SAYI 61 / 05 KASIM 2005

 

OKUL BİR DERS KİTABIDIR: KIBRIS TÜRK OKULLARINDA TÖRENLER ve SEMBOLİZM
(İngilizce >>>)

Neşe Yaşın
neshe@spidernet.com.cy



S
emboller ve ritüeller çocukları ulusal kimlikleriyle tanıştırmada ve zihinlerinde düşman imajını çizmede önemli rol oynarlar. Onlar yeni sistemler oluşturma ve devamlılığı sağlamada oldukça güçlü ideolojik aygıtlardır. Comaroff ve Comaroff a göre “Ritüeller, gelenekleri korumak ve “sürekliliği” yeniden üretmek için teorik olarak yapılanmış ve kenetlenmiş toplumlarda kültürel araçlar haline gelirler”. Kıbrıs Türk okullarındaki ritüellerden yola çıkarak, bunların çatışma paradigmasını oluşturmak ve statükoyu yeniden üretmek için nasıl kullanıldıklarından söz etmek ve Kıbrıs'taki vahşet fotoğrafları hakkında bazı semiyotik okumalar yaparak ; bu fotoğrafların çatışma paradigmasını sürdürmedeki rolleri hakkında bazı düşünceler öne sürmek istiyorum.

Ulusal şiirin oluşturduğu sembolizm toplumda bir duyarlılık oluşturmada oldukça önemli bir araç olmanın yanısıra ulusal seremonilerin de en önemli unsurunu oluşturur.

''Şimdi okullu olduk
Sınıfları doldurduk
Sevinçliyiz hepimiz
Yaşasın okulumuz''

Türk çocukları bu ünlü şarkıyla, okulun bir parçası olmayı kutlarlar. Okul, onların evidir ve ulusa aittir. Her çocuğa milli eğitim adı verilen bir eğitim verilir. Öğrenciden üretken olması ve ulusun değerli bir parçası olması beklenir.

Okul renkli bir yerdir. Duvarları bayraklarla, resimlerle ve yazılarla süslüdür. Çocuklar, her sabah ''Türk'üm, doğruyum, çalışkanım'', diye başlayan ve ''varlığım Türk varlığına armağan olsun'' sözleriyle biten sabah andıyla ulusun bir parçası olduklarını ilan etmek zorundadırlar. Sonra sıra, ''Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'', diye başlayan milli marşa gelir.

Ve ünlü Türk şair Can Yücel'in bir çocuğun okuldaki ilk gününü anlatan şiirini anımsamak beni gülümsetir.

''Anneciğim
Bugün okulda hiçbir şeyden korkmadım
ama şu Korkma Sönmezden çok korktum''



Korku, her zaman Türk eğitim sisteminin önemli bir parçasını oluşturmuştur. İslam'daki ahlaki değerlere Allah korkusuyla ulaşılır. Büyüklere saygının korkuyla elde edileceğine inanılır. Korku, bir disiplin aracıdır ve okul bu korku duygusunu çocuğa aşılamak zorundadır.

Sizleri girişinde iki bayrak, KKTC ve Türk bayrağı, olan tipik bir Kıbrıs Türk okuluna götürerek başlamak istiyorum. Okulun bir şehidin adını taşıyor olma olasılığı oldukça yüksek… İkinci güçlü olasılık ise okulun, bir şehidin adını taşıyan bir sokakta olması. (Şehit ''filan 'sokağı' '' ve şehit ''filan 'okulu' '')

Bu binadan biraz daha söz etmek istiyorum; çünkü büyük olasılıkla bu bina bir zamanlar Kıbrıslı Rumlara ait bir okul binasıdır ve 74'ten beri Kıbrıslı Türkler tarafından kullanılmaktadır. Bir öğretmenin, çocuklara okul binasının tarihçesiyle ilgili herhangi bir ödev verdiğini sanmıyorum. Ya da bu konu hakkında konuşsalar bile bu durumu bazı değişiklikler yaparak anlattıklarından eminim. Büyük ihtimalle anlatıları şöyledir: “Baskı altındaki halkımız bir gün bize bugünleri veren Türk ordusu sayesinde özgürlüğüne kavuştu.''

