulanacak her mühendislik uygulamasının bir facia,
yıkım, patlama, çökme ve benzeri neticelerle sonlanacağının not
edilmesinde anlaşılmalıdır. Aslında bu durum Marksizmi bir mutant
devlet ideolojisine indirgemecilerin hatasıydı. İşin gerçeği,
birkaç istisna hariç olmak üzere, özellikle matematik ve fizik
yasalarını algılayacak sosyal devrimci zihinlerin olmayışı nedeniyle
sadece ekonomiden anlayan, sadece beşeri bilimlerden anlayan,
sadece hukuk ve arkeoloji felsefeciliğinden anlayan hatta devrimci
de değil, evrimci bile olamayan muhafazakar, gerici ve hatta yobaz
teorisyenlere kalan Marksizmden daha fazlası da beklenemezdi.
Elbette dünyanın düşünce, sosyal ve ekonomi hayatına
olmuş ve hala da olacak birincil ve dolaylı katkıları asla yadsınamayacak
olan bu teorinin özellikle ortadan kaldırmayı planladığı devlet
mekanizması, kapitalist üretim yöntemleri ve elbette din, birbirlerinden
bağımsız “şeyler” olmamaları, sabit ve değişmez olmayışları, nicel
değişimleri nitel değişimlere devrime gerek kalmaksızın kanalize
edebilme becerileri, çoğu zaman evrimi devrime tercih edebilme
iradeleri, gereğinden fazla taşıdıkları iç çelişki fazlalıkları
ve bu çelişkilerin sadece kendi içlerinde çatışmakla kalmayıp
dış etmenlere de nüfuz edebilmeleri ve dış etmenlerden gelebilecek
tesirleri kendi içine alabilmeleri, yani absorbe edebilmeleri
sayesinde, kısacası bizzat diyalektiğin kendi yasalarına uyarak
diyalektik materyalizmin kendilerine biçtiği “yadsınma” yazgısını
değişerek de olsa “yadsımayı” başardılar.
Elbette din ve dine ait ögelerin toplumu uyuşturduğunu
ileri süren Marksist teoriye avukatlık yapmak ve bahse konu olan
önermenin gerçekte bambaşka ideolojik zeminlerde ale alındığına
dair demagojiler ortaya atılabilir. Ya da sözü edilen önermenin
döneminden ve vücut bulduğu eleştirel zeminlerden ayrı ve çok
uzak laboratuarlarda denenemeyeceği gibi diyalektik yöntemler
ile çelişen bir başka önerme daha ortaya atılabilir. Lakin aradan
geçen yüksek teknoloji armağanları ile dolu asırların dünya gezegenini
getirip bıraktığı noktaya, oldukça enteresan bir şekilde Marksist
teorinin yüzyüze kalmak zorunda kaldığı ve hatta gönüllü olup
değiştirmeyi dilediği bir mücadele platformuna şimdi de dinler
gelip dayanmıştır. Ya da zorlayıcı kuvvetler etkisi ile dayandırılmıştır.
Veya birileri gelip de zorla dinlere dayanmıştır. Pragmatik olunca
demek çok kolay. Farketmez.
Çok kimselerin kabul etmek istemedikleri ve hatta
saçmalık boyutunda değerlendirdikleri bir tez olan Samuel Huntington
tarafından ortaya atılan “Medeniyetler Çatışması” bizzat Marksist
teorilerin el bebeği olan Sovyet İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden
çekilmesinden hemen sonra gündeme gelmiştir. Ne yazık ki kabul
edilmek istense de istenmese de bir tez bu kadar pazarlandıysa,
kabul etmek gerekir ki sözkonusu tez içerdiği karşıtlığın doğası
gereği artık doğru olmasa bile “doğrudur” ve daha beteri zaten
uygulamaya konulmuştur. Ve bugünden sonra atılacak olan her türlü
adım bu tezin doğruluğunu yadsımak ya da olumlamak eksenlerinde
değerlendirilmelidir. Sonuçta bu tezi kabul etmek istemeyenlerin
yapabilecekleri görev de “anti-tez üretimi” olmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki, birtakım eksenler tarafından medeniyetler
olarak kabul edilen olgular çatıştırılsa ortaya mutlaka başka
bir şey çıkacaktır. Batı Doğu ve İslam’ı yenip yine Batı olmayacaktır.
