Yiyecek stokları tükendiğinde, hele bir de yiyecek
üretimi yapılmadığında ne olur? Kıtlık olur. Bir toplumun başına
gelebilecek en büyük felaketlerden biridir Kıtlık. 21.yüzyıl insanları
olarak bu sözcüğün anlamını yeterince bilmediğimiz söylenebilir.
25 yılda bir Bob Geldof konuyu popüler kültür ilahlarının gündemine
getirmese kimbilir kaç onyıllardan beri sürmekte olan Afrika kıtlıkları
bile bizlerin gündemlerinden daima uzaktadır.
Kıtlık bazen kendini kronik yollarla değil, akut
olarak da gösterebilir. Sözgelimi Pakistan’da yaşanan depremin
bölgenin özellikleri gözönüne alındığında hele bir de felaket
yorgunu olmuş uluslararası yardımların gevşekliği de gözönüne
alındığında bölgesel ya da noktasal kıtlıklara uğramış insanların
birbirlerini ezercesine yiyeceklere hücum ettiği görüntüler sayesinde
bir kez daha aşina oluruz kıtlıkla… Elbette bazen bireysel bazda
da yaşarız kıtlık. Şu veya bu nedenle yiyecek sıkıntısına düşmemişlerimiz
elbette vardır. Ama İstanbul’da, Ankara’da veya başka bir medeniyet
beşiğinde öğrencilik yaparken parasız kalıp okul yemekhanelerine
bile uğrayamayanlar elbette olmuştur. Bunların bazısı 6 Kasımlarda
“YÖK’e Hayır” diye bağırmış olabilirler. Bazıları da bağıran arkadaşlarını
açlıktan kokan nefeslerine rağmen kınamış olabilirler.
Başkalarını bilmem. Ama ben yaşadım kendi kıtlığımı.
Hem de sadece okul zamanında da değil. İş hayatımda bile. Bilirim
ki çok kıtlık benim kendi budalalıklarımdan kaynaklandı. Ama hemen
hepsinin aç bedenimi saran bol azotlu ve az oksijenli atmosferleri
de oldu. Herhalde bir tek ben değilimdir hayatında muhtelif zamanlarda
kıtlığa düşen… Her kıtlığın ardından bulduğum Beyazıt’ta bir ekmek
arası tükürük köftesi ile ya da Taksim’de, Kadıköy’de bulduğum
ayranlı nohutlu pilavlarla bedenimi kutsadığımı biliyorum. O köfteciler
ve pilavcılar işte bu yüzden benim kutsal saydığım inssanlardılar.
Öğrenciliği üç otuz paraya yaparken verdiğim özel derslerden gelen
paraların önemli bölümünü gazetelere, dergilere ve en önemlisi
kitaplara dağıtırken bilmeye biliyordum birkaç gün sürecek kıtlıklar
yaşayacağımı. Elbette bazen düşünürdüm “değer mi ulan” derdim
kendi kendime. Üç otuz paramla beslediğim bu gazeteci milleti,
yazar, çizer tayfası, engizisyon yayınevlerine kızdığım da olurdu
çoğu zaman. “Değer mi?” derdim… Hatta şimdi geriye dönüp bakıyorum
da bazı kitapları okumak bile mümkün olmadı ki... Kimileri eş,
dost arkadaş gönül hırsızlığıyla kaptı götürdü, bir daha da selam
bile belki verilmedi. Kimilerine de iştahla başlayıp ortasında
kustum. “Değer mi ulan” demenin en gerekli anlarda ne kadar okuduysam
hepsini beynimden dışarı çıkardım. Ama nasıl ki çok içersiniz,
adınızı bile unutacak kadar çok içersiniz ve sonunda sağda solda
kusarsınız, neredeyse ne içtiniz ve ne yedinizse kusarsınız ya,
fakat içinizde iğrenç bir kumpanya yine kalır, midenizde solucanlar
danseder ya, o yarım bırakılmış ve kusulmuş kitaplarda beynimde
düşünce kurtları bıraktı işte… Ha bir de işin müzik boyutu da
vardır. Hani dünyaya erken gelmiş olmak yüzünden mp3’lere sığacak
albümleri deli gibi ama karnı aç bir şekilde bekleyip “onun bunun
kaseti albümü geldi mi?” diye artık ahbap olduğum bant-kayıt stüdyoları…
Yaşadığım evlerde mobilya olmazdı. Kitaplar ve kasetler benim
mobilyalarımdı…
Ya sinema… Hemen her hafta üç tane film izlemezse
doymayan bir beynim vardı benim. Hatta bir dönem boğazıma kadar
en sevdiğim Robert De Niro’ya batmıştım ve artık onun dünya gezegenindeki
en sıkı hayranı olmam bile en sonunda bir gün kusmaktan beni alıkoyamamış
ve bir filmini yarıda terketmiştim (Yarısında terkettiğim ikinci
film ise hayatımda seyrettiğim en korkunç filmdi ve adı “Film
Bitti” idi. Kadir İnanır bir orkestra şefini canlandırıyordu.