Kötü ve zalim olan “öteki”ni, öğrenciler daha yakından bilmeli değil mi?. En önemli kısımsa, düşmanla karşılaşma kısmıdır. Öğretmenimiz Barbarlık Müzesi'ne yapılan bir ziyaretle bu konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

Bu müzenin en önemli özelliği vahşetin tarihinin burada yaşamaya devam ediyor olmasıdır.
Anlatıya şöyle başlanır:
“ Tarih 24 Aralık 1963... Rumların Türklere karşı üç gün önce başlatmış olduğu saldırı tüm vahşetiyle devam ediyordu; savunmasız kadınlar, yaşlı adamlar ve çocuklar vahşice öldürülüyordu. Ve Lefkoşa’nın Kumsal semti Rum vahşetinin en kötü örneğine; artık bir kan gölü haline gelmiş Kumsala şahitlik ediyordu. Kıbrıs Türk ordularının binbaşısı Nihat İlhan o gece nöbetteydi; eşi ve üç küçük çocuğu, evlerinin banyosunda saklanırken Rumlar tarafından zalimce ve alçakça öldürüldüler. İşte bu, Yunan barbarlığının en çarpıcı örneğidir.”

Ölü çocuklar ve annelerinin fotoğrafı Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere yaptığı zulmün en somut göstergesi olarak sunulur. Ve gene bu fotoğraf, dünyada yapılan zulümlerin, vahşetlerin önde gelen fotoğraflarından biri olduğu için propaganda ve lobiciliğin temel aracı haline gelmiştir. Bu, bir kurbanlık hali sembolüdür. Kurbanlar ne yazık ki anneler ve çocuklardır …Yani hayattaki en masum en savunmasızlar… Sadece küvette saklanmak istedikleri için, hem de kendi evlerinde, öldürüldülmüşlerdir.

Bu korku filmi, müzedeki köşesinde ziyaretçilere yaşatılır. Oradaki hiçbir şeye dokunulmamıştır; kan lekeleri, saç telleri ve çocukların elbise parçalarıyla ayakkabıları, hepsi oradadır. Müzenin diğer odaları da fotoğraflardaki ölü bedenlerle dolu. Müzenin bir diğer dikkat çekici yanıysa bu vahşeti gerçekten yaşamış birinin evi olması. ''Yusuf Güdüm'' hala müzenin odalarından birinde yaşıyor. Bu bina onun kişisel mülkü; çünkü Yusuf Güdüm eşini bu olayda kaybetmiş. Ziyaretçiler geldiğindeyse odasından çıkıp olayı anlatıyor.
Müzeye yaptığım ziyaretlerimden birinde, Yusuf Güdüm’e söyleşi yapmayı teklif ettim; fakat soruları cevaplayamayacağını sadece hikayeyi baştan sona anlatabileceğini söyledi. Söyleşi yapmayı reddetmesine rağmen sorduğum bir soruyu yanıtladı: ''Peki Yusuf amca, neden burada, bu acı hatıralarla, bu üzücü atmosferde yaşıyorsun?''

''Bahçe için burda yaşıyorum. Bu ağaçlar bakım ister kızım. Ben gidersem ağaçlar ölür”
Yusuf amcanın anlatısının bir kısmı şöyle:
''1963 yılının 24 Aralık gecesinde; eşim Feride, Hasan ve ben Binbaşı Nihat İlhan'ın evine ziyarete gitmiştik. Komşularımız Moralı Ayşe hanım, kızı Işın ve Ayşe hanımın kızkardeşi Növber de bizimle birlikteydi. İkindi kahvaltısı yapıyorduk. Aniden Kanlıdere yönünden, sağanak yağmur yağıyormuşçasına ses çıkararak gelen kurşunlar evi delik deşik etti.

O sırada oturduğumuz yemek odasının tehlikeli olabileceğinin düşünerek, daha güvenli olacağını düşündüğümüz banyo ve tuvalete koştuk. Toplam dokuz kişiydik. Tuvalette saklanan eşim haricinde hepimiz banyodaydık. Korku içinde bekleşiyorduk. Binbaşının eşi , üç çocuğu; Murat, Kutsi ve Hakan'ı kollarına almış küvette ayakta duruyordu. Birden, büyük bir gürültüyle kapının açıldığını duydum. Rumlar içeri girmiş, evin her köşesini makinalı tüfeklerinden çıkan kurşunlarla taramaya başlamışlardı. Bu dakikalarda bir sesin Rumca: ''Taksim'i istiyorsunuz ha!'', dediğini duydum ve sonra kurşunlar banyoda uçuşmaya başladı. Bayan İlhan ve üç çocuğu küvete düştü. Vurulmuşlardı. Bu sırada, banyoya giren Yunanlılar silahlarını tekrar tekrar üzerimize boşalttılar. Binbaşının çocuklarından birinin inlediğini duydum.Bayılmışım.

