Semboller ve ritüeller çocukları ulusal
kimlikleriyle tanıştırmada ve zihinlerinde düşman imajını çizmede
önemli rol oynarlar. Onlar yeni sistemler oluşturma ve devamlılığı
sağlamada oldukça güçlü ideolojik aygıtlardır. Comaroff ve Comaroff
a göre “Ritüeller, gelenekleri korumak ve “sürekliliği” yeniden
üretmek için teorik olarak yapılanmış ve kenetlenmiş toplumlarda
kültürel araçlar haline gelirler”. Kıbrıs Türk okullarındaki ritüellerden
yola çıkarak, bunların çatışma paradigmasını oluşturmak ve statükoyu
yeniden üretmek için nasıl kullanıldıklarından söz etmek ve Kıbrıs'taki
vahşet fotoğrafları hakkında bazı semiyotik okumalar yaparak ;
bu fotoğrafların çatışma paradigmasını sürdürmedeki rolleri hakkında
bazı düşünceler öne sürmek istiyorum.
Ulusal şiirin oluşturduğu sembolizm toplumda bir duyarlılık oluşturmada
oldukça önemli bir araç olmanın yanısıra ulusal seremonilerin
de en önemli unsurunu oluşturur.
Türk çocukları bu ünlü şarkıyla, okulun bir parçası olmayı kutlarlar.
Okul, onların evidir ve ulusa aittir. Her çocuğa milli eğitim
adı verilen bir eğitim verilir. Öğrenciden üretken olması ve ulusun
değerli bir parçası olması beklenir.
Okul renkli bir yerdir. Duvarları bayraklarla, resimlerle ve yazılarla
süslüdür. Çocuklar, her sabah ''Türk'üm, doğruyum, çalışkanım'',
diye başlayan ve ''varlığım Türk varlığına armağan olsun'' sözleriyle
biten sabah andıyla ulusun bir parçası olduklarını ilan etmek
zorundadırlar. Sonra sıra, ''Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen
al sancak'', diye başlayan milli marşa gelir.
Ve ünlü Türk şair Can Yücel'in bir çocuğun okuldaki ilk gününü
anlatan şiirini anımsamak beni gülümsetir.
''Anneciğim
Bugün okulda hiçbir şeyden korkmadım
ama şu Korkma Sönmezden çok korktum''
Korku, her zaman Türk eğitim sisteminin önemli bir parçasını oluşturmuştur.
İslam'daki ahlaki değerlere Allah korkusuyla ulaşılır. Büyüklere
saygının korkuyla elde edileceğine inanılır. Korku, bir disiplin
aracıdır ve okul bu korku duygusunu çocuğa aşılamak zorundadır.
Sizleri girişinde iki bayrak, KKTC ve Türk bayrağı, olan tipik
bir Kıbrıs Türk okuluna götürerek başlamak istiyorum. Okulun bir
şehidin adını taşıyor olma olasılığı oldukça yüksek… İkinci güçlü
olasılık ise okulun, bir şehidin adını taşıyan bir sokakta olması.
(Şehit ''filan 'sokağı' '' ve şehit ''filan 'okulu' '')
Bu binadan biraz daha söz etmek istiyorum; çünkü büyük olasılıkla
bu bina bir zamanlar Kıbrıslı Rumlara ait bir okul binasıdır ve
74'ten beri Kıbrıslı Türkler tarafından kullanılmaktadır. Bir
öğretmenin, çocuklara okul binasının tarihçesiyle ilgili herhangi
bir ödev verdiğini sanmıyorum. Ya da bu konu hakkında konuşsalar
bile bu durumu bazı değişiklikler yaparak anlattıklarından eminim.
Büyük ihtimalle anlatıları şöyledir: “Baskı altındaki halkımız
bir gün bize bugünleri veren Türk ordusu sayesinde özgürlüğüne
kavuştu.''
Kötü ve zalim olan “öteki”ni, öğrenciler daha yakından bilmeli
değil mi?. En önemli kısımsa, düşmanla karşılaşma kısmıdır. Öğretmenimiz
Barbarlık Müzesi'ne yapılan bir ziyaretle bu konunun daha iyi
anlaşılmasını sağlayacaktır.
Bu müzenin en önemli özelliği vahşetin tarihinin burada yaşamaya
devam ediyor olmasıdır.
