(1) Gürcistan sınırında yer alan Karçal Dağları
biyolojik çeşitlilik açısından Türkiye'nin en önemli yerlerinden
biridir. Ani yükseklik değişimleri ile ortaya çıkan ekosistem
çeşitliliği, yüksek endemizm oranı, zengin yaban hayatı Karçal
Dağları'nın en önemli özelliklerini oluşturur. Önemli Bitki Alanı
olan bu dağ silsilesi, çoğunlukla bozulmadan kalmış geniş ve iğne
yapraklı orman, çalı, alpin çayır, sarp kayalık ve zirve bitki
topluluklarını içerir. Florası ayrıntılı çalışılmamasına karşın,
Karçal Dağları'nda ülke çapında nadir en az 61 bitki taksonunun
yetiştiği bilinmektedir. Kayın ve ladinin hakim olduğu karışık
ormanlarda kestane, gürgen, ıhlamur
gibi daha birçok ağaç türüne ve huş meşcerelerine rastlamak mümkündür.
İnsan etkisinin görece az olduğu doğal yaşlı ormanlar, yaban hayatı
için de uygun yaşam ortamı oluşturur. Ayı, çakal, çengel boynuzlu
dağ keçisi, yabandomuzu, susamuru alanda bulunan çok sayıdaki
yaban hayvanından ilk akla gelenleridir. Bozayı popülasyonu açısından
yalnızca Türkiye'nin değil Avrupa'nın da en önemli yerlerinden
biridir. Diğer yandan, alan yırtıcı kuşların önemli göç yollarından
birinin de üzerindedir. Yaklaşık 25.000 hektarlık bir alan olan
Karçal Dağları'nın şu an 1,850 hektarlık Camili (Macahel) - Efeler
Ormanı, Camili (Macahel) - Gorgit bölümü Tabiatı Koruma Alanı
statüsüne sahiptir. 368 hektarlık bir kısmı ise 2002 yılında Borçka-Karagöl
Tabiat Parkı olarak koruma altına alındı. Bu koruma alanlarının,
özellikle Camili (Macahel) Havzası'ndaki tüm önemli orman topluluklarını
içerecek şekilde genişletilmesi gerekmektedir. Kaynak: http://www.wwf.org.tr/tr/
(Türkiye Doğal Hayatı Koruma Vakfı)
(2) Usulca açıyorum kapısını çadırımın, yavaş
yavaş doluyor içeri ışık. Gördüğüm tek şey tüm tonlarıyla yeşil...
Ağaçta, suda, gölde... Dağların arasında "Huzur varsa, işte
budur!" diye düşündüren yeşil, sessizlik ya da teknoloji
seslerinden arınmışlık. İnsan da doğanın bir parçası olduğuna
göre sadece doğa, sadece doğallık: Karagöl, Artvin.
(3)"Şu tepeyi aşınca düz bir patika, ardından
tatlı bir iniş, bir çıkış daha, fazla yok, sonra Beyaz Su'dayız"
Rehberimiz, Hasan Amca'nın bunu söylemesinin üstünden bir saat
geçti, hala yürüyoruz. Sonra bir tepe, bir tepe daha... Kendimi
"Alacakaranlık Kuşağı"nda kaybolmuş gibi hissediyorum.
Yürümeye başladığımızda "hayat" diye düşünürken, yolun
neresinde olduğumu bilmediğim bir zamanda "derdin neydi senin?"
diyorum.
(4) "İstanbul'dan kalkıp, bildiğin tembel
hayatını bırakıp, neden buraya geldin? Sen artık doğadan kopmuş,
mutasyona uğramış, bir garip ademkızısın, ne demeğe doğanın parçası
olacağım dersin, bir de üstüne üstlük huzuru orda bulacağını düşünürsün?
Neyine yetmez ki günü birlik, konforlu, yakın mesafe doğa yürüyüşleri?
Neden sınırlarını bilmeye bu merak? Buyum deyip neden geçmezsin?
Dönsen dönemezsin, adım atmaya ise takatin yok. Ya sırtındaki
şu çanta?..." Ne kadar söyledim böyle, ne kadar beynimin
içinde bağırıp çağırdım kendime bilmiyorum. Neden mi bilmiyorum,
çünkü, bu huzur yolculuğu olacaktı ya hani zamandan mekandan uzak,
öyleyse ne saat alacaktım yanıma ne zamanı hatırlatacaktı telefon.
Dolayısıyla, ne kadar yürüdüğüm, ne kadar uyuduğum, ne kadar dinlendiğim
ya saati söyleyen birileri sayesinde bilinir oluyordu, ya da beynim
kendince yorum yapıyordu.