2-3 saat sonra kendime geldiğimde, Bayan İlhan ve üç çocuğunun küvette ölü olarak yattığını gördüm. Ben ve banyoda geri kalan komşularımız ciddi şekilde yaralanmıştık. Peki ya karıma ne olmuştu? Hatırlamamla tuvalete koşmam bir oldu. Kapı eşiğinde cansız bedenini gördüm. Vahşice öldürülmüştü.”
Yusuf Amca ezberindeki bu hikayeyi gelen ziyaretçilere başından sonuna anlatıp görevini bitirince odasına geri döner. Her gün defalarca anlattığı bu hikaye artık mekanikleşmiştir onun için.
Müzeye ziyaretler çoğunlukla 21 Aralık'ta başlayan Şehitler Haftası'nda, yani 1963 yılının Kanlı Noel Olayları'nın yıl dönümünde yapılır.

O günlerde okullarda da fotoğraf sergileri açılır.

Bu fotoğraflar bazen ölü insanların, bazen ölü bedenlerin bazen de ağlayan kadınlar ve çocukların fotoğraflarıdır.

Kıbrıslı Türk öğrencilerden biri olan ''Doğuş Ertaç'' ikitoplumlu bir gruba üye. Müze hakkındaki düşünceleriyse şöyle:
''Barbarlık Müzesi'ne gittim İlkokuldaydım ve o hafta (Şehitler Haftası) onlar (öğretmenler) bizi o müzeye götürmüşlerdi. Bence çok kötüydü; çünkü o zamanlar bu yapılanları gördüğünüzde, ' Rumlar kötüdür', diye düşünüyorsunuz. Fakat şimdi doğru fikre sahibim; sadece bazı Kıbrıslı Rumlar bunu yaptı; öyleyse bütün Rumların kötü olduğunu söyleyemem...''

Şehitler Haftası'nın ana fikri: “bu kahraman insanların bugün bizlerin özgürce yaşaması için ''vatanları'' ve milletleri uğruna canlarını feda ettiği ve onların kanlarıyla yıkanmış olan bu kutsal toprakların tek bir taşına bile zarar vermeden korumak zorunda olduğumuz “dur.

Bu haftanın diğer bir amacı ise”bu adaya ait olan bir etnik grubu yok etmek amacıyla masum insanlara bunca eziyet etmiş vicdansız düşmanın karakterini öğrencilere tanıtmak”tır. Törenler boyunca şiirler okunur. Kıbrıslı Türk Edebiyatı'nda, Kıbrıs'taki Rum mezalimlerini anlatan oldukça fazla şiir bulabilirsiniz. Şiir insanlardaki milliyetçilik duygusunu uyandırmada her zaman için oldukça güçlü bir silah olmuştur. Ve popüler milliyetçi şiir de bu konuda üzerine düşen görevi büyük bir başarıyla yerine getirmiştir ve getirmeye de devam etmektedir.

Şimdi Rauf Denktaş'ın, Gülgün Serdar tarafından derlenmiş olan bir antolojiye yazmış olduğu önsöz mektubundan birkaç satırı sizlere iletmek istiyorum:
''Türkiye'ye kültür açısından bağlılığımızı, Anadolu'ya ve bayrağımıza duyduğumuz özlemimizi vurgulayan bütün bu şairleri bir araya getirdiğiniz için size sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Türk toprağı olduğuna inandığımız Kıbrıs topraklarını sahiplenmede oldukça kararlıyız. Ve şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitap kimlik arayışımızda bize büyük bir rehber olacaktır.''1

Doğuş, bu şiirlerin üzerinde yaratmış olduğu etkiyi şöyle anlatıyor:
''Genellikle bu duygusal şiirler, bütün Kıbrıslı Türkleri, beni bile, derinden etkiliyor. Bunu yapıyorlar; çünkü tekrar arkadaş olmamızı istemiyorlar. Bence, bu yıllarda yaşanmış ve yıllar boyunca yok olmuş olan kin yavaş yavaş tekrar canlandırılıyor.''