Anlatıya şöyle başlanır:
“ Tarih 24 Aralık 1963... Rumların Türklere karşı üç gün önce
başlatmış olduğu saldırı tüm vahşetiyle devam ediyordu; savunmasız
kadınlar, yaşlı adamlar ve çocuklar vahşice öldürülüyordu. Ve
Lefkoşa’nın Kumsal semti Rum vahşetinin en kötü örneğine; artık
bir kan gölü haline gelmiş Kumsala şahitlik ediyordu. Kıbrıs Türk
ordularının binbaşısı Nihat İlhan o gece nöbetteydi; eşi ve üç
küçük çocuğu, evlerinin banyosunda saklanırken Rumlar tarafından
zalimce ve alçakça öldürüldüler. İşte bu, Yunan barbarlığının
en çarpıcı örneğidir.”
Ölü çocuklar ve annelerinin fotoğrafı Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı
Türklere yaptığı zulmün en somut göstergesi olarak sunulur. Ve
gene bu fotoğraf, dünyada yapılan zulümlerin, vahşetlerin önde
gelen fotoğraflarından biri olduğu için propaganda ve lobiciliğin
temel aracı haline gelmiştir. Bu, bir kurbanlık hali sembolüdür.
Kurbanlar ne yazık ki anneler ve çocuklardır …Yani hayattaki en
masum en savunmasızlar… Sadece küvette saklanmak istedikleri için,
hem de kendi evlerinde, öldürüldülmüşlerdir.
Bu korku filmi, müzedeki köşesinde ziyaretçilere yaşatılır. Oradaki
hiçbir şeye dokunulmamıştır; kan lekeleri, saç telleri ve çocukların
elbise parçalarıyla ayakkabıları, hepsi oradadır. Müzenin diğer
odaları da fotoğraflardaki ölü bedenlerle dolu. Müzenin bir diğer
dikkat çekici yanıysa bu vahşeti gerçekten yaşamış birinin evi
olması. ''Yusuf Güdüm'' hala müzenin odalarından birinde yaşıyor.
Bu bina onun kişisel mülkü; çünkü Yusuf Güdüm eşini bu olayda
kaybetmiş. Ziyaretçiler geldiğindeyse odasından çıkıp olayı anlatıyor.
Müzeye yaptığım ziyaretlerimden birinde, Yusuf Güdüm’e söyleşi
yapmayı teklif ettim; fakat soruları cevaplayamayacağını sadece
hikayeyi baştan sona anlatabileceğini söyledi. Söyleşi yapmayı
reddetmesine rağmen sorduğum bir soruyu yanıtladı: ''Peki Yusuf
amca, neden burada, bu acı hatıralarla, bu üzücü atmosferde yaşıyorsun?''
''Bahçe için burda yaşıyorum. Bu ağaçlar bakım ister kızım. Ben
gidersem ağaçlar ölür”
Yusuf amcanın anlatısının bir kısmı şöyle:
''1963 yılının 24 Aralık gecesinde; eşim Feride, Hasan ve ben
Binbaşı Nihat İlhan'ın evine ziyarete gitmiştik. Komşularımız
Moralı Ayşe hanım, kızı Işın ve Ayşe hanımın kızkardeşi Növber
de bizimle birlikteydi. İkindi kahvaltısı yapıyorduk. Aniden Kanlıdere
yönünden, sağanak yağmur yağıyormuşçasına ses çıkararak gelen
kurşunlar evi delik deşik etti.
O sırada oturduğumuz yemek odasının tehlikeli olabileceğinin düşünerek,
daha güvenli olacağını düşündüğümüz banyo ve tuvalete koştuk.
Toplam dokuz kişiydik. Tuvalette saklanan eşim haricinde hepimiz
banyodaydık. Korku içinde bekleşiyorduk. Binbaşının eşi , üç çocuğu;
Murat, Kutsi ve Hakan'ı kollarına almış küvette ayakta duruyordu.
Birden, büyük bir gürültüyle kapının açıldığını duydum. Rumlar
içeri girmiş, evin her köşesini makinalı tüfeklerinden çıkan kurşunlarla
taramaya başlamışlardı. Bu dakikalarda bir sesin Rumca: ''Taksim'i
istiyorsunuz ha!'', dediğini duydum ve sonra kurşunlar banyoda
uçuşmaya başladı. Bayan İlhan ve üç çocuğu küvete düştü. Vurulmuşlardı.
Bu sırada, banyoya giren Yunanlılar silahlarını tekrar tekrar
üzerimize boşalttılar. Binbaşının çocuklarından birinin inlediğini
duydum.Bayılmışım.
