Yansıbilim alanında, şiddet ve saldırganlık konusunda
yüzlerce çalışma bulunmakta. Özel olarak yalnızca bu konulardaki
çalışmalara yer veren dergiler bulunmakta. Doğaldır ki, bu çalışmaların
kapsamlı bir değerlendirimi, bir dergi uzunluğundan bile taşar.
Burada olabildiğince anaçizgileri vermeye çalışalım.
‘Yansıbilimsel şiddet ve saldırganlık kuramı’
olarak adlandırılabilecek ilk kuram, Freud’un kurucusu olduğu
yansıçözümleyimsel (psikanalitik) okuldan geldi. İnsanı, fizik
biliminden etkilenerek, bir enerji haznesi olarak gören genç Freud,
insanın doğuştan getirdiği iki temel içgüdünün olduğunu ileri
sürüyordu: Eşeysellik (cinsellik) ve saldırganlık. Çocuk, doğduğunda,
bu iki içgüdü, dışavurulması kaçınılmaz olan karanlık güçler olarak
ortaya çıkıyor; bu iki kaynak-enerjinin dışsallaştırılma yolları,
‘çocuğun kişisel tarihi’ olarak adlandırabileceğimiz özel yaşantılar
toplamı tarafından belirleniyordu. Kimisi, saldırganlığını sporcu
olarak dışavururken, kimileri kasap, kimileri, cerrah, kimileri
de asker olabiliyordu. Elbette, insan yavrusu, genel toplumun
onaylamadığı dışavurum yollarına da başvuruyordu: Adam öldürebiliyor
ya da ‘eşkıya’ olabiliyordu.
Genç Freud’dan bayrağı devralan Yaşlı Freud,
eşeysellik ve saldırganlık içgüdülerini genelleyip yaşam ve ölüm
içgüdülerinden sözetmeye başladı. Freud’a göre, insanda yapıcı
ve yıkıcı iki içgüdü vardı. Şiddet ve saldırganlığın kökleri de
bu yıkıcı yöne dayandırılır.
Dolayısıyla, Freud’a göre, insan, kaçınılmaz
olarak, doğuşu gereği, saldırgandır. Ancak, insanın bu saldırganlığını
olumlu biçimlerde dışavurması, bireysel tarihe ve toplumsal koşullara
dayanmaktadır. Demek ki, Freudçu yaklaşımda, insanın saldırgan
doğasının yıkıcılığının uysallaştırılması olanaklıdır. Zaten Freud,
bütün bir uygarlık kavramını insan doğasında varolan yıkıcılığın
‘ehlileştirilmesi’ üzerinden tanımlamaya yönelmiştir.
Yansıçözümleyimsel yaklaşıma koşut olarak, ayaktopu
karşılaşmalarına toplumda bu kadar çok önem verilmesine iki türlü
bakılabilir: Birinci yaklaşım, verilen değerin gereksiz ve usdışı
olduğuna vurgu yapıp insanların ilgisinin, sözgelimi, Dünya Kupası
yerine, bilimcilerin, sanatçıların ve düşünürlerin başarılarına
kaydırılması ve bunların kutlanmasına yönlendirilmesi gerektiğini
ileri sürer. İkinci yaklaşım ise, saldırganlığı insanda doğal
bir veri olarak kabul edip “cinayet oranları yükseleceğine, insanlar,
spora duygusal ve düşünsel yatırım yapsınlar daha iyi. Zaten,
spora ilginin bu kadar yüksek olması, saldırganlığın ya da genelde
yıkıcılığın insanın doğasındaki yeriyle açıklanabilir” demektedirler.
Freud’un yaklaşımı, toplumsal koşulları, tek
tek insanlardaki yıkıcılığın kipleyicisi (moderator) olarak görse
de, saldırganlığı birey üzerinden temellendiriyor ve yıkıcılığın
bir gizilgüç olarak kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Bunun tersi
bir yaklaşım, yansıbilim alanı dışından, Lenin’in sömürgecilik
kuramından ve Lenin’in esinlendiği Marksçı kuramdan geliyor. Bu
yaklaşıma göre, saldırganlık ve genel olarak, savaşlar, kaçınılmaz
değildir. Savaşlar, sömürgecilik çağında, pazar paylaşımı kavgasından
ileri gelir. Sermaye düzeninin ortadan kalktığı bir dünyada, önce
toplumsalcı sonra ortaklamacı düzenin kurulmasıyla, insanların
kan dökmesi için bir neden kalmayacaktır. Dikkat edilirse, bu
yaklaşım, kurumsal düzeyde bir yaklaşım, tek tek bireylere ilişkin
değil.
