SAYI 67 / 05 ARALIK 2005

 

BEYAZ BİSİKLETLER, YANAK YANAĞA ÜÇ KEZ YA DA BİR BATI AVRUPA YOLCUĞUNDA DÜŞÜNCELER


Bora Ercan
boraercan@yahoo.com




İ
lk kez gidilen bir şehre hangi saatte girmeyi tercih edersiniz. İnsanlar uykuda ya da sabah telaşındayken; akşam koşuşturmasında ya da gece eğlence saati başlarken gibi onlarca seçeneğiniz vardır; ama bu karşılaşmalar da çoğu zaman rastlantılara bağlıdır. Ben, ilk kez gittiğim bir şehre sabah 5-6 gibi girmeyi tercih ederim. O saatte şehri koklamak, şehre dokunmak başka bir duygudur. Bu, şehrin sizi tanıması için de güzel bir fırsattır. Eski Delhi sokaklarında, daha gün aydınlanmadan bir işçi kahvesinde sütlü çay içerken, karşımda bir ineğin dünyaya bir buzağı getirmesine tanık olmak, başka hangi saatte böylesi mükemmel duygular ve çağrışımlar yaratabilir.

O saat toplumun en alt tabakasının güne başlama saatidir. Nitekim, Londra ya da Paris metrosunda sabah altı buçukta saf beyaz İngiliz ya da Fransız görmek düşük bir olasılık; sabah işine yetişmeye çalışan çoğunluk, beyaz olmayan ve temizlik, hamallık gibi işleri yapanlardır. Bu genelleme dünyanın bütün şehirleri için geçerli olsa gerek.

Bir şehre giriş saatiniz kadar o şehre ne şekilde girdiğiniz de önemlidir. Karayoluyla şehrin dış mahallelerinden yavaş yavaş merkeze yaklaşmak, trenle şehrin kalbine girivermek ya da şehre şöyle bir tepeden bakıp içine düşüvermek, hangisini tercih edersiniz. Elbette bütün bunlar gidilen coğrafyanın özellikleriyle de doğrudan bağlantılıdır. Ancak o şehirde geçecek olan bütün zamanınızı ve bu süreçteki ruh halinizi de temel olarak belirler bu karşılaşma biçimi.

Ben Amsterdam’a tepeden indim bir öğle sonrası. Neyse ki, kış olmasına rağmen hava şaşırtıcı derecede açıktı. Bu, bana hiç değilse öncelikle şehri ve çevresini tepeden inceleme fırsatı verdi. Gerçi, daha önceden uçsuz bucaksız bir düzlük olan Batı Avrupa’nın, tepeden bilgisayarların anakartları gibi elektronik düzeneklere benzediğini düşünmüştüm defalarca; fakat bu kez yerleşkelerin kuruluşları, planları çarpıyor gözüme. Sonradan farkına varıyorum; tek tek evlerin dışına özenen mimarlar, bütüncül olarak da köylerin, kasabaların yapısal düzenlenmesine özenmişler, çeşitli geometrik şekillerde planları olan yerleşkeler kurmuşlar.

Havaaalanından şehir merkezine onbeş dakikada geliyorum. 5 yıl aradan sonra yeniden Batı Avrupa’dayım. Amsterdam ya da Hollanda hep bir yakın coğrafya oldu bana, belki bunun için onca kez teğet geçtim oralara. Aslında her şeyin bir zamanı oluyor: bazı kitapları, bazı filmleri okumak, izlemek için bazen belirli bir zaman geçmesi gerekebiliyor, belki de bu süreç boyunca siz o kitaba, filme ya da coğrafyaya karşı bir hazırlık yapıyorsunuz. Farkına varmadan, daha doğrusu, kendinizi oraya hazırlıyorsunuz.

Burada yabancılık çekmeme nedenlerimden biri de bu şehirde yılların dostu Sibel’in yaşıyor olması gerek. Ben gelmeden şehre benim geleceğimi söylemiş mi ne: tramwaylar, kanallar, caddeler, sokaklar, en önemlisi de insanlarla hemen kaynaşıveriyoruz.

Kara parçası düz bir delta olan Amsterdam aynı zamanda bir liman kenti. Daha doğrusu yıllar içinde denizin de sığ olmasından yararlanılarak denizin doldurulması ve üzerine Afrika’dan getirtilen kazıklar çakılarak kurulan evler, yollar, köprüler oluşturuyor şehrin büyük bir bölümünü. Bu nedenle her yer su kanallarıyla örülü. Özellikle de geceleri, ışıkların suya yansıması oldukça hoş bir görüntü oluşturuyor. Bu arada, kanala bir tane otomobil, beş tane de bisiklet düşermiş haftalık olarak.