2-3 saat sonra kendime geldiğimde, Bayan İlhan ve üç çocuğunun
küvette ölü olarak yattığını gördüm. Ben ve banyoda geri kalan
komşularımız ciddi şekilde yaralanmıştık. Peki ya karıma ne olmuştu?
Hatırlamamla tuvalete koşmam bir oldu. Kapı eşiğinde cansız bedenini
gördüm. Vahşice öldürülmüştü.”
Yusuf Amca ezberindeki bu hikayeyi gelen ziyaretçilere başından
sonuna anlatıp görevini bitirince odasına geri döner. Her gün
defalarca anlattığı bu hikaye artık mekanikleşmiştir onun için.
Müzeye ziyaretler çoğunlukla 21 Aralık'ta başlayan Şehitler Haftası'nda,
yani 1963 yılının Kanlı Noel Olayları'nın yıl dönümünde yapılır.
O günlerde okullarda da fotoğraf sergileri açılır.
Bu fotoğraflar bazen ölü insanların, bazen ölü bedenlerin bazen
de ağlayan kadınlar ve çocukların fotoğraflarıdır.
Kıbrıslı Türk öğrencilerden biri olan ''Doğuş Ertaç'' ikitoplumlu
bir gruba üye. Müze hakkındaki düşünceleriyse şöyle:
''Barbarlık Müzesi'ne gittim İlkokuldaydım ve o hafta (Şehitler
Haftası) onlar (öğretmenler) bizi o müzeye götürmüşlerdi. Bence
çok kötüydü; çünkü o zamanlar bu yapılanları gördüğünüzde, ' Rumlar
kötüdür', diye düşünüyorsunuz. Fakat şimdi doğru fikre sahibim;
sadece bazı Kıbrıslı Rumlar bunu yaptı; öyleyse bütün Rumların
kötü olduğunu söyleyemem...''
Şehitler Haftası'nın ana fikri: “bu kahraman insanların bugün
bizlerin özgürce yaşaması için ''vatanları'' ve milletleri uğruna
canlarını feda ettiği ve onların kanlarıyla yıkanmış olan bu kutsal
toprakların tek bir taşına bile zarar vermeden korumak zorunda
olduğumuz “dur.
Bu haftanın diğer bir amacı ise”bu adaya ait olan bir etnik grubu
yok etmek amacıyla masum insanlara bunca eziyet etmiş vicdansız
düşmanın karakterini öğrencilere tanıtmak”tır. Törenler boyunca
şiirler okunur. Kıbrıslı Türk Edebiyatı'nda, Kıbrıs'taki Rum mezalimlerini
anlatan oldukça fazla şiir bulabilirsiniz. Şiir insanlardaki milliyetçilik
duygusunu uyandırmada her zaman için oldukça güçlü bir silah olmuştur.
Ve popüler milliyetçi şiir de bu konuda üzerine düşen görevi büyük
bir başarıyla yerine getirmiştir ve getirmeye de devam etmektedir.
Şimdi Rauf
Denktaş'ın, Gülgün Serdar tarafından derlenmiş olan bir antolojiye
yazmış olduğu önsöz mektubundan birkaç satırı sizlere iletmek
istiyorum:
''Türkiye'ye kültür açısından bağlılığımızı, Anadolu'ya ve bayrağımıza
duyduğumuz özlemimizi vurgulayan bütün bu şairleri bir araya getirdiğiniz
için size sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Türk toprağı olduğuna
inandığımız Kıbrıs topraklarını sahiplenmede oldukça kararlıyız.
Ve şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitap kimlik arayışımızda bize
büyük bir rehber olacaktır.''1
Doğuş, bu şiirlerin üzerinde yaratmış olduğu etkiyi şöyle anlatıyor:
''Genellikle bu duygusal şiirler, bütün Kıbrıslı Türkleri, beni
bile, derinden etkiliyor. Bunu yapıyorlar; çünkü tekrar arkadaş
olmamızı istemiyorlar. Bence, bu yıllarda yaşanmış ve yıllar boyunca
yok olmuş olan kin yavaş yavaş tekrar canlandırılıyor.''
Şehitler Haftası'nın diğer bir konusu ise; Türk ordusunun, bizim,
o fotoğraflardan birine dönüşmemizi engelleyerek hayatımızı kurtarmış
olması ve böylelikle de millet olarak intikamımızı almış olmasıdır.