(5) Bir tepeden iniyoruz, başımı sağa çeviriyorum
ve beynimde ani bir sessizlik. Bulutların
arasında bir dağ, hani türkülerde başı dumanlı olanlardan, hani
geçit vermeyen, sevenleri ayıranlardan, hani ihtişamı ile insanın
içini titretenlerden... Böyle bir görüntüyü sadece filmlerde görmüştüm.
Diğer ben "yorgunluğa değdi" diyor. Bundan sonra ne
olacağının, hatta yaşamın devamının olup olmayacağının bile bir
önemi yok. Sadece şu an, sadece bu dağ, bu uçsuz bucaksız bulutlar,
sadece yeşil, sadece benle konuşmaya çalışan doğa, sadece gerçek
bir sonsuzluk hissi... Ne zaman konuşmak istedim de ses vermedin
ki bana?
(6) Gorgit, Beyaz Su'daki köylülere soracak olursan
kalınacak yer değildi. Bomboş yayla evleri vardı dağın başında,
inatla ısıran sivrisineklerden geçilmezdi –gerçekten sinekleri
çok inatçı ve açtı ama genel huzurun içinde o kadar da kaale alınır
değillerdi- ve adı üstündeydi işte "gör" ve "git".
Karadeniz'e gelince mi inatlaşmıştım, yoksa buraya gelmeden zaten
inat mıydım bilmiyorum, tüm anlatılanları duymazdan gelip yola
çıkıyorum.
(7)Tepemizde çisil çisil Karadeniz sisi, bayırdan
aşağıya iniyoruz. İndikçe otlar irileşiyor, renkler daha bir tonlara
ayrılıyor, çiçekler daha bir narinlesiyor. Bu kadar kocaman eğrelti
otlarına inat çingene pembesi gelincikler, mavi mine çiçekleri
ve adını bilmediğim çivit mavisi, mor, sarı çiçekler... Ara ara
sis yağmura dönüyor, sürekli bir ıslaklık. Kendimizi yağmur ormanlarında
sanmaya başlıyoruz bir süre sonra. Üç metre ötemizi göremiyoruz,
hepimiz sisin içinde rengarenk yağmurluklarımızla bu renk cümbüşü
içerisinde bir rengiz artık.
(8) Otların üstünde çiğ taneleri, inciler...
Hemen oracığa çöküyorum, dokunmak, parçası olmak istiyorum bu
muhteşemliğin. Ayak basılmamış yamaçlar, yüzümde yağmur damlaları,
gözlerimi kapatıyorum, ağaçların konuşmasını duyuyorum. Hayat!
Neden doğamıza rağmen onla savaşarak sürüyor yaşamaktaki inadımız?
(9)Yanında ruhuma dokunabiliyorum, kendimle olup
kendimi sevip sarmalayabiliyorum. Burada insanlar -aslında Yavuz
ailesi- çıkarsız, kavgasız, kaprissiz, alabildiğine "insan"
halleri ile varlar. Tanımadığın kişiyi de, sadece insan olduğu
için, hayrete düşürecek şekilde doğal sevebilmenin mümkün olduğunu
gösteriyorlar. Nasıl olup da ruhun öylece savunmasız ve doğallıkla
ortaya seriliverdiğine şaşıyorum. Ve birden, ruhum kabuğundan
çıkıp, öylece savunmasız, doğallıkla ortaya seriliveriyor.
(10) Sabah yağmurla başladı. Yürüyelim diyoruz,
nasılsa yağmurun da bizim için. Kıvrılan yolda, kimi vakit karşı
dağlardaki bulutlara, kimi vakit çiy taneli dağ çiçeklerine hayran,
usul usul yürüyoruz. Yağmurluklar yetmez oldu, içimize süzüldün,
yürüdük. Kayaları geçtik, doruğa doğru yürüdük. Konuştun, dinledik;
yürüdük. Doruğa yaklaşınca karşımızda evler, evlerin içinde senin
insanların, durduk. Sıcak sobalarının etrafında yer açtılar bize.
(11) Coşkusu azalarak akşam üstüne kadar sürdü
yağmur. Sonra, tuttun elimden, toprağımın kokusu başka olur yağmurdan
sonra gel dedin, renklerim gizsiz, apaçık önünde, gör dedin. Çıktım
yola, günbatana dek yürüdüm. Canım sevgili, şimdi kapat gözlerini,
kaldır başını yukarı, senin içindir bunlar, dedin. Gözlerimi açtım,
kamaştılar, ışık ışık, önüme sermiştin ruhunu, sonsuz.