İlk kez gidilen bir şehre hangi saatte girmeyi
tercih edersiniz. İnsanlar uykuda ya da sabah telaşındayken; akşam
koşuşturmasında ya da gece eğlence saati başlarken gibi onlarca
seçeneğiniz vardır; ama bu karşılaşmalar da çoğu zaman rastlantılara
bağlıdır. Ben, ilk kez gittiğim bir şehre sabah 5-6 gibi girmeyi
tercih ederim. O saatte şehri koklamak, şehre dokunmak başka bir
duygudur. Bu, şehrin sizi tanıması için de güzel bir fırsattır.
Eski Delhi sokaklarında, daha gün aydınlanmadan bir işçi kahvesinde
sütlü çay içerken, karşımda bir ineğin dünyaya bir buzağı getirmesine
tanık olmak, başka hangi saatte böylesi mükemmel duygular ve çağrışımlar
yaratabilir.
O saat toplumun en alt tabakasının güne başlama
saatidir. Nitekim, Londra ya da Paris metrosunda sabah altı buçukta
saf beyaz İngiliz ya da Fransız görmek düşük bir olasılık; sabah
işine yetişmeye çalışan çoğunluk, beyaz olmayan ve temizlik, hamallık
gibi işleri yapanlardır. Bu genelleme dünyanın bütün şehirleri
için geçerli olsa gerek.
Bir şehre giriş saatiniz kadar o şehre ne şekilde
girdiğiniz de önemlidir. Karayoluyla şehrin dış mahallelerinden
yavaş yavaş merkeze yaklaşmak, trenle şehrin kalbine girivermek
ya da şehre şöyle bir tepeden bakıp içine düşüvermek, hangisini
tercih edersiniz. Elbette bütün bunlar gidilen coğrafyanın özellikleriyle
de doğrudan bağlantılıdır. Ancak o şehirde geçecek olan bütün
zamanınızı ve bu süreçteki ruh halinizi de temel olarak belirler
bu karşılaşma biçimi.
Ben Amsterdam’a tepeden indim bir öğle sonrası.
Neyse ki, kış olmasına rağmen hava şaşırtıcı derecede açıktı.
Bu, bana hiç değilse öncelikle şehri ve çevresini tepeden inceleme
fırsatı verdi. Gerçi, daha önceden uçsuz bucaksız bir düzlük olan
Batı Avrupa’nın, tepeden bilgisayarların anakartları gibi elektronik
düzeneklere benzediğini düşünmüştüm defalarca; fakat bu kez yerleşkelerin
kuruluşları, planları çarpıyor gözüme. Sonradan farkına varıyorum;
tek tek evlerin dışına özenen mimarlar, bütüncül olarak da köylerin,
kasabaların yapısal düzenlenmesine özenmişler, çeşitli geometrik
şekillerde planları olan yerleşkeler kurmuşlar.
Havaaalanından şehir merkezine onbeş dakikada
geliyorum. 5 yıl aradan sonra yeniden Batı Avrupa’dayım. Amsterdam
ya da Hollanda hep bir yakın coğrafya oldu bana, belki bunun için
onca kez teğet geçtim oralara. Aslında her şeyin bir zamanı oluyor:
bazı kitapları, bazı filmleri okumak, izlemek için bazen belirli
bir zaman geçmesi gerekebiliyor, belki de bu süreç boyunca siz
o kitaba, filme ya da coğrafyaya karşı bir hazırlık yapıyorsunuz.
Farkına varmadan, daha doğrusu, kendinizi oraya hazırlıyorsunuz.
Burada yabancılık çekmeme nedenlerimden biri
de bu şehirde yılların dostu Sibel’in yaşıyor olması gerek. Ben
gelmeden şehre benim geleceğimi söylemiş mi ne: tramwaylar, kanallar,
caddeler, sokaklar, en önemlisi de insanlarla hemen kaynaşıveriyoruz.
Kara parçası düz bir delta olan Amsterdam aynı
zamanda bir liman kenti. Daha doğrusu yıllar içinde denizin de
sığ olmasından yararlanılarak denizin doldurulması ve üzerine
Afrika’dan getirtilen kazıklar çakılarak kurulan evler, yollar,
köprüler oluşturuyor şehrin büyük bir bölümünü. Bu nedenle her
yer su kanallarıyla örülü. Özellikle de geceleri, ışıkların suya
yansıması oldukça hoş bir görüntü oluşturuyor. Bu arada, kanala
bir tane otomobil, beş tane de bisiklet düşermiş haftalık olarak.