Şehitler Haftası'nın diğer bir konusu ise; Türk ordusunun, bizim, o fotoğraflardan birine dönüşmemizi engelleyerek hayatımızı kurtarmış olması ve böylelikle de millet olarak intikamımızı almış olmasıdır. Düşmanımızın bizden çok uzakta yaşamadığı ve bu yüzden de dikkatli olmamız gerektiği bize bu hafta boyunca sık sık hatırlatılır. Çoğunlukla törenler Atatürk büstüne konan çelenkle başlar.

Çoğu okulun bahçesinde bir Atatürk büstü vardır. Atatürk'e ve O'nun ilkelerine bağlılık, Türk ulusunun bir parçası olmanın verdiği gururla doğru orantılıdır. Milli Eğitim'in , aşağıda değineceğim amaçları da bunu gerektirir:
''Toplumun her üyesi, hayatını Atatürk'ün ilke ve inkılaplarını korumaya adamış bir vatandaş olmak ve Türk ulusunun insani, ahlaki ve manevi değerlerini korumak, onların devamını sağlamak zorundadır.
İkitoplumlu grubun bir diğer üyesi Tanyel Cemal'se Atatürk Haftası etkinliklerini şöyle anlatıyor:

''10 Kasım'da, ''Atatürk Köşesi'' adını verdiğimiz sınıflararası bir yarışma düzenliyoruz. Her sınıf, o sınıfın öğrencileri tarafından bayraklar, Atatürk şiirleri,resimleri ve başka şeylerle süsleniyor. Bir grup öğretmen sınıfları geziyor ve en sonunda da en iyisinin hangisi olduğuna karar veriyor.''

Atatürk, Kıbrıslı Türklerin Türkiye'yle aralarındaki bağın güçlü bir sembolüdür.

10 Kasım'da, Atatürkün yaşamını yitirdiği Kasım'ın 10.gününde, yapılan törenler” anavatandaki” Türklerle “yavru vatandaki “Türklerin paylaştığı ortak bir deneyimdir. Her yıl Kasım ayının 10. günü, saat 9.05'te Atatürk'ün anısına saygı göstermek için hayat bir dakikalığına durur.

Atatürk, büyük Türk ulusunun babası kabul edilir. Hayatı boyunca Kıbrıs için söylediği tek bir sözün bile olmamasına, üstüne üstlük Misak-ı Milli kararlarının doğal sınırlar dışında yaşayan Türkleri kapsamamasına rağmen; O'nun mücadelesi Kıbrıslı Türkler için büyük bir ilham kaynağıdır. Ulusal şiirler de bile O, Kıbrıs'ı Türklükle özdeşleştiren sembolik bir figürdür.

O'na olduğu kadar O'nun heykellerine karşı davranışlar da neredeyse totemiktir. Heykellerinden birine verilen bir zarar, yapılan bir saldırı; Pile Okulu'nda gerçekleşen bir olayda olduğu gibi; bütün Türk ulusuna hakaret ve aynı zamanda oldukça kışkırtıcı bir davranış olarak görülür. O'nun fotoğrafları okullarda her yerdedir. O, Türk kimliğinin yegane temsilcisi ve büyük bir ulus olmanın verdiği gururun sembolüdür.
Çocukların bu semboller hakkında ne düşündüğü konusunda yapılan bir araştırma, oldukça bilgilendirici olurdu. Benim düşünceme göre, küçük yaşlarda bu sembollere bağlanıyorlar; fakat orta okulda bir yıl boyunca yaptığım öğretmenlik sonucu edindiğim bir deneyime göre çocuklar ergenlik çağındayken bu semboller, ergen asiliğinin hedef noktası haline geliyor. ''Beton Mustafa'', bu çağda, Atatürk'e takılan bir isim. Sayısız çirkin heykellere bir atıf olarak. Çocukların birçok kez milli şiirlerle de dalga geçtiklerine tanık oldum. Çocukların bu yaş döneminde yaptıkları bununla da sınırlı değil. Neden bilmiyorum; fakat Kıbrıs'ta sürgün hayatı yaşayan ve Osmanlıcı olmasına rağmen Türkçülüğün diğer bir kahramanı olan Namık Kemal, cinsel gücün abartıldığı seks fıkralarının da konusu haline gelmiş durumda. (Bunun aslında Nam-I Kemal yani Kemal adında biri diye başlayan seks fıkralarından Namık Kemal’e dönüştürüldüğünü öğrendim)