Veya İslam hepsinin hakkından gelse son çıkan şey başka bir İslam
olacaktır. Mesele sadece isimlendirme boyutundadır. Bu yüzden
“Ateist Müslümanlar” gibi tanımlarala karşılaşmak artık normal
karşılanmalıdır. Bu teze taraftar olmayanların sürekli unuttuğu,
bu tez sahiplerinin “sentez” denilen çıktı ürünleri de imal ediyor
sanılmalarıdır. Oysa ortada algılanan haliyle bir “gelecek fabrikası”
yoktur. Tarih boyunca tez üretici hiçbir kimse veya odak aynı
zamanda sentez üretememiştir. Tezleri ve antitezleri aynı kaynaktan
çıkan mücadelelerde bile sentezlere dair gösterilmiş sayısız öngörü
çuvallaması vardır. Sentezler kendi yasalarına uyarlar. Düşünce
deneylerinde gerçekleşen sentezleri doğada bulmak zorunda değiliz.
Periyodik cetvelin bir kamyon dolusu elementinin doğada bulunmayan,
ancak çok özel tokamak deneyleri şartları altında “an” mertebesinde
üretilen elementler olduğunu elbette sıradan bir tarihçi, ortalama
bir ekonomist, şöyle böyle bir sosyolog veya psikolog, tıpkı devrimci
olmayan bir fizikçi gibi göremez. Ya da bilseler bile Nuray Mert
gibi “integral ile sosyal olayların ne alakası var” diyerek mesnetsiz
muhalefet sanatlarını uzay boşluklarında yürütebilirler. Üzücü
olan bu tür kimselerin “aydın” sanılmasındadır.( Başka bir yazıda
söz ele alınacaktır bu aydınlık hadiseleri, kısmetse. Gelecek
program diyelim mesela…)
Marksist teori kurulduğu zamanlarda elbette sosyalizm
ve komünizm birer kavram olmanın ötesinde tecrübe olarak dahi
vardı. Sayısız başka kuramcıların düşünce ve eylem izlerini taşıyordu.
İçlerinde hem işveren hem sosyalist kuramcı düşünce ve eylem önderlerinin
de bulunduğu dünyanın en heyecan verici kuramlarından biri olan
bu kuram gelişmeden evvel yeryüzü çeşitli komünal denemeler bile
yaşamıştı. Marks ve Engels ortaya koydukları felsefi, sosyal ve
ekonomik “temenni ve dilek teorileri” ile dünyanın o dönemde yaşadığı
gerilim farklarını değerlendirmek istemişlerdi. Elbette bu isteyiş,
kişisel değildi. Yani durup dururken Marks ve Engels tarafından
sınıf mücadelesi yaratılmış değildi. Sınıf mücadelesi zaten vardı.
Gerekli olan şey, varolan çatışma ve mücadeleye “reçete” sunulmasıydı.
Marks ve Engels çalışmaları ve eylemleri ile ve elbette dönemin
başka “düşünce ve eylem göstericileri” ile gereken reçeteleri
yazdılar. Nihayet Lenin ve Troçki’nin oldukça güçlü ve en önemlisi
doğru yer ve doğru zamanlarda üretilen düşünsel ve eylemsel katkıları
ile “bebek” dünyaya getirildi. Marksizm ilk ortaya çıktığında
burjuva sınıfı tarafından küçümsenmişti. Lakin bu teori mevcut
yanılgılarına ve teori ile pratik arasındaki çelişkilere rağmen
aynı zamanda döneminde tarihin ihtiyaçlarına belli ölçülerde cevap
veren bir teoriydi. Hatta göksel dinleri ortadan kaldırma projesini
açıkça dile getirmese bile bir yersel dine dönüşerek de tamamlıyordu.