Düşmanımızın bizden çok uzakta yaşamadığı ve bu yüzden de dikkatli
olmamız gerektiği bize bu hafta boyunca sık sık hatırlatılır.
Çoğunlukla törenler Atatürk büstüne konan çelenkle başlar.
Çoğu okulun bahçesinde bir Atatürk büstü vardır. Atatürk'e ve
O'nun ilkelerine bağlılık, Türk ulusunun bir parçası olmanın verdiği
gururla doğru orantılıdır. Milli Eğitim'in , aşağıda değineceğim
amaçları da bunu gerektirir:
''Toplumun her üyesi, hayatını Atatürk'ün ilke ve inkılaplarını
korumaya adamış bir vatandaş olmak ve Türk ulusunun insani, ahlaki
ve manevi değerlerini korumak, onların devamını sağlamak zorundadır.
İkitoplumlu grubun bir diğer üyesi Tanyel Cemal'se Atatürk Haftası
etkinliklerini şöyle anlatıyor:
''10 Kasım'da, ''Atatürk Köşesi'' adını
verdiğimiz sınıflararası bir yarışma düzenliyoruz. Her sınıf,
o sınıfın öğrencileri tarafından bayraklar, Atatürk şiirleri,resimleri
ve başka şeylerle süsleniyor. Bir grup öğretmen sınıfları geziyor
ve en sonunda da en iyisinin hangisi olduğuna karar veriyor.''
Atatürk, Kıbrıslı Türklerin Türkiye'yle aralarındaki bağın güçlü
bir sembolüdür.
10 Kasım'da, Atatürkün yaşamını yitirdiği Kasım'ın 10.gününde,
yapılan törenler” anavatandaki” Türklerle “yavru vatandaki “Türklerin
paylaştığı ortak bir deneyimdir. Her yıl Kasım ayının 10. günü,
saat 9.05'te Atatürk'ün anısına saygı göstermek için hayat bir
dakikalığına durur.
Atatürk, büyük Türk ulusunun babası kabul edilir. Hayatı boyunca
Kıbrıs için söylediği tek bir sözün bile olmamasına, üstüne üstlük
Misak-ı Milli kararlarının doğal sınırlar dışında yaşayan Türkleri
kapsamamasına rağmen; O'nun mücadelesi Kıbrıslı Türkler için büyük
bir ilham kaynağıdır. Ulusal şiirler de bile O, Kıbrıs'ı Türklükle
özdeşleştiren sembolik bir figürdür.
O'na olduğu kadar O'nun heykellerine karşı davranışlar da neredeyse
totemiktir. Heykellerinden birine verilen bir zarar, yapılan bir
saldırı; Pile Okulu'nda gerçekleşen bir olayda olduğu gibi; bütün
Türk ulusuna hakaret ve aynı zamanda oldukça kışkırtıcı bir davranış
olarak görülür. O'nun fotoğrafları okullarda her yerdedir. O,
Türk kimliğinin yegane temsilcisi ve büyük bir ulus olmanın verdiği
gururun sembolüdür.
Çocukların bu semboller hakkında ne düşündüğü konusunda yapılan
bir araştırma, oldukça bilgilendirici olurdu. Benim düşünceme
göre, küçük yaşlarda bu sembollere bağlanıyorlar; fakat orta okulda
bir yıl boyunca yaptığım öğretmenlik sonucu edindiğim bir deneyime
göre çocuklar ergenlik çağındayken bu semboller, ergen asiliğinin
hedef noktası haline geliyor. ''Beton Mustafa'', bu çağda, Atatürk'e
takılan bir isim. Sayısız çirkin heykellere bir atıf olarak. Çocukların
birçok kez milli şiirlerle de dalga geçtiklerine tanık oldum.
Çocukların bu yaş döneminde yaptıkları bununla da sınırlı değil.
Neden bilmiyorum; fakat Kıbrıs'ta sürgün hayatı yaşayan ve Osmanlıcı
olmasına rağmen Türkçülüğün diğer bir kahramanı olan Namık Kemal,
cinsel gücün abartıldığı seks fıkralarının da konusu haline gelmiş
durumda. (Bunun aslında Nam-I Kemal yani Kemal adında biri diye
başlayan seks fıkralarından Namık Kemal’e dönüştürüldüğünü öğrendim)
BU CESET FOTOĞRAFLARI NEYİN SİMGESİ?
Belki de bu ceset fotoğraflarının ortalıkta bu kadar dolanmasının
nedeni artık nekrofili olmuş halktır.