Film perdesinde salladığı çubuk bir yerimize kaçmadan kaçalım
dedik ve o film asla bitmedi de biz de paçayı zor kurtardık. )..
Bazen de tersine 10-15 kez izlenen filmler… Bir Zamanlar Amerika
( Sergio Leone), Andrei Rublev (Tarkovski), Bisiklet Hırsızları,
400 Darbe, Penceredeki Kadın, Son Metro, Rosa Luxemborg, Dünyayı
Sarsan 10 Gün, The Wall (35 kez ) uçsuz bucaksızdır onlar…
(400 Darbe)
Peki ya tiyatro. Taksim Gümüşsuyu’nda okumuş
olmanın bir avantajı, sinemalara, konserlere ve tiyatrolara gidebilme
şansının başka okul öğrencilerinden daha fazla olmasıydı bize.
Aç karnına konserlere de gittim elbette. Ancak ilk birkaç yıl
gösterdiğim tüm iyiniyetli yaklaşımlarım Atatürk Kültür Merkezi’nde
veya Taksim’de sergilenen devlet tiyatrolarından ve hatta şehir
tiyatrolarından istediğim karşılığı alamadı. Ve ben Yalçın Küçük’ten
daha önce bir karar alarak “tiyatro boykotuna” başladım geçmişinde
tiyatro tecrübesi ve başarısı olan bir genç olarak. O açlık halleriyle
o ağdalı konuşmaları dinleyecek halim yoktu. İşin kötüsü boykotum
hala sürüyor. Sadece Genco Erkal ve Dostlar Tiyatrosu hariç olmak
üzere. Onları Galileo Galilei’den beri seyrederim. Aç veya tok
farketmez…Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ı elbette seyrederim ama
zaten onlarınkisi tiyatro değil…
Şimdi dönüp bakıyorum ve kitaplara, kasetlere, sinemaya, kültüre,
sanata, keyfe, eğlenceye, içmeye, gezmeye ayırdığım paraları yemeklere
ayırmamışım. O yüzden kelli felli göbekli bir insan olamadım.
Dedim ya kendi kıtlığımı kendim yarattım. İşin kötüsü bu durum
okul bittikten sonra da devam etti. İş hayatı bile beni adam edemedi.
Ne zamanki askerliğimi yaptım. İşte o zaman biraz adam oldum.
Kıtlıklar daha bir azaldı. Elbette bu başarı bana ait değildi.
Ben bir “Fikir Ana”sına sahibim. Yazılarımdaki anafikirler oradan
filizlenir çoğu zaman. İşte o fikir anası sayesinde dedim ya yiyecek
kıtlıklarım neredeyse azaldı. Hoş bazen yemek yemeyi unuttuğum
olmuyor değil. Ama artık o kadar olacak demek zorundayım.
Şimdi bu hesaplaşma sürecinde görüyorum ki pek
çok düz beyinli “iyi halt etmişsin” diyebilir bana ama galiba
ben yine de doğrusunu yaptım. Sözgelimi size bir erdem fazilet
örneği vermeyen bir yazı yazmamamın imkanı yok. Müsaade edin anlatayım.