Hatta inananlara cennet bile vaadetmiş, semavi dinlere öykünerek
bir “öteki dünya” sunmuş, sınıfsız bir dünyanın ancak “devlet”in
ortadan kalkması ile mümkün olabileceğini kurgulamıştı. Ne var
ki, Marksist teorinin Deccal’i hiç şüphesiz Devlet iken, Komünist
dünyaya beklenen Mesihler gelmemiş, tam tersine maalesef Deccal,
yani Devlet en azından çağımız itibari ile galip gelmiştir. Bu
nedenle Komünist dünya, türünün nadide bir örneği olarak korunmaya
alınması ve hatta teşvik edilmesi gereken Küba örneği hariç olmak
üzere tarihe gömülmüştür. Elbette bu gerçeklik, komünist düşüncenin
tarihe gömülmüş olduğunu göstermemektedir. Tam tersine komünist
düşünce “Kıyamet” kopana kadar dünyada varolmaya devam edecektir.
Hatta komünist devletlerde varolacaktır. En azından demokratik
yollarla komünistler muhakkak surette seçileceklerdir. Aksini
söylemek Marks’ı 1990’lara kadar Sosyolog saymayacak kadar gözü
dönmüş, Marks’ın M’sini anmayan Batılı sosyologlar kadar bilimdışı,
çağdışı olmaktır. İşin enteresan yanı da, Marks kendisini asla
sosyolog olarak görmediği ve düşünmediği halde… Oysa bugün gerçek
bilimciler Marks’ın Sosyoloji’nin 3 ve/veya 4 ana okulundan biri
olduğunu artık kabul etmektedirler.
Asla teori ve pratiği karşılaştırılacak gibi
olmasa da, Marksist önermelerin zamanında burjuva entelektüelleri
tarafından maruz kaldığı “küçümsenme ve tiksinilme” haline benzer
bir muameleye günümüzde “Medeniyetler Çatışması” tezi uğramaktadır.
Aslında bu tez sadece Huntington’a ait değildir. Konu hakkında
gerekli çalışmaları ve katkıları olan başka akademisyenler, bilim
adamları, politikacılar, din çevreleri ve temsilcileri ve hatta
gerçek görevleri halkın haber alma özgürlüğünü karşılamak olan
yerel ve uluslararası medya ve hatta yerel, bölgesel ve uluslararası
teröristler ve terör organizasyonları da, kısacası topyekün ve
birbirlerinden bağımsız ya da habersiz devasa bir “cemaat” ilgili
tezi Huntington’dan daha ateşli bir şekilde savunmakta ve hatta
dilemektedirler. El-Kaide ağı ve bu ağın yerel sunucuları herhalde
çağımızın son dönem moda olmuş inanç balonlarından biri olan Marduk
gezegeninden gelmiş kimseler değillerdir. Bu gezegende doğmuşlardır.