Bazılarına göreyse bu fotoğrafların gösterilmesi gençleri düşmanın
gerçek yüzüyle tanıştırıyor, genç kuşağın düşmanı tanımasını sağlıyor.
Aynı zamanda bu, asla onlarla beraber yaşayamayacağımız tezini
güçlendirmenin de bir yolu… ''Onlar'' dediğimizde bu sözcük bir
genellemeye işaret ediyor. Şöyle ki; ''onlar'', her gün politik
konuşmalarda işittiğimiz , 3. tekil şahsa tekabül ediyor. Yani
''Rum'' olarak adlandırdıklarımız. Homojen bir varlık. Bir kötülük
simgesi.
Onlar arasında ayrım yapamayız; hepsi birbirinin aynıdırlar ve
hepsi bu katliamlardan sorumludurlar. Bu ceset, bu mezalim fotoğraflarını
böyle sık sık görmek bizde bir tutum yaratıyor . Örneğin detayları
göremez oluyoruz. Bizim için sadece bulanık bir görüntü oluyorlar,
bilinçaltımızın bir parçası haline geliyorlar. Kafamızda düşman
hakkında bir imaj oluşturuyorlar. Bu fotoğraflar, tarihteki; ruhumuza
işlemiş olan, ''ötekiler'' dediğimiz katliamdan sorumlu kişilerden
inkar edilemez farkımızı ima eden geçmişteki, o dakikaların yansıması
oluyorlar.
Roland Barthes'in fotoğrafla ilgili şöyle bir yorumu var:
''Fotoğraf gerçek hayatta bir daha hiç tekrarlanamayacak olan
bir şeyi mekanik olarak tekrar eder, bu da onun sonsuzluğa armağanıdır.
Fotoğrafın çekildiği esnada geçen olay, nesnelerin duruşu hiçbir
zaman için başka bir şey uğruna değişmez. Gördüğüm vücut için
tekrar ihtiyaç duyacağım fiziki varlığı bana sağlar; o mutlaktır,
bağımsız bir nesnedir, donuk ve her nasılsa aptalcadır. İşte bu
(fotoğraf ve fotoğrafçılık); solmayan ifade içinde; kısaca Lacan'ın
Dokunuş, durum, rastlantı ve gerçek dediği şeydir.''2
Kuşkusuz ki bunların yanısıra bu vahşet fotoğrafları tezimizi
doğruluyor ve lobicilik için elverişli bir araç haline geliyor.
Her bir fotoğraf bir saldırıyı betimliyor. Onlar, bize yapılan
saldırının ve düşmanın yaptığı zulmün göstergeleridirler. Onlar,
bizim tarihimizin kaybolmuş sayfalarıdırlar; fakat ilginç olan
şey onların da bizimkilere benzer fotoğraflarının olması ve onların
da bu fotoğrafları bizimle aynı şekilde kullanıyor olmalarıdır.
Yalnız tek bir farkla; o fotoğraflarda kurban onlar, bizlerse
failleriz.
Kıbrıs'ta, barışçıların sembolik fotoğraflarının bile bir vahşet
fotoğrafı olması oldukça ilginç. Bu fotoğraf, barışçıların kullandığı
bu vahşet fotoğrafı, Derviş Ali Kavazoğlu ve Costas Misauli'ye
ait. (Derviş Ali Kavazoğlu ve Costas Misauli, 1964 yılında Kıbrıs'ın
iki kesimini bir araya getirmek için çalışırken öldürülmüşlerdir.)
Bu fotoğrafın simgelediği şey diğer ceset fotoğraflarından oldukça
farklıdır. Bu fotoğraf, bir cinayeti ve bir adaletsizliği anımsatmakla
kalmayıp aynı zamanda iki kişinin birbirlerine karşı olan nefretini
değil sevgisini anlatıyor. Kurbansa, diğer fotoğraflardaki gibi
bir kişi değil, ''ikisi birden''.
Belki de bu fotoğrafın yakaladığı anın yaratıcılarının bu fotoğrafı
çekerken düşündüğü ve sonsuzluğa bıraktığı başka bir şey vardır:
Bu, korkudur. ''Eğer bu şekilde düşünür ve böyle davranırsanız
bu sizin sonunuz olur'' şeklinde bir uyarıdır.
Bu fotoğrafta gördüğüm bir diğer fark da bu fotoğrafın aleyhimize
olmamasıdır. Bu fotoğraf, aralarında güçlü bir bağ olan iki insanın
fotoğrafıdır. Şiddeti engellemek için kullanılan bir şiddet sahnesidir.