BU CESET FOTOĞRAFLARI NEYİN SİMGESİ?
Belki de bu ceset fotoğraflarının ortalıkta bu kadar dolanmasının nedeni artık nekrofili olmuş halktır.
Bazılarına göreyse bu fotoğrafların gösterilmesi gençleri düşmanın gerçek yüzüyle tanıştırıyor, genç kuşağın düşmanı tanımasını sağlıyor. Aynı zamanda bu, asla onlarla beraber yaşayamayacağımız tezini güçlendirmenin de bir yolu… ''Onlar'' dediğimizde bu sözcük bir genellemeye işaret ediyor. Şöyle ki; ''onlar'', her gün politik konuşmalarda işittiğimiz , 3. tekil şahsa tekabül ediyor. Yani ''Rum'' olarak adlandırdıklarımız. Homojen bir varlık. Bir kötülük simgesi.

Onlar arasında ayrım yapamayız; hepsi birbirinin aynıdırlar ve hepsi bu katliamlardan sorumludurlar. Bu ceset, bu mezalim fotoğraflarını böyle sık sık görmek bizde bir tutum yaratıyor . Örneğin detayları göremez oluyoruz. Bizim için sadece bulanık bir görüntü oluyorlar, bilinçaltımızın bir parçası haline geliyorlar. Kafamızda düşman hakkında bir imaj oluşturuyorlar. Bu fotoğraflar, tarihteki; ruhumuza işlemiş olan, ''ötekiler'' dediğimiz katliamdan sorumlu kişilerden inkar edilemez farkımızı ima eden geçmişteki, o dakikaların yansıması oluyorlar.

Roland Barthes'in fotoğrafla ilgili şöyle bir yorumu var:
''Fotoğraf gerçek hayatta bir daha hiç tekrarlanamayacak olan bir şeyi mekanik olarak tekrar eder, bu da onun sonsuzluğa armağanıdır. Fotoğrafın çekildiği esnada geçen olay, nesnelerin duruşu hiçbir zaman için başka bir şey uğruna değişmez. Gördüğüm vücut için tekrar ihtiyaç duyacağım fiziki varlığı bana sağlar; o mutlaktır, bağımsız bir nesnedir, donuk ve her nasılsa aptalcadır. İşte bu (fotoğraf ve fotoğrafçılık); solmayan ifade içinde; kısaca Lacan'ın Dokunuş, durum, rastlantı ve gerçek dediği şeydir.''2
Kuşkusuz ki bunların yanısıra bu vahşet fotoğrafları tezimizi doğruluyor ve lobicilik için elverişli bir araç haline geliyor.

Her bir fotoğraf bir saldırıyı betimliyor. Onlar, bize yapılan saldırının ve düşmanın yaptığı zulmün göstergeleridirler. Onlar, bizim tarihimizin kaybolmuş sayfalarıdırlar; fakat ilginç olan şey onların da bizimkilere benzer fotoğraflarının olması ve onların da bu fotoğrafları bizimle aynı şekilde kullanıyor olmalarıdır. Yalnız tek bir farkla; o fotoğraflarda kurban onlar, bizlerse failleriz.

Kıbrıs'ta, barışçıların sembolik fotoğraflarının bile bir vahşet fotoğrafı olması oldukça ilginç. Bu fotoğraf, barışçıların kullandığı bu vahşet fotoğrafı, Derviş Ali Kavazoğlu ve Costas Misauli'ye ait. (Derviş Ali Kavazoğlu ve Costas Misauli, 1964 yılında Kıbrıs'ın iki kesimini bir araya getirmek için çalışırken öldürülmüşlerdir.)

Bu fotoğrafın simgelediği şey diğer ceset fotoğraflarından oldukça farklıdır. Bu fotoğraf, bir cinayeti ve bir adaletsizliği anımsatmakla kalmayıp aynı zamanda iki kişinin birbirlerine karşı olan nefretini değil sevgisini anlatıyor. Kurbansa, diğer fotoğraflardaki gibi bir kişi değil, ''ikisi birden''.
Belki de bu fotoğrafın yakaladığı anın yaratıcılarının bu fotoğrafı çekerken düşündüğü ve sonsuzluğa bıraktığı başka bir şey vardır: Bu, korkudur. ''Eğer bu şekilde düşünür ve böyle davranırsanız bu sizin sonunuz olur'' şeklinde bir uyarıdır.