Amsterdam’da ilk dikkat çeken bisikletlerin şehrin
deviniminde önemli bir yerinin olması. Bisikletlerin her şeye;
otomobillere, hatta yayalara karşı önceliği var. Elbette şehir,
havasının temizliğini, sessizliğini, insanlarının fiziksel güzelliğini
bisiklete borçlu. Amsterdam merkezinde çok katlı bisiklet parkında
hayatınızda göremeyecek kadar bisikleti bir arada görebilirsiniz.
Ya da eğer okul çıkışına denk gelmişseniz yüzlerce genci bisiklet
üzerinden görürsünüz. Bir anne iki bebeğiyle bisikletin üzerindedir,
yaşlı bir erkek de, takım elbisesiyle bir bankacı da bisikletinin
üzerinde bir elinde cep telefonuyladır örneğin, gece eğlenceden
dönen mini etekli kızlar da sabahın üçünde bisiklet üzerindedir,
hava ne kadar soğuk olursa olsun.
Bir zamanlar beyaz bisikletler varmış Amsterdam’da,
beyaz bisikletler sahipsiz, dolayısıyla da kilitsizmiş, gideceğiniz
yere gidiyor, yol kenarında bırakıyor, sonra başka biri de kendi
gereksinimi için kullanıyor. Mükemmel değil mi? Fakat, ne yazık
ki, bu güzel uygulama insanların mülkiyet arzusundan dolayı artık
işlemiyor.
Toplumların birbirleriyle merhabalaşma tarzı
içtenlikleriyle ilişkili olabilir mi? İranlılar gibi Hollandalılar
da üç kez yanak yanağa geliyorlar ilk karşılaşmalarında ve vedalaşırken.
Malum İngilizler sadece bir kez yaparlar bunu.
Üç tane alt alta x işareti Amsterdam’ın sembolü.
Geçmişte çektikleri açlık, sel ve yangını simgeliyormuş bu üç
çarpı. Bilirsiniz üç çarpı yan yana konursa sex anlamına gelir,
ki bu da Amsterdam’ın diğer bir simgesi olabilir rahatlıkla. Aslında
gerek esrarın gerekse cinsellik ve eşcinselliğin Hollanda’da serbest
olması bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız bir hoşgörü anlayışıyla
bağlantılı. Bütün bu özgürlüklerin olduğu yerde suç oranının neredeyse
sıfır olması nasıl açıklanır, başka türlü.
Bir konuda ezberim bozuluyor. Ben cinseliğin
ve eşcinselliğin Avrupa’da uzun yıllar yasak olduğunu düşünüyordum.
Hollanda bu konuda geçmişte de istisnaymış çünkü eşcinsellik 1811
yılından bu yana yasal olarak serbestmiş. Şimdi ise Dam meydanında
İkinci Dünya Savaşında Hitler’in katlettiği (faşistler sadece
Yahudi düşmanı değil, Çingene, zenci, bedensel engelli ve eşcinsel
düşmanıdırlar aynı zamanda) eşcinsellerin anıtı var.
Amsterdam’ın merkezinde dünyaca ünlü ‘red light
district-kırmızı ışık mahallesi’ genelevleri, seks shopları, canlı
seks showları, striptiz klüpleri, seks sinemaları, seks müzeleriyle
ile dünyanın her yanından gelen kadınlı-erkekli, çoluklu-çocuklu
meraklıları ağırlıyor. Cinsellik sadece kırmızı mahalle ile sınırlandırılmış
değil, şehrin en işlek caddelerinde ve alış-veriş merkezlerinde
de oldukça büyük seks shoplar var, yine kırmızı mahalle dışında
da kırmızı vitrinli evlere rastlamak olası. Tabii bütün bu süreç
o kadar doğal, o kadar rahat yaşanıyor ki etrafta polis bile göremiyorsunuz
kolay kolay.
Amsterdam’ın gece hayatı da oldukça renkli ve
hiç de pahalı değil. Bir biraya üç euro ödeyerek caz bar’da iyi
cazcıları dinleyebilirsiniz. ‘Piano bar’ da, eğer orta yaşı geçmişseniz,
eski şarkıları piyano eşliğinde dinleyebilir, bu şarkılara katılabilirsiniz.
Eh tabii bütün bu eğlenceleri saat beşe kadar da ‘clubbing’ tamamlar.
Kısacası Amsterdam diğer Avrupa şehirlerinden
bir çok açıdan farklı. Öncelikle küçük ve güvenli olduğu için
kendinizi oldukça rahat hissediyorsunuz. Özellikle sivil mimariyi
dikkatle izlerken ve Van Gogh müzesindeyken görsel kültürünüzün
ve zevkinizin bir miktar daha artmış olduğunu hissediyorsunuz.