İki tarafın da yaptığı mezalimi anlatan bütün fotoğrafların bir
özetidir.
Onların ölümü, akan bu kanı durdurma yolunda savaş veren diğer
bütün fotoğrafların destanı gibi.
SEMBOLLERLE NASIL BAŞ EDEBİLİRİZ?
74'ten sonra Kuzey Kıbrıs'ın farklı bölgelerine birçok heykel
dikilmiştir. Hepsinin de ortak paydası ölümdür. Bütün bu heykeller,
“hayatlarımızı düşmandan kurtarmak için canlarını feda edenlerin”
anılarını yüceltmek amacıyla dikilmiştir. Heykellere baktığınızda,
vahşet fotoğraflarına baktığınızda içinizde oluşan duyguya benzer
bir saldırı duygusu uyanır. Figürlerde fallus vurgusu var ve hepsi
de askeri bir ruh taşıyorlar.
Birkaç yıl önce, Gönyeli'de, o köyde ölenlerin anısına dikilmiş
olan bir anıtın heykeltraşıyla söyleşi yapmaya gitmiştim ve ona;
şehit olmanın, şehitliğin neyi sembolize ettiğini, onda nasıl
duygular uyandırdığını, onların anısını yaşatmanın en iyi yolunun
ne olduğunu ve bu figürde duygularını nasıl yansıttığını sordum.
Sorularım onu şaşırmıştı ve bana, bu durumlarda dikilen anıtların
br kopyasını yaratmaya çalıştığını söyledi. Sokaktaki insanlara
da bu anıtlar hakkında neler düşündüklerini, anıtların onlarda
nasıl duygular uyandırdığını sordum. Verdikleri yanıtlar içlerindeki
saldırı duygusunu yansıtıyordu. Ben de bu makaleye şu adı vermeye
karar verdim: ''İçimizdeki Ölüm Abideleri''
Bu anıtlar hala içimizde yaşıyor. Onları görmemeye başladığımızdaysa
çevrenin bir parçası haline geliyorlar. Sürekli onların ne anlam
ifade ettiğini düşünmesek de onlar bize belli bir enerji veriyor
ve bizi belli bir psikolojik duruma sürüklüyorlar Bu, Kıbrıs'taki
Rum evlerinde o eşyalarla yaşamak gibi bir şey… Onların evlerinde
yaşadığımızı ya da o eşyalarını kullandığımızı unutuyoruz bir
sure sonra; fakat onlar bize rahatsızlık vermeye ve bilinçaltımızın
derinliklerinde suçluluk duygusu uyandırmaya devam ediyorlar.
Aslında, hepimiz, derinlerde biliyoruz ki bizim onları suçladığımız
gibi onlar da bizi suçluyorlar. Onlardan çok da uzakta yaşamıyoruz
ve onlardan bize gelen enerjiyi hissedebiliyoruz.
Şunu biliyoruz ki; bizim zafer coşkusuyla uyandığımız her bir
güne onlar aynı matemle uyanıyorlar ve biz matemin ne demek olduğunu
çok iyi biliyoruz; çünkü o, bizim deneyimlerimizin de bir parçası.
Bize acı çektiren şeyse intikam paradigması. İntikam bir diğerini
tetikleyecek olan bir karşı saldırıdır. Kurbanlar ve failler arasındaki
rol değişimidir ve bunun sonu yoktur. Kıbrıslı Türkler olarak
önceki duygularımız ''intikamımızın alındığı'' doğrultusundaydı;
fakat bu duygu birdenbire yeni bir gerçeklik doğurdu: Şimdi de
onların da alması gereken bir intikam var.
Bu paradigmadan empati paradigmasına ve barış kültürüne geçmek
bütün bu semboller ve ritüellerle baş etmek zorunda olduğumuz
bir süreci gerektirir. En iyisi onların hepsini görmektir. Bunu
da iki etnik grubun da birbirine yaptıklarını bu karşılıklı mezalimin
fotoğraflarını ayrı köşelere değil biraraya koyarak başarabilirsiniz.
Böylelikle içinizde, saldırı ya da aşağılama duygusu yerine aslında
sizinle aynı fikre sahip olan karşınızdaki insanı kucaklama isteği
uyanır. Aynı Kavazoğlu ve Misauli'nin fotoğrafında olduğu gibi.