Amsterdam’da ilk dikkat çeken bisikletlerin şehrin deviniminde önemli bir yerinin olması. Bisikletlerin her şeye; otomobillere, hatta yayalara karşı önceliği var. Elbette şehir, havasının temizliğini, sessizliğini, insanlarının fiziksel güzelliğini bisiklete borçlu. Amsterdam merkezinde çok katlı bisiklet parkında hayatınızda göremeyecek kadar bisikleti bir arada görebilirsiniz. Ya da eğer okul çıkışına denk gelmişseniz yüzlerce genci bisiklet üzerinden görürsünüz. Bir anne iki bebeğiyle bisikletin üzerindedir, yaşlı bir erkek de, takım elbisesiyle bir bankacı da bisikletinin üzerinde bir elinde cep telefonuyladır örneğin, gece eğlenceden dönen mini etekli kızlar da sabahın üçünde bisiklet üzerindedir, hava ne kadar soğuk olursa olsun.

Bir zamanlar beyaz bisikletler varmış Amsterdam’da, beyaz bisikletler sahipsiz, dolayısıyla da kilitsizmiş, gideceğiniz yere gidiyor, yol kenarında bırakıyor, sonra başka biri de kendi gereksinimi için kullanıyor. Mükemmel değil mi? Fakat, ne yazık ki, bu güzel uygulama insanların mülkiyet arzusundan dolayı artık işlemiyor.

Toplumların birbirleriyle merhabalaşma tarzı içtenlikleriyle ilişkili olabilir mi? İranlılar gibi Hollandalılar da üç kez yanak yanağa geliyorlar ilk karşılaşmalarında ve vedalaşırken. Malum İngilizler sadece bir kez yaparlar bunu.

Üç tane alt alta x işareti Amsterdam’ın sembolü. Geçmişte çektikleri açlık, sel ve yangını simgeliyormuş bu üç çarpı. Bilirsiniz üç çarpı yan yana konursa sex anlamına gelir, ki bu da Amsterdam’ın diğer bir simgesi olabilir rahatlıkla. Aslında gerek esrarın gerekse cinsellik ve eşcinselliğin Hollanda’da serbest olması bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız bir hoşgörü anlayışıyla bağlantılı. Bütün bu özgürlüklerin olduğu yerde suç oranının neredeyse sıfır olması nasıl açıklanır, başka türlü.

Bir konuda ezberim bozuluyor. Ben cinseliğin ve eşcinselliğin Avrupa’da uzun yıllar yasak olduğunu düşünüyordum. Hollanda bu konuda geçmişte de istisnaymış çünkü eşcinsellik 1811 yılından bu yana yasal olarak serbestmiş. Şimdi ise Dam meydanında İkinci Dünya Savaşında Hitler’in katlettiği (faşistler sadece Yahudi düşmanı değil, Çingene, zenci, bedensel engelli ve eşcinsel düşmanıdırlar aynı zamanda) eşcinsellerin anıtı var.

Amsterdam’ın merkezinde dünyaca ünlü ‘red light district-kırmızı ışık mahallesi’ genelevleri, seks shopları, canlı seks showları, striptiz klüpleri, seks sinemaları, seks müzeleriyle ile dünyanın her yanından gelen kadınlı-erkekli, çoluklu-çocuklu meraklıları ağırlıyor. Cinsellik sadece kırmızı mahalle ile sınırlandırılmış değil, şehrin en işlek caddelerinde ve alış-veriş merkezlerinde de oldukça büyük seks shoplar var, yine kırmızı mahalle dışında da kırmızı vitrinli evlere rastlamak olası. Tabii bütün bu süreç o kadar doğal, o kadar rahat yaşanıyor ki etrafta polis bile göremiyorsunuz kolay kolay.

Amsterdam’ın gece hayatı da oldukça renkli ve hiç de pahalı değil. Bir biraya üç euro ödeyerek caz bar’da iyi cazcıları dinleyebilirsiniz. ‘Piano bar’ da, eğer orta yaşı geçmişseniz, eski şarkıları piyano eşliğinde dinleyebilir, bu şarkılara katılabilirsiniz. Eh tabii bütün bu eğlenceleri saat beşe kadar da ‘clubbing’ tamamlar.

Kısacası Amsterdam diğer Avrupa şehirlerinden bir çok açıdan farklı. Öncelikle küçük ve güvenli olduğu için kendinizi oldukça rahat hissediyorsunuz. Özellikle sivil mimariyi dikkatle izlerken ve Van Gogh müzesindeyken görsel kültürünüzün ve zevkinizin bir miktar daha artmış olduğunu hissediyorsunuz.