Bizim şehirlerimizin yaşantımızı bir kaosa dönüştürmesi;
olaylar ve olgular üzerinde neden sonuç ilişkileri kurarak sağlıklı
çıkarımlar yapma özelliklerinden yoksun bir düşünsel sakatlık;
üretim tüketim ilişkisinin kalıcı ve nitelikli olamamasının kısır
döngüsü...Kısacası ben aynaya bakıyorum, aynada bana Türkiye yansıyor:
Kendi diline, sanatına, yabancı; geleneksel değerlerini ‘kitsch’le
harmanlayan bir toplum ve bu toplumu dönüştürme çabası içinde
olmayan hantal bir devlet yapısı.
Farklı kültürler arasında karşılaştırma yapmanın
anlamsızlığını savunagelmeme karşın, ister istemez bizim değerlerimizin
neden bu denli değersiz olduğu sorusuna takılıp kalıyorum gene.
Parçanın bütünle, bütünün de parçayla olan ilişkisini, devletin
ve toplumun yapısını tarihsel süzgeçten geçirerek tekrar tekrar
düşünüyorum, sorguluyorum; her zamankinden farklı bir sonuca ulaşma
istenci içindeyim dönüş yolculuğu boyunca, genel geçer yargıların
ötesine geçmeye çalışıyor düşünce dizgem.
Bu yolculuk boyunca, özellikle karayoluyla yaptığım
Paris yolculuğu boyunca karmaşık düşüncelerleydim. Bireysel kaygılar,
sorunlar, ülkemiz ve dünyamızla ilgili sorunlarla değişmeli oynuyorlardı
kafamda. Kendimle ilgili radikal kararlar verdim, ve o kararları
uygulamaya başladım ancak mikrokozmos tamamdı da makrokozmos tamam
değildi. Hoş, ne zaman tamam oldu ya.
İdeolojiler de, din gibi, mutlak değil. Geleneksel
ya da sanayi devrimini yaşamamış toplumların değelerinin içine
gömülüyorlar, bambaşka bir şekil alıyorlar. Örneğin Mısır nüfusunun
yüzde onunu oluşturan Kıptiler Hıristiyandır, ancak onların Hıristiyanlığının
Avrupa ya da Amerika Hıristiyanlığıyla uzaktan yakından bir ilgisi
yoktur. Nitekim Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler gibi diğer
Ortadoğulu ya da Asuri Hıristiyanlar da buna en yakın örneklerdir.
İdeolojik bağlamda da yine Batılı bir sosyalist,
Ortadoğulu bir sosyalistten tamamıyla farklıdır. Burada, Ortadoğu
coğrafyası biraz Batıya kaymalı Balkanları da kapsamalı. Aslında
Balkanlar da az önce verdiğim din örneğine de dahil. Nitekim,
her ne kadar kanlı savaş biteli on yıl kadar olsa da, günümüzde
hala daha gerek Katolikler, Ortodokslar ve Mslümanlar arasındaki
gerekse Slavlarla Arnavutlar arasındaki çelişkiler çözülmüş değil.
Farklı kültürlerin milliyetçileri arasında ise
benzerlikler genel anlamda milliyetçi olmayanlardan daha fazla.
Hepsi azıyla çoğuyla ırkçı, şiddet düşkünü, dinine bağlı insanlardır.
Bu insanlar ve ideolojilerinden, günlük yaşantımızın üzerinde
bir karabasan olduğu ve ne yazık ki bu milliyetçi söylemin, tam
tersi olması gereken sol düşünceye sızdığı ve ortaya garip sentezler
çıkması da son dönemlerde ağırlıklı olarak yaşanan bir başka gerçeklik.
Kendini var etmek için insani değerleri hiçe sayarak hep bir karşıtlık
arayışı içinde olan milliyetçi ideolojinin Türkiye kolu düşük
yoğunluklu savaşın sona ermesinden sonra oklarını saldırmak için
her zaman yedekte bulundurduğu, çözül(e)memesinden beslendiği,
Kıbrıs ve Ermeni sorunlarına yöneltmiştir.
Balkanlar ve Ortadoğu’da sol düşünce ulusal kurtuluş
savaşlarından çıkmıştır. Kıbrıs’ta iktidarda bulunan ve iki toplumun
birleşmesine karşı oy kullanan komünist AKEL partisinin komünist
ideolojiden çok faşizme yakın olduğunu ister istemez düşünüyor
insan. Bununla birlikte, Türkiye’de İşçi Partisinin kah millitan
bir söylemle Atatürkçülüğe sarılması kah vatan millet dürtüsüyle
ülkücülerle ortak eylem yapması yine partilerin isimleriyle cisimleri
arasındaki çelişkileri ortaya koymaktadır.
