SAYI 61 / 05 KASIM 2005

 

YANSIBİLİMCİ (PSİKOLOG) GÖZÜYLE ŞİDDET VE SALDIRGANLIK

Ulaş Başar Gezgin
ulas@teori.org




Y
ansıbilim alanında, şiddet ve saldırganlık konusunda yüzlerce çalışma bulunmakta. Özel olarak yalnızca bu konulardaki çalışmalara yer veren dergiler bulunmakta. Doğaldır ki, bu çalışmaların kapsamlı bir değerlendirimi, bir dergi uzunluğundan bile taşar. Burada olabildiğince anaçizgileri vermeye çalışalım.

‘Yansıbilimsel şiddet ve saldırganlık kuramı’ olarak adlandırılabilecek ilk kuram, Freud’un kurucusu olduğu yansıçözümleyimsel (psikanalitik) okuldan geldi. İnsanı, fizik biliminden etkilenerek, bir enerji haznesi olarak gören genç Freud, insanın doğuştan getirdiği iki temel içgüdünün olduğunu ileri sürüyordu: Eşeysellik (cinsellik) ve saldırganlık. Çocuk, doğduğunda, bu iki içgüdü, dışavurulması kaçınılmaz olan karanlık güçler olarak ortaya çıkıyor; bu iki kaynak-enerjinin dışsallaştırılma yolları, ‘çocuğun kişisel tarihi’ olarak adlandırabileceğimiz özel yaşantılar toplamı tarafından belirleniyordu. Kimisi, saldırganlığını sporcu olarak dışavururken, kimileri kasap, kimileri, cerrah, kimileri de asker olabiliyordu. Elbette, insan yavrusu, genel toplumun onaylamadığı dışavurum yollarına da başvuruyordu: Adam öldürebiliyor ya da ‘eşkıya’ olabiliyordu.

Genç Freud’dan bayrağı devralan Yaşlı Freud, eşeysellik ve saldırganlık içgüdülerini genelleyip yaşam ve ölüm içgüdülerinden sözetmeye başladı. Freud’a göre, insanda yapıcı ve yıkıcı iki içgüdü vardı. Şiddet ve saldırganlığın kökleri de bu yıkıcı yöne dayandırılır.

Dolayısıyla, Freud’a göre, insan, kaçınılmaz olarak, doğuşu gereği, saldırgandır. Ancak, insanın bu saldırganlığını olumlu biçimlerde dışavurması, bireysel tarihe ve toplumsal koşullara dayanmaktadır. Demek ki, Freudçu yaklaşımda, insanın saldırgan doğasının yıkıcılığının uysallaştırılması olanaklıdır. Zaten Freud, bütün bir uygarlık kavramını insan doğasında varolan yıkıcılığın ‘ehlileştirilmesi’ üzerinden tanımlamaya yönelmiştir.

Yansıçözümleyimsel yaklaşıma koşut olarak, ayaktopu karşılaşmalarına toplumda bu kadar çok önem verilmesine iki türlü bakılabilir: Birinci yaklaşım, verilen değerin gereksiz ve usdışı olduğuna vurgu yapıp insanların ilgisinin, sözgelimi, Dünya Kupası yerine, bilimcilerin, sanatçıların ve düşünürlerin başarılarına kaydırılması ve bunların kutlanmasına yönlendirilmesi gerektiğini ileri sürer. İkinci yaklaşım ise, saldırganlığı insanda doğal bir veri olarak kabul edip “cinayet oranları yükseleceğine, insanlar, spora duygusal ve düşünsel yatırım yapsınlar daha iyi. Zaten, spora ilginin bu kadar yüksek olması, saldırganlığın ya da genelde yıkıcılığın insanın doğasındaki yeriyle açıklanabilir” demektedirler.

Freud’un yaklaşımı, toplumsal koşulları, tek tek insanlardaki yıkıcılığın kipleyicisi (moderator) olarak görse de, saldırganlığı birey üzerinden temellendiriyor ve yıkıcılığın bir gizilgüç olarak kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Bunun tersi bir yaklaşım, yansıbilim alanı dışından, Lenin’in sömürgecilik kuramından ve Lenin’in esinlendiği Marksçı kuramdan geliyor. Bu yaklaşıma göre, saldırganlık ve genel olarak, savaşlar, kaçınılmaz değildir. Savaşlar, sömürgecilik çağında, pazar paylaşımı kavgasından ileri gelir. Sermaye düzeninin ortadan kalktığı bir dünyada, önce toplumsalcı sonra ortaklamacı düzenin kurulmasıyla, insanların kan dökmesi için bir neden kalmayacaktır. Dikkat edilirse, bu yaklaşım, kurumsal düzeyde bir yaklaşım, tek tek bireylere ilişkin değil.

