SAYI 61 / 05 KASIM 2005

 

MACAHEL

Nilhan Coşkun
cnilhan@yahoo.com

 




(1)
Gürcistan sınırında yer alan Karçal Dağları biyolojik çeşitlilik açısından Türkiye'nin en önemli yerlerinden biridir. Ani yükseklik değişimleri ile ortaya çıkan ekosistem çeşitliliği, yüksek endemizm oranı, zengin yaban hayatı Karçal Dağları'nın en önemli özelliklerini oluşturur. Önemli Bitki Alanı olan bu dağ silsilesi, çoğunlukla bozulmadan kalmış geniş ve iğne yapraklı orman, çalı, alpin çayır, sarp kayalık ve zirve bitki topluluklarını içerir. Florası ayrıntılı çalışılmamasına karşın, Karçal Dağları'nda ülke çapında nadir en az 61 bitki taksonunun yetiştiği bilinmektedir. Kayın ve ladinin hakim olduğu karışık ormanlarda kestane,
gürgen, ıhlamur gibi daha birçok ağaç türüne ve huş meşcerelerine rastlamak mümkündür. İnsan etkisinin görece az olduğu doğal yaşlı ormanlar, yaban hayatı için de uygun yaşam ortamı oluşturur. Ayı, çakal, çengel boynuzlu dağ keçisi, yabandomuzu, susamuru alanda bulunan çok sayıdaki yaban hayvanından ilk akla gelenleridir. Bozayı popülasyonu açısından yalnızca Türkiye'nin değil Avrupa'nın da en önemli yerlerinden biridir. Diğer yandan, alan yırtıcı kuşların önemli göç yollarından birinin de üzerindedir. Yaklaşık 25.000 hektarlık bir alan olan Karçal Dağları'nın şu an 1,850 hektarlık Camili (Macahel) - Efeler Ormanı, Camili (Macahel) - Gorgit bölümü Tabiatı Koruma Alanı statüsüne sahiptir. 368 hektarlık bir kısmı ise 2002 yılında Borçka-Karagöl Tabiat Parkı olarak koruma altına alındı. Bu koruma alanlarının, özellikle Camili (Macahel) Havzası'ndaki tüm önemli orman topluluklarını içerecek şekilde genişletilmesi gerekmektedir. Kaynak: http://www.wwf.org.tr/tr/ (Türkiye Doğal Hayatı Koruma Vakfı)



(2) Usulca açıyorum kapısını çadırımın, yavaş yavaş doluyor içeri ışık. Gördüğüm tek şey tüm tonlarıyla yeşil... Ağaçta, suda, gölde... Dağların arasında "Huzur varsa, işte budur!" diye düşündüren yeşil, sessizlik ya da teknoloji seslerinden arınmışlık. İnsan da doğanın bir parçası olduğuna göre sadece doğa, sadece doğallık: Karagöl, Artvin.



(3)"Şu tepeyi aşınca düz bir patika, ardından tatlı bir iniş, bir çıkış daha, fazla yok, sonra Beyaz Su'dayız" Rehberimiz, Hasan Amca'nın bunu söylemesinin üstünden bir saat geçti, hala yürüyoruz. Sonra bir tepe, bir tepe daha... Kendimi "Alacakaranlık Kuşağı"nda kaybolmuş gibi hissediyorum. Yürümeye başladığımızda "hayat" diye düşünürken, yolun neresinde olduğumu bilmediğim bir zamanda "derdin neydi senin?" diyorum.



(4) "İstanbul'dan kalkıp, bildiğin tembel hayatını bırakıp, neden buraya geldin? Sen artık doğadan kopmuş, mutasyona uğramış, bir garip ademkızısın, ne demeğe doğanın parçası olacağım dersin, bir de üstüne üstlük huzuru orda bulacağını düşünürsün? Neyine yetmez ki günü birlik, konforlu, yakın mesafe doğa yürüyüşleri? Neden sınırlarını bilmeye bu merak? Buyum deyip neden geçmezsin? Dönsen dönemezsin, adım atmaya ise takatin yok. Ya sırtındaki şu çanta?..." Ne kadar söyledim böyle, ne kadar beynimin içinde bağırıp çağırdım kendime bilmiyorum. Neden mi bilmiyorum, çünkü, bu huzur yolculuğu olacaktı ya hani zamandan mekandan uzak, öyleyse ne saat alacaktım yanıma ne zamanı hatırlatacaktı telefon. Dolayısıyla, ne kadar yürüdüğüm, ne kadar uyuduğum, ne kadar dinlendiğim ya saati söyleyen birileri sayesinde bilinir oluyordu, ya da beynim kendince yorum yapıyordu.