Freud ve Lenin karşıtlığı, günümüz savaşlarının
açıklanmasında da karşımıza çıkıyor: Amerikalı araştırmacıların
çoğu, savaşları, savaşı başlatanların kişiliğiyle, oradan da çocukluk
yaşantılarıyla ilişkilendiriyor. Şöyle ki, “Hitler, hasta; Stalin,
deli; Bush, kan dökme meraklısı; çünkü çocukluklarında şöyle şöyle
olaylar yaşamışlar” deniyor. Bu tür bakışlar, çok sayıda yandaş
toplasa da, son derece yetersiz: Hitler’i başa getiren toplumsal
koşullar ve Hitler’in kolu bacağı olmuş Nazi kadrolar gözardı
edilmektedir. Freud, gerçekte, toplumsal koşulları yıkıcılığın
kipleyicisi olarak görmekle, bu tür bireysel açıklamaları geri
çevirmiştir.
Leninci yaklaşımları andıran bakışlar, saldırganlığı
açıklamak için, çeşitli toplumsal değişkenlere bakmışlar; bunların
saldırganlığa etkisini ele almışlardır.
Freud’un kullandığı yöntemler ve kuramının fazla
putkırıcı olması nedeniyle, akademik dünyadan aforoz edilmesi
sonucu, akademik yansıbilim, önemli bir açıklama gücünden, yansıçözümleyimsel
açıklamalardan yoksun kaldı. Bunun yerine, yansıçözümleyimden
beslenen ama onu anmayan toplumsal yaklaşımlar ortaya çıktı. Bunlardan
biri olan engellenme kuramı, insanların şiddete başvurmasını engellenmişlik
duygusuna dayandırırlar. Buna en ünlü örnek, trafikteki saldırganlıktır:
Yolda sıkışıklık nedeniyle tutsak edilen insanların saldırganlaşması,
oldukça olasıdır. Ancak, bu tür bir-taşkını (monomaniac) yaklaşımlardan,
yani her şeyi tek bir değişkenle açıkladığını ileri süren yaklaşımlardan
kuşku duymak gerekir. Yaşam, bir değişkenli kipçiklerden (model)
taşacak karmaşıklıkta bir dizge sunmaktadır. Trafikte bekleyenlerin
hepsi de saldırgan olmadığına göre, başka değişkenlerin de saldırganlığın
dışavurumuna katkıda bulunduğunu çıkarsayabiliriz.
Bu öneriyi siyasal şiddete de elbette uyarlayabiliriz:
Kendini siyasal olarak dışavurabilecekleri alanların yaratılmadığı
toplumlar, şiddete başvurmaktadır. Yine şerh koyalım: Bu tür toplumlardan
kimisi, şiddete başvururken; kimisi başvurmuyor. Siyasal şiddeti
de, tek başına engellenmeyle açıklayamıyoruz. Yıkıcılığın toplumca
kabul edilen dışavurumlarındaki değişmeleri incelemekte yarar
var: Sözgelimi, Vietnam’ın Amerika’ya karşı verdiği bağımsızlık
savaşında, Vietnam toplumunun şiddete bakışı değişmiştir. İnsanlar,
sporcu, cerrah ya da kasap olabileceklerken, gerilla olmuşlardır.
Bu da, o koşullarda oldukça doğaldır.
Baskın olan yaklaşımların büyük bir yanılgısı,
intihar bombacılarını ve Filistin’deki ve Irak’taki direnişçileri
‘terörist’ olarak adlandırıp bunları hastalıklı kişilikler olarak
görüp tanı koymaya kalkmalarıdır. Bu yaklaşımlar, bir insanın
asker olmasıyla intihar bombacısı olmasının aynı altyapıyı paylaştığını
görememektedirler. İki durumda da, yaşamak için başka bir seçeneği
kalmamış yoksul insanlar savaşmakta ve savaşımları, ‘vatan sevgisi’
ve benzeri kutsal olduğu savlanan değerler üzerinden gerekçelendirilmektedir.
Dolayısıyla, intihar bombacılarını üreten toplumsal yapı, askerleri
üreten toplumsal yapı anlaşılmadan kapsamlı bir değerlendirmeden
geçirilemez.
Aynı biçimde, saldırganlık incelenirken, ‘belirginlik
yanlışı’na (error of salience) düşülmemelidir. Saldırgan insanlar,
yaşantısal anlamda daha belirgin diye, saldırgan olmayan insanların
da incelenmesinden geri durulmamalıdır. Saldırırlık kadar saldırmazlık
da ele alınmalıdır. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz küresel adaletsizlik
çağında, neden kimi insanların savaş karşıtı olduğunu neden kimi
insanların barış karşıtı olduğunu incelemek, önemli bir gündem
maddesi olarak önümüzde durmaktadır.
Burada ele aldığımız noktaları açmak ne
yazık ki kısa bir yazıda olanaklı görünmüyor. Bulanık da olsa
bir resim çizebildiysek ne mutlu.