Bana kitap fuarlarında ya da büyük kitapçılarda nasıl kitap çalınacağının,
ya da artık bir tarih olmuş o eski Galata Köprüsü’nün altındaki
“Yeni Türkü”, “Ezginin Günlüğü”, “Grup Yorum” ve hatta rahmetli
“Ahmet Kaya” dinlediğimiz izbe barlardan hem de bizleri tanıyan
yerlerden nasıl hesap ödemeden kaçıp kurtulmanın taktiklerini
anlatan sarhoş arkadaşlarım da oldu. Bilmiyorum belki birkaç tanesine
çok sarhoş olmam nedeniyle mecburen iştirak etmiş olabilirim (sızmışımdır
filan). Sarhoş arkadaşlarım beni yurda götürmüşlerdir de öyle
olmuştur misal, ama düşünün ki yiyeceklere ayırmadığım ya da ayıramadığım
paramı işte bu yollarda harcamakta hiçbir beis görmedim. İçkiyi
double haram haline sokmadım misal. Parası neyse ödedim. Asla
kitap çalmadım. Hatta korsan kitap bile almadım. Kitapçılardan
kitap çalan ve bugünlerde sağda solda işdünyalarında erdem satabilen
arkadaşlarım oldu benim. Ama onlara bu konuda uymadım. Hepsi değildi
tabii bu kitap çalanlar. O dönemki arkadaşlarımın belki onda biriydi.
Çok insan tanıdım ben. Bazıları komünistti. Kimileri Arnavutçuydu.
Kimileri Kıvılcımlı derdi. Kimileri o zamanki Yalçın Küçük hastasıydı.
Stalinist arkadaşlar da tanıdım. Ama ben hep farklı olmak zorundayım
ya. Hiçbir yere ait hissetmedim kendimi. Ben “bağımsızım” dedim.
Tıpkı Bora Ercan’ın geçen sayıda ODTÜ tarihçesinde anlattığı kendi
hikayesinde olduğu gibi. Ben de İTÜ tarihçesinde bir bağımsız
harekettim. Şaka değil, eylem de yapardım ve eylemlerim tek başınaydı.
Aslında bir çeşit post-modern eylemciydim o devirlerde. Çavuşesku’nun
idam edildiği gün Çavuşesku’ya ağıtlar yakan Çözümcü arkadaşların
pankartlarını yırttım misal yerine “özgürlük” yazdım. Yemekhanede
boykot düzenleyen öğrenci derneğinin herkesi açlığa ve kıtlığa
çağırdığı günlerde –şans bu ya- ben o dönemki değerli bir bilim
adamı ve özgün bir demokrat kişiliği olan dekanın oğluna özel
ders veriyordum ve kendisine arkadaşlarımızın taleplerini kendi
üslubumla kaynaştırarak ilettim misal. Yemekler pahalanmadı ve
kalitesi de düşmedi. Öğrenci Derneği sadece eylem yapacak yeni
bir konu buldu kendine sonra. Hiçbir zaman da anlamadılar neden
yemek işi düzeldi diye… Ama her 1 Mayıs’ta Taksim’e çıktım ben.
Kimselerin sokulmadığı o gergin bekleyişlerle dolu 1 Mayıs’larda
T cetvelimi alıp Taksim’e çıkar ve sessizce “Yaşasın 1 Mayıs”
diye içimden çığlık atarak okuluma giderdim misal. Dedim ya. Okulum
zaten Taksim’deydi. Polis barikatlarında yüzüme bakan polisler
“bundan olsa olsa inek bir öğrenci olur.” derler ve geçmeme izin
verirlerdi. Elbette her zaman utangaç devrimcilik oynamadım. Bazen
yumruğum havada sloganlarımı da attım. Ama bunlar daha üst boyutlu
kitlesel, daha çok işçilerin bulunduğu eylem veya gösteriler içindi.