(5) Bir tepeden iniyoruz, başımı sağa çeviriyorum ve beynimde ani bir sessizlik. Bulutların
arasında bir dağ, hani türkülerde başı dumanlı olanlardan, hani geçit vermeyen, sevenleri ayıranlardan, hani ihtişamı ile insanın içini titretenlerden... Böyle bir görüntüyü sadece filmlerde görmüştüm. Diğer ben "yorgunluğa değdi" diyor. Bundan sonra ne olacağının, hatta yaşamın devamının olup olmayacağının bile bir önemi yok. Sadece şu an, sadece bu dağ, bu uçsuz bucaksız bulutlar, sadece yeşil, sadece benle konuşmaya çalışan doğa, sadece gerçek bir sonsuzluk hissi... Ne zaman konuşmak istedim de ses vermedin ki bana?



(6) Gorgit, Beyaz Su'daki köylülere soracak olursan kalınacak yer değildi. Bomboş yayla evleri vardı dağın başında, inatla ısıran sivrisineklerden geçilmezdi –gerçekten sinekleri çok inatçı ve açtı ama genel huzurun içinde o kadar da kaale alınır değillerdi- ve adı üstündeydi işte "gör" ve "git". Karadeniz'e gelince mi inatlaşmıştım, yoksa buraya gelmeden zaten inat mıydım bilmiyorum, tüm anlatılanları duymazdan gelip yola çıkıyorum.



(7)Tepemizde çisil çisil Karadeniz sisi, bayırdan aşağıya iniyoruz. İndikçe otlar irileşiyor, renkler daha bir tonlara ayrılıyor, çiçekler daha bir narinlesiyor. Bu kadar kocaman eğrelti otlarına inat çingene pembesi gelincikler, mavi mine çiçekleri ve adını bilmediğim çivit mavisi, mor, sarı çiçekler... Ara ara sis yağmura dönüyor, sürekli bir ıslaklık. Kendimizi yağmur ormanlarında sanmaya başlıyoruz bir süre sonra. Üç metre ötemizi göremiyoruz, hepimiz sisin içinde rengarenk yağmurluklarımızla bu renk cümbüşü içerisinde bir rengiz artık.



(8) Otların üstünde çiğ taneleri, inciler... Hemen oracığa çöküyorum, dokunmak, parçası olmak istiyorum bu muhteşemliğin. Ayak basılmamış yamaçlar, yüzümde yağmur damlaları, gözlerimi kapatıyorum, ağaçların konuşmasını duyuyorum. Hayat! Neden doğamıza rağmen onla savaşarak sürüyor yaşamaktaki inadımız?



(9)Yanında ruhuma dokunabiliyorum, kendimle olup kendimi sevip sarmalayabiliyorum. Burada insanlar -aslında Yavuz ailesi- çıkarsız, kavgasız, kaprissiz, alabildiğine "insan" halleri ile varlar. Tanımadığın kişiyi de, sadece insan olduğu için, hayrete düşürecek şekilde doğal sevebilmenin mümkün olduğunu gösteriyorlar. Nasıl olup da ruhun öylece savunmasız ve doğallıkla ortaya seriliverdiğine şaşıyorum. Ve birden, ruhum kabuğundan çıkıp, öylece savunmasız, doğallıkla ortaya seriliveriyor.



(10) Sabah yağmurla başladı. Yürüyelim diyoruz, nasılsa yağmurun da bizim için. Kıvrılan yolda, kimi vakit karşı dağlardaki bulutlara, kimi vakit çiy taneli dağ çiçeklerine hayran, usul usul yürüyoruz. Yağmurluklar yetmez oldu, içimize süzüldün, yürüdük. Kayaları geçtik, doruğa doğru yürüdük. Konuştun, dinledik; yürüdük. Doruğa yaklaşınca karşımızda evler, evlerin içinde senin insanların, durduk. Sıcak sobalarının etrafında yer açtılar bize.



(11) Coşkusu azalarak akşam üstüne kadar sürdü yağmur. Sonra, tuttun elimden, toprağımın kokusu başka olur yağmurdan sonra gel dedin, renklerim gizsiz, apaçık önünde, gör dedin. Çıktım yola, günbatana dek yürüdüm. Canım sevgili, şimdi kapat gözlerini, kaldır başını yukarı, senin içindir bunlar, dedin. Gözlerimi açtım, kamaştılar, ışık ışık, önüme sermiştin ruhunu, sonsuz.