Bu fotoğrafta gördüğüm bir diğer fark da bu fotoğrafın aleyhimize olmamasıdır. Bu fotoğraf, aralarında güçlü bir bağ olan iki insanın fotoğrafıdır. Şiddeti engellemek için kullanılan bir şiddet sahnesidir. İki tarafın da yaptığı mezalimi anlatan bütün fotoğrafların bir özetidir.

Onların ölümü, akan bu kanı durdurma yolunda savaş veren diğer bütün fotoğrafların destanı gibi.

SEMBOLLERLE NASIL BAŞ EDEBİLİRİZ?

74'ten sonra Kuzey Kıbrıs'ın farklı bölgelerine birçok heykel dikilmiştir. Hepsinin de ortak paydası ölümdür. Bütün bu heykeller, “hayatlarımızı düşmandan kurtarmak için canlarını feda edenlerin” anılarını yüceltmek amacıyla dikilmiştir. Heykellere baktığınızda, vahşet fotoğraflarına baktığınızda içinizde oluşan duyguya benzer bir saldırı duygusu uyanır. Figürlerde fallus vurgusu var ve hepsi de askeri bir ruh taşıyorlar.

Birkaç yıl önce, Gönyeli'de, o köyde ölenlerin anısına dikilmiş olan bir anıtın heykeltraşıyla söyleşi yapmaya gitmiştim ve ona; şehit olmanın, şehitliğin neyi sembolize ettiğini, onda nasıl duygular uyandırdığını, onların anısını yaşatmanın en iyi yolunun ne olduğunu ve bu figürde duygularını nasıl yansıttığını sordum.
Sorularım onu şaşırmıştı ve bana, bu durumlarda dikilen anıtların br kopyasını yaratmaya çalıştığını söyledi. Sokaktaki insanlara da bu anıtlar hakkında neler düşündüklerini, anıtların onlarda nasıl duygular uyandırdığını sordum. Verdikleri yanıtlar içlerindeki saldırı duygusunu yansıtıyordu. Ben de bu makaleye şu adı vermeye karar verdim: ''İçimizdeki Ölüm Abideleri''

Bu anıtlar hala içimizde yaşıyor. Onları görmemeye başladığımızdaysa çevrenin bir parçası haline geliyorlar. Sürekli onların ne anlam ifade ettiğini düşünmesek de onlar bize belli bir enerji veriyor ve bizi belli bir psikolojik duruma sürüklüyorlar Bu, Kıbrıs'taki Rum evlerinde o eşyalarla yaşamak gibi bir şey… Onların evlerinde yaşadığımızı ya da o eşyalarını kullandığımızı unutuyoruz bir sure sonra; fakat onlar bize rahatsızlık vermeye ve bilinçaltımızın derinliklerinde suçluluk duygusu uyandırmaya devam ediyorlar.
Aslında, hepimiz, derinlerde biliyoruz ki bizim onları suçladığımız gibi onlar da bizi suçluyorlar. Onlardan çok da uzakta yaşamıyoruz ve onlardan bize gelen enerjiyi hissedebiliyoruz.

Şunu biliyoruz ki; bizim zafer coşkusuyla uyandığımız her bir güne onlar aynı matemle uyanıyorlar ve biz matemin ne demek olduğunu çok iyi biliyoruz; çünkü o, bizim deneyimlerimizin de bir parçası.
Bize acı çektiren şeyse intikam paradigması. İntikam bir diğerini tetikleyecek olan bir karşı saldırıdır. Kurbanlar ve failler arasındaki rol değişimidir ve bunun sonu yoktur. Kıbrıslı Türkler olarak önceki duygularımız ''intikamımızın alındığı'' doğrultusundaydı; fakat bu duygu birdenbire yeni bir gerçeklik doğurdu: Şimdi de onların da alması gereken bir intikam var.

Bu paradigmadan empati paradigmasına ve barış kültürüne geçmek bütün bu semboller ve ritüellerle baş etmek zorunda olduğumuz bir süreci gerektirir. En iyisi onların hepsini görmektir. Bunu da iki etnik grubun da birbirine yaptıklarını bu karşılıklı mezalimin fotoğraflarını ayrı köşelere değil biraraya koyarak başarabilirsiniz. Böylelikle içinizde, saldırı ya da aşağılama duygusu yerine aslında sizinle aynı fikre sahip olan karşınızdaki insanı kucaklama isteği uyanır. Aynı Kavazoğlu ve Misauli'nin fotoğrafında olduğu gibi.