İlk yurt dışı yolculuğum karayoluyla Hindistan’a
olmuştu. Dolayısıyla ilk giriş yaptığım ülke İran’dı. ‘Sınır’la
o zaman karşılaştım ilk. Bir bekleme odası vardı. Tam ortasında
ise bir çizgi bu odanın. Duvarlardan birinde Atatürk resmi diğerinde
Humeyni, bizim taraftaki saatle o taraftaki saat bile farklı gösteriyordu.
Ben ise bizi bekleten bürokrasiyi bir o ülkeye bir ülkeye, zaman
zaman da sınırın tam ortasında durma oyunu oynayarak aşmaya çalışıyordum.
Eurolines Fas, İngiltere, Kuzey Avrupa ve Balkan
ülkelerine işleyen bir otobüs şirketi. Haritalarında İstanbul
da var. Diyesim, İstanbul’dan otobüsle, aktarmalar yaparak Avrupa’nın
her yerine gitmek olası. Avrupa’da trenler otobüse göre daha pahalı
olduğundan, başta öğrenciler olmak üzere alt gelir düzeyi, yolculuklarda
otobüsü tercih ediyor. Ben de ancak otobüsle Paris’e gidebiliyorum.
Mola verdiğimiz yer Hollanda-Belçika sınırı, otobüs sürücüsü değişiyor,
ihtiyacımızı gideriyor ve yolumuza devam ediyoruz. Belçika’dan
uyuyarak geçiyorum. Paris’te gözlerimi açıyorum. Yıllar önce Doğu
Beyazıt’tan Ankara’ya yaptığım otobüs yolculuğu aklımdan geçiyor,
tam ondört kez durdurulup kimi zaman sadece kimlik kontrolünden
geçmiş kimi zaman da sorgulanmıştık. Oysa ki, şimdi ülkelerden
ülkelere kimliksiz, pasaportsuz geçiyorum.
Dünyanın bugünkü modellemesinin ‘zorla’ Avrupa
olduğu yadsınamaz. Aydınlanma dönemi sonrası keşifler çağında,
gözlerini Protestan çalışma ahlakı bürümüş olan Beyaz Avrupalı
(WASP)’nın Amerika’dan Okyanusya’ya kadar tüm yerli kültürleri
kasıtlı olarak yok ettiği; Paris’in, Londra’nın o muhteşem metrolarının,
anıtsal sivil mimarisinin temellerinde Afrika’dan kaçırılan kölelerin
terleri ve kanları olduğunu, kısacası neredeyse bütün dünyanın
kaynaklarının uzun yıllar bu ülkelere aktığı gerçeğini ortaya
koyarak bakıyorum Avrupa’ya. Bununla birlikte, AB içinde sınırların
kalmasına bir anarşist-komünist olarak özeniyorum. Çünkü sınırsız
bir dünyaya adım olarak görüyorum bu projeyi. Türkiye AB’ye girsin,
AB ile dünyanın geri kalanını sömürsün, refaha ulaşsın, değil
elbette beklentim. Türkiye AB’ye girsin Türkiyeli komünistler
Avrupalı komünistlerle birleşsin, sınırlar genişlesin ve adım
adım ortadan kalksın, tüm dünyayı kapsasın, diyorum. AB sadece
var olan bir durum, pratikte işlerliği var.
Avrupa’da yaşayan ve Türkiye’ye gelemeyen onbinlerce
siyasi mülteci de AB ile birlikte artık Türkiye’ye gelebilecektir.
Bunun gibi Türkiye’nin bir sürü konuda ezberinin bozulacağı, gümrük
polislerinin ortada kalacağı da bir başka güzel konu. Ancak esas
vurgulanması gereken Avrupalı sosyalistlerin Türkiye’nin üyeliğine
evet oyu vermelerine rağmen Türkiyeli sosyalistlerin buna karşı
çıkmaları, Türkiye’nin sınırlarını ve kültürünü kaybetme reflekslerini
anlamakta zorlanıyorum.
TKP’nin yurtsever cephe oluşturması da bana garip
geliyor, komünistlerin nasıl yurtları olur ve o yurtlarını severler.
Tüm dünya komünistlerin yurdu değil midir? Düşüncelerimizi sınırlarsak,
sınırlarımızın daraldığını gittikçe daraldığını ve tükendiğini
görürüz. Bunun tam tersi de olasıdır: genişler genişler, açılır
ve bir süre sonra tüm evreni kaplar düşüncelerimiz.
Kulaklarınızı gözlerinizi kapatırsanız
bir süre sonra tam tanımlanamayan bazı tiz sesler duyarsınız.
O, tiz zayıf sesler bir süre sonra netleşir, ancak bu noktada
diğer sesler de derinlerden belirir yavaş yavaş. Düşüncelerim
de o sesler gibi geçmişle bugün arasında bir sarkaç gibi, yarıçapını
kırmaya çalışan bir çember gibi.............