Freud ve Lenin karşıtlığı, günümüz savaşlarının açıklanmasında da karşımıza çıkıyor: Amerikalı araştırmacıların çoğu, savaşları, savaşı başlatanların kişiliğiyle, oradan da çocukluk yaşantılarıyla ilişkilendiriyor. Şöyle ki, “Hitler, hasta; Stalin, deli; Bush, kan dökme meraklısı; çünkü çocukluklarında şöyle şöyle olaylar yaşamışlar” deniyor. Bu tür bakışlar, çok sayıda yandaş toplasa da, son derece yetersiz: Hitler’i başa getiren toplumsal koşullar ve Hitler’in kolu bacağı olmuş Nazi kadrolar gözardı edilmektedir. Freud, gerçekte, toplumsal koşulları yıkıcılığın kipleyicisi olarak görmekle, bu tür bireysel açıklamaları geri çevirmiştir.

Leninci yaklaşımları andıran bakışlar, saldırganlığı açıklamak için, çeşitli toplumsal değişkenlere bakmışlar; bunların saldırganlığa etkisini ele almışlardır.

Freud’un kullandığı yöntemler ve kuramının fazla putkırıcı olması nedeniyle, akademik dünyadan aforoz edilmesi sonucu, akademik yansıbilim, önemli bir açıklama gücünden, yansıçözümleyimsel açıklamalardan yoksun kaldı. Bunun yerine, yansıçözümleyimden beslenen ama onu anmayan toplumsal yaklaşımlar ortaya çıktı. Bunlardan biri olan engellenme kuramı, insanların şiddete başvurmasını engellenmişlik duygusuna dayandırırlar. Buna en ünlü örnek, trafikteki saldırganlıktır: Yolda sıkışıklık nedeniyle tutsak edilen insanların saldırganlaşması, oldukça olasıdır. Ancak, bu tür bir-taşkını (monomaniac) yaklaşımlardan, yani her şeyi tek bir değişkenle açıkladığını ileri süren yaklaşımlardan kuşku duymak gerekir. Yaşam, bir değişkenli kipçiklerden (model) taşacak karmaşıklıkta bir dizge sunmaktadır. Trafikte bekleyenlerin hepsi de saldırgan olmadığına göre, başka değişkenlerin de saldırganlığın dışavurumuna katkıda bulunduğunu çıkarsayabiliriz.

Bu öneriyi siyasal şiddete de elbette uyarlayabiliriz: Kendini siyasal olarak dışavurabilecekleri alanların yaratılmadığı toplumlar, şiddete başvurmaktadır. Yine şerh koyalım: Bu tür toplumlardan kimisi, şiddete başvururken; kimisi başvurmuyor. Siyasal şiddeti de, tek başına engellenmeyle açıklayamıyoruz. Yıkıcılığın toplumca kabul edilen dışavurumlarındaki değişmeleri incelemekte yarar var: Sözgelimi, Vietnam’ın Amerika’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında, Vietnam toplumunun şiddete bakışı değişmiştir. İnsanlar, sporcu, cerrah ya da kasap olabileceklerken, gerilla olmuşlardır. Bu da, o koşullarda oldukça doğaldır.

Baskın olan yaklaşımların büyük bir yanılgısı, intihar bombacılarını ve Filistin’deki ve Irak’taki direnişçileri ‘terörist’ olarak adlandırıp bunları hastalıklı kişilikler olarak görüp tanı koymaya kalkmalarıdır. Bu yaklaşımlar, bir insanın asker olmasıyla intihar bombacısı olmasının aynı altyapıyı paylaştığını görememektedirler. İki durumda da, yaşamak için başka bir seçeneği kalmamış yoksul insanlar savaşmakta ve savaşımları, ‘vatan sevgisi’ ve benzeri kutsal olduğu savlanan değerler üzerinden gerekçelendirilmektedir. Dolayısıyla, intihar bombacılarını üreten toplumsal yapı, askerleri üreten toplumsal yapı anlaşılmadan kapsamlı bir değerlendirmeden geçirilemez.

Aynı biçimde, saldırganlık incelenirken, ‘belirginlik yanlışı’na (error of salience) düşülmemelidir. Saldırgan insanlar, yaşantısal anlamda daha belirgin diye, saldırgan olmayan insanların da incelenmesinden geri durulmamalıdır. Saldırırlık kadar saldırmazlık da ele alınmalıdır. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz küresel adaletsizlik çağında, neden kimi insanların savaş karşıtı olduğunu neden kimi insanların barış karşıtı olduğunu incelemek, önemli bir gündem maddesi olarak önümüzde durmaktadır.

Burada ele aldığımız noktaları açmak ne yazık ki kısa bir yazıda olanaklı görünmüyor. Bulanık da olsa bir resim çizebildiysek ne mutlu.