Uygulayanları ve uygulatanları ile, sevdikleri kültürel yemeklerinin
tariflerinden petrol endüstrisi ile yatıp kalkmışlığına kadar
her ölçekte değerlendirilmesi elzem olan El-Kaide’nin en önemli
varlık nedeni dinler ve uygarlıklar çatışmasına dayalıdır. Bu
gerekçeyi 11 Eylül 2001 günü gerçekleşen New York’un İkiz Gökdelenlerinin
sivil insanlarla dolu sivil yolcu uçaklarının bombaya dönüştürülmesinden
çok kısa bir süre sonra El-Cezire televizyonuna gönderilen bir
video kasette dile getirmişlerdir. El-Kaide’ye göre “Batı uygarlığı
ve yaşamlarını bu uygarlığa bağlamış insanlar için ne olursa olsun
“yaşamak” herşeyden daha önemlidir. Batılılar ölmemek için yaşarlarken
kendileri ölmek için yaşamaktadırlar.” Kökenini islam dininin
“cihat ve şehitlik” kültüründen alan bu kültürel farklılık gerçekte
Medeniyetler Çatışması’nın fiilen başladığının bildirisiydi. Sanılanın
aksine bu savaş “içeriksel anlamda” 11 Eylül günü uçakların gökdelenlere
çarpması ile ya da George W. Bush’un terörizme karşı savaş deklarasyonu
ile ilan edilmemiştir. Bu savaş, El-Cezire televizyonunda ifade
edilen ölmeye hazır ve istekli olma kültürünün küresel ölçekte
dile gelmesiyle başlamıştır. Çünkü bahse konu olan kültür çok
büyük ölçüde “algılanan din” kaynaklı bir farklı kültür ve medeniyet
oluş halidir. Ve açık bir şekilde Marks’ın dünya işçilerine yaptığı
“birleşme” çağrısı gibi, hem de Marks’ın rüyasında bile göremediği
ve hayatı boyunca bulamadığı teknolojik nimetler eşliğinde dünyanın
ezilmiş halklarının ezilmiş insanlarına çirkin bir yöntem kullanılmış
olsa bile bir çağrıda bulunulmuştur. Bu haliyle bir başka dikkat
edilmesi gereken nokta olarak Medya aygıtları ne yazık ki yangınlara
körüklerle giden körükçülerden farksız olduklarını bir kez daha
göstermişlerdir. Öte yandan ABD’nin Irak Savaşı ve bu savaşta
gösterilen korkunç uygulamalar, işkenceler ve benzeri davranış
dizgeleri Ortadoğu’da bu çirkin savaşa yepyeni adaylar yaratmıştır.
Üstelik aday olmayan gönüllerde de düşen ABD veya Batı uçaklarına,
helikopterlerine “oh olsun” duygusu üretilmiştir ki asıl korkulması
gereken budur. Bunun miladı da Somali’dir aslında…
Elbette denilebilir ki, El-Kaide gibi bir terör
aygıtı ile Marks gibi saygıdeğer bir teorisyen nasıl karşılaştırılabilir?
Bunu diyecek olanların Karl Marks’ı afyon olarak kullanmaları
bir yana, Nitzçe’nin “Deccal”inde ifade edilen “azizlik” makamının
ortadan kaldırılması gereğini ifade eden ilkeselliğe ters düşerek
ilkelleşmeleri öte yana, aslına bakılırsa Huntington’ın tezi de
koskoca Marksizm ile kıyaslanamaz. Lakin tarih birbirleriyle kıyaslanması
ve benzer disiplin başlıkları altında sınıflandırılması olanaksız
tekerrürler, benzerlikler ile doludur. Benzerlikleri sağlayan
içerikler değildir. Mücadele eden tarafların oyun kuramınlarında
gösterdikleri hamlelerdir. O nedenle dünya tarihinde “dejavülerle”,
yani “yahu ben bu anı daha önce yaşamıştımlarla” karşılaşmak olanaksız
değildir.
Dejavüler, geleceğin geçmişi belirlediğinin insafsız
izdüşümleridir. Oysa gerçek devrimciler için “dejavü” yoktur,
YENİ DEVRİMLER vardır. Gerçek bir devrimci için din artık afyon
değil, Marksizmi din sananların yarattığı uyuşmayı giderecek koyu
bir kahvedir. Çünkü ister taraftar olun, ister olmayın, yöntemleri
tartışılmakla beraber emperyalizm ile mücadele edenler asırlardır
dini afyon olarak kullandıkları için suçlananlardır. Hem de artık
Fransa’da da görüldüğü üzere “iman” şartı bile aranmamaktadır.
Sizler kongrelerde, boş entelektüel sohbetlerde, kürsülerde, köşelerde
Maksizmle “altın vuruş” denemeleri yapmaya devam edin.
Ben bu Kuzey Amerika’da epeyce kahve içtim, ayıldım
ve şimdi de oraya geliyorum...