Emeğe Saygı, İnsana Saygı gibi… Fraksiyonlar arasında beni paylaşma
savaşı yaşandı. Abarttığımı düşünüyorsanız size bugün çok değerli
maddi ve manevi pozisyonlara ulaşmış arkadaşlarımı tanık olarak
gösterebilirim. Çözümcü arkadaşların Dev-Genç’i ile Yolcu arkadaşların
Dev-Genç’i… Her iki tarafta da kıymetli arkadaşlarım var. Ve ben
sadece onlara da değil, mesela ters kutuplarda bulunan örgütlenmelere
de elimi kolumu sallayarak girip çıkabildiğim gibi işte bu iki
Dev-Genç arasında da parkta dolaşır gibi dolaşabiliyordum. Aslında
o süreçte devletin bana bir polislik teklifinde bulunmayışını
da hiçbir zaman anlamış değilim. Çünkü Müslüman Genç’lerden dostlarım
vardı. Ülkücü Gençlik’den de, hatta son olarak Kürtçü arkadaşlarımız
arasında da muhabbetlerim gelişmeye başlamıştı. Belki o dönem
bazı sazanlar beni polis, muhbir sanmış olabilirlerdi ama işin
doğrusu ben içten yaklaşıyordum ve çoğu zaman karşılık alabiliyordum.
Ya da o gruplar içten yaklaşıyorlar ve benimle bir bağlantı kurabiliyorlardı.
Benimle bağlantı kurmayan gruplar sadece okul kantinini kumarhaneye
çevirenler ve Bağdat Caddesi ahalisi idi. Ha bir de “Bit Yavruları
(Yavşaklar)” dediğim türde öbeklenmeler de vardı. Elbette onlarla
da bir bağım yoktu. Çünkü onlar YÖK’ün istediği türde adamlardı
ve biliyordum ki o tür adamlar geleceğimizi zehir etmek için yetiştirilen
öküzlerdi. İşin komik yanı benim bu fraksiyonlar ve kamplaşmalar
arasında yaşadığım özgürlüğü belki eninde sonunda devletimiz de
farketti ve tam iki tane sivil polis benimle ahbablık kurmaya
yeltendi. Belki maksatları beni de kurumlarına bağlamaktı. Ama
hemen fraksiyoncu arkadaşlarımdan bana haber ulaşırdı ve ben de
o kişilerle olan iletişimimi maslahatgüzar seviyesine çekerdim.
Zaten deşifre olduktan sonra da ortadan kaybolurlardı. Onlardan
bir tanesi beni çok şaşırtmıştı. Adam bir de gruptan bir solcu
kız arkadaş edinmiş ve onu bile ispiyonlamıştı.
Neyse laf dağılıyor, size iki Dev-Gençli’in beni ele geçirmek
üzere kapışmalarını anlatıyordum. Aslında her iki taraf birçok
ipe sapa gelmez neden yüzünden birbirlerinin kaşlarını gözlerini
yardılar defalarca. Neyse ki aynı durum benim için olmadı. Zaten
buna değecek bir adam değildim. Dedim ya, iki tarafta da beni
lise yıllarından bilen duyan kimseler vardı ve okul kantininde
kızarkadaşı olduğu halde düşünsel ve eylemsel olguların yakınında
olan tek kişi olmam nedeniyle “eylemci öğrenci borsasında” değerim
birdenbire tavan yapmıştı. En sonunda her iki gruptan tanıdıklarım
bana sonucu getirip bildirdiler. Ben aslında o örgütlere girmeye
girermişim ama kızarkadaşım varmışta o yüzden bir türlü giremiyormuşum.
İşin kötüsü kız arkadaşımı asla ve asla herhangi bir örgüt bünyesine
katamayacaklarını bildikleri için benden vazgeçmişler ama düşünsel
desteğimin devamını dilemişler. Tabii bu değerlendirmeleri yapan
sevgili arkadaşlarımın hemen hepsi bugünlerde dünya dolusu para
kazanıyorlar. Hatta içlerinden bazıları şirket yöneticliği ve
sahipliği yapıyor. Onların bugünlerde işçileri ne kadar sevdikleri
ise tam bir muamma. En son bildiğim birkaç tanesi ANAP’tan, DYP’den
amcalarının dayılarının “networkleri” sayesinde siyasete bile
atıldılar. Hayır onları ne kınıyor ne ayıplıyorum. Bu durumu yazının
en başından beri andığım KITLIK’la bağlantılıyorum.
Aslında her yerde, ama Türkiye özgülünde yaşanan
en büyük sorun KITLIK’tır. Ama yiyecek kıtlığı değil. Dedim ya
size ben kendi kıtlığımı yarattım. O benim sorunumdu. Belki başkaları
da yaptılar. Belki hala kendi kıtlığını yaratanlar var. Bilemem.