Bizim şehirlerimizin yaşantımızı bir kaosa dönüştürmesi; olaylar ve olgular üzerinde neden sonuç ilişkileri kurarak sağlıklı çıkarımlar yapma özelliklerinden yoksun bir düşünsel sakatlık; üretim tüketim ilişkisinin kalıcı ve nitelikli olamamasının kısır döngüsü...Kısacası ben aynaya bakıyorum, aynada bana Türkiye yansıyor: Kendi diline, sanatına, yabancı; geleneksel değerlerini ‘kitsch’le harmanlayan bir toplum ve bu toplumu dönüştürme çabası içinde olmayan hantal bir devlet yapısı.

Farklı kültürler arasında karşılaştırma yapmanın anlamsızlığını savunagelmeme karşın, ister istemez bizim değerlerimizin neden bu denli değersiz olduğu sorusuna takılıp kalıyorum gene. Parçanın bütünle, bütünün de parçayla olan ilişkisini, devletin ve toplumun yapısını tarihsel süzgeçten geçirerek tekrar tekrar düşünüyorum, sorguluyorum; her zamankinden farklı bir sonuca ulaşma istenci içindeyim dönüş yolculuğu boyunca, genel geçer yargıların ötesine geçmeye çalışıyor düşünce dizgem.

Bu yolculuk boyunca, özellikle karayoluyla yaptığım Paris yolculuğu boyunca karmaşık düşüncelerleydim. Bireysel kaygılar, sorunlar, ülkemiz ve dünyamızla ilgili sorunlarla değişmeli oynuyorlardı kafamda. Kendimle ilgili radikal kararlar verdim, ve o kararları uygulamaya başladım ancak mikrokozmos tamamdı da makrokozmos tamam değildi. Hoş, ne zaman tamam oldu ya.

İdeolojiler de, din gibi, mutlak değil. Geleneksel ya da sanayi devrimini yaşamamış toplumların değelerinin içine gömülüyorlar, bambaşka bir şekil alıyorlar. Örneğin Mısır nüfusunun yüzde onunu oluşturan Kıptiler Hıristiyandır, ancak onların Hıristiyanlığının Avrupa ya da Amerika Hıristiyanlığıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Nitekim Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler gibi diğer Ortadoğulu ya da Asuri Hıristiyanlar da buna en yakın örneklerdir.

İdeolojik bağlamda da yine Batılı bir sosyalist, Ortadoğulu bir sosyalistten tamamıyla farklıdır. Burada, Ortadoğu coğrafyası biraz Batıya kaymalı Balkanları da kapsamalı. Aslında Balkanlar da az önce verdiğim din örneğine de dahil. Nitekim, her ne kadar kanlı savaş biteli on yıl kadar olsa da, günümüzde hala daha gerek Katolikler, Ortodokslar ve Mslümanlar arasındaki gerekse Slavlarla Arnavutlar arasındaki çelişkiler çözülmüş değil.

Farklı kültürlerin milliyetçileri arasında ise benzerlikler genel anlamda milliyetçi olmayanlardan daha fazla. Hepsi azıyla çoğuyla ırkçı, şiddet düşkünü, dinine bağlı insanlardır. Bu insanlar ve ideolojilerinden, günlük yaşantımızın üzerinde bir karabasan olduğu ve ne yazık ki bu milliyetçi söylemin, tam tersi olması gereken sol düşünceye sızdığı ve ortaya garip sentezler çıkması da son dönemlerde ağırlıklı olarak yaşanan bir başka gerçeklik. Kendini var etmek için insani değerleri hiçe sayarak hep bir karşıtlık arayışı içinde olan milliyetçi ideolojinin Türkiye kolu düşük yoğunluklu savaşın sona ermesinden sonra oklarını saldırmak için her zaman yedekte bulundurduğu, çözül(e)memesinden beslendiği, Kıbrıs ve Ermeni sorunlarına yöneltmiştir.

Balkanlar ve Ortadoğu’da sol düşünce ulusal kurtuluş savaşlarından çıkmıştır. Kıbrıs’ta iktidarda bulunan ve iki toplumun birleşmesine karşı oy kullanan komünist AKEL partisinin komünist ideolojiden çok faşizme yakın olduğunu ister istemez düşünüyor insan. Bununla birlikte, Türkiye’de İşçi Partisinin kah millitan bir söylemle Atatürkçülüğe sarılması kah vatan millet dürtüsüyle ülkücülerle ortak eylem yapması yine partilerin isimleriyle cisimleri arasındaki çelişkileri ortaya koymaktadır.

İlk yurt dışı yolculuğum karayoluyla Hindistan’a olmuştu. Dolayısıyla ilk giriş yaptığım ülke İran’dı. ‘Sınır’la o zaman karşılaştım ilk. Bir bekleme odası vardı. Tam ortasında ise bir çizgi bu odanın. Duvarlardan birinde Atatürk resmi diğerinde Humeyni, bizim taraftaki saatle o taraftaki saat bile farklı gösteriyordu. Ben ise bizi bekleten bürokrasiyi bir o ülkeye bir ülkeye, zaman zaman da sınırın tam ortasında durma oyunu oynayarak aşmaya çalışıyordum.

Eurolines Fas, İngiltere, Kuzey Avrupa ve Balkan ülkelerine işleyen bir otobüs şirketi. Haritalarında İstanbul da var. Diyesim, İstanbul’dan otobüsle, aktarmalar yaparak Avrupa’nın her yerine gitmek olası. Avrupa’da trenler otobüse göre daha pahalı olduğundan, başta öğrenciler olmak üzere alt gelir düzeyi, yolculuklarda otobüsü tercih ediyor. Ben de ancak otobüsle Paris’e gidebiliyorum. Mola verdiğimiz yer Hollanda-Belçika sınırı, otobüs sürücüsü değişiyor, ihtiyacımızı gideriyor ve yolumuza devam ediyoruz. Belçika’dan uyuyarak geçiyorum. Paris’te gözlerimi açıyorum. Yıllar önce Doğu Beyazıt’tan Ankara’ya yaptığım otobüs yolculuğu aklımdan geçiyor, tam ondört kez durdurulup kimi zaman sadece kimlik kontrolünden geçmiş kimi zaman da sorgulanmıştık. Oysa ki, şimdi ülkelerden ülkelere kimliksiz, pasaportsuz geçiyorum.

Dünyanın bugünkü modellemesinin ‘zorla’ Avrupa olduğu yadsınamaz. Aydınlanma dönemi sonrası keşifler çağında, gözlerini Protestan çalışma ahlakı bürümüş olan Beyaz Avrupalı (WASP)’nın Amerika’dan Okyanusya’ya kadar tüm yerli kültürleri kasıtlı olarak yok ettiği; Paris’in, Londra’nın o muhteşem metrolarının, anıtsal sivil mimarisinin temellerinde Afrika’dan kaçırılan kölelerin terleri ve kanları olduğunu, kısacası neredeyse bütün dünyanın kaynaklarının uzun yıllar bu ülkelere aktığı gerçeğini ortaya koyarak bakıyorum Avrupa’ya. Bununla birlikte, AB içinde sınırların kalmasına bir anarşist-komünist olarak özeniyorum. Çünkü sınırsız bir dünyaya adım olarak görüyorum bu projeyi. Türkiye AB’ye girsin, AB ile dünyanın geri kalanını sömürsün, refaha ulaşsın, değil elbette beklentim. Türkiye AB’ye girsin Türkiyeli komünistler Avrupalı komünistlerle birleşsin, sınırlar genişlesin ve adım adım ortadan kalksın, tüm dünyayı kapsasın, diyorum. AB sadece var olan bir durum, pratikte işlerliği var.

Avrupa’da yaşayan ve Türkiye’ye gelemeyen onbinlerce siyasi mülteci de AB ile birlikte artık Türkiye’ye gelebilecektir. Bunun gibi Türkiye’nin bir sürü konuda ezberinin bozulacağı, gümrük polislerinin ortada kalacağı da bir başka güzel konu. Ancak esas vurgulanması gereken Avrupalı sosyalistlerin Türkiye’nin üyeliğine evet oyu vermelerine rağmen Türkiyeli sosyalistlerin buna karşı çıkmaları, Türkiye’nin sınırlarını ve kültürünü kaybetme reflekslerini anlamakta zorlanıyorum.

TKP’nin yurtsever cephe oluşturması da bana garip geliyor, komünistlerin nasıl yurtları olur ve o yurtlarını severler. Tüm dünya komünistlerin yurdu değil midir? Düşüncelerimizi sınırlarsak, sınırlarımızın daraldığını gittikçe daraldığını ve tükendiğini görürüz. Bunun tam tersi de olasıdır: genişler genişler, açılır ve bir süre sonra tüm evreni kaplar düşüncelerimiz.

Kulaklarınızı gözlerinizi kapatırsanız bir süre sonra tam tanımlanamayan bazı tiz sesler duyarsınız. O, tiz zayıf sesler bir süre sonra netleşir, ancak bu noktada diğer sesler de derinlerden belirir yavaş yavaş. Düşüncelerim de o sesler gibi geçmişle bugün arasında bir sarkaç gibi, yarıçapını kırmaya çalışan bir çember gibi.............