Ama ben beynimi hiç kıtlıkta bırakmadım. DÜŞÜNCE KITLIĞI YAŞAMADIM
BEN… Çünkü okudum, yazdım, konuştum, dinledim, tanıdım, sabır
gösterdim, eğlendim, dürüst olmaya çalıştım. Dünyanın her türlü
düşüncesinden insanlarla iletişim kurdum. MHP’li bir torna ustası
ile bir fabrikanın işçilerine eylem yaptırdım bu yüzden. Bazen
eylemi iş bırakarak değil, çok çalışarak gösterdim, hatta gösterdik.
Olur mu diyorsunuz belki, inanın bal gibi oldu. Çok çalışmaya
ve verimli üretime alışmamış bir şirkette çalışıyorsanız bal gibi
de olur bu, oldu bana en az üç defa… Sadece kendi taleplerimi
değil, çalışanların taleplerini de aldım. Sendika gibi davrandım.
Ama Ağasız bir sendika… Hem Türkiye’de oldu bu, hem Kanada’da…
Yeri de yok bunun. Her yerde yapabilirsiniz…
Türkiye’de yaşanan büyük bir kıtlık var. Düşünce
Kıtlığı. Ama bu durum salt bize mahsus değil aslında. Heryerde
yaşanıyor bu. Özellikle 70’lerde başlayan bir düşünce fakirliği
dünyayı esir aldı. Soğuk Savaş üretti bu kıtlığı. Sosyal ilişkiler
işte tam da Marks’ın teorisindeki gibi özellikle 80’lerde YABANCILAŞTI.
O yüzden “The Wall” çıktı. O yüzden Egzistansiyalizm felsefeleri
moda oldu. O yüzden abuk sabuk entel Türk filmleri türedi. Bu
yabancılaşma üretim araçlarının üretenlere sağladığı yabancılaşmadan
farklıydı aslında. Bu defa tüketim araçları tüketicileri yabancılaştırdı.
Anlamayanlara bir daha yazıyorum…
TÜKETİM ARAÇLARI VE TÜKETİM ÜRÜNLERİ TÜKETİCİLERİ
YABANCILAŞTIRDI…
Sonuç ise işte bugünün düşünce kuraklığında kalmış
kuşaklar oldu. Eski kuşaklarda elbette etkilendi bundan. Herkes
etkilendi. Ben bile etkilendim bundan…
Yarın
gerçek mabedinize gideceksiniz. Bu mabed ne cami olacak, ne kilise,
ne havra. Bu tapınak Çin malları satan bir Wal-Mart olacak. Migros
olacak. Carrefour, Kipa, Yimpaş, Gima, AkMerkez, yeni yapılan
o dünyanın 2. büyük Market Mall’u olacak. Bakkallar mahallelerimizin
imamları veya rahipleriydi. Oysa artık onlar bile azaldı. Şimdi
büyük tapınaklarımızda tüketim tanrılarına beyat etmeye gidiyoruz.
Elinizi uzattığınız kasiyerler sizden paranızı alan kasa elemanları
değil. Kredi kartlarınız veya nakit paralarınız TEKNOLOJİ dinine
bağlılığınızı göstermek amacıyla beyatınızdır sizin.
TEKNOLOJİ dininin sizden istediği tek bir şey vardır.
DÜŞÜNME, TÜKET…
Nasıl olsa sizlerin yerine düşünecek birileri
vardır. Dert etmeyin. Siz tüketmenize bakın. Dostları sevgilileri
bile tüketin. Unutmayın ki sayısız çöpçatan sitesi var artık.
İnternet emrinizde yeni dostlar üretmeye ve mümkünse çabuk tüketmeye…
Kanıt mı istiyorsunuz Düşünce Kıtlığı’na… Vereyim.
Eğer bu ülkede Düşünce Kıtlığı yaşanıyor olmasaydı bilmem kaç
tane Cumhuriyet Vektörü – pardon, rektörü – kalkıp Türkiye’nin
gündemini ‘YÖK’ü koruma ve kurtarma’ eylemine ‘Cumhuriyet’i Koruma’
kisvesi altında kalkışamazdı. Tam tersine öğrenciler görüş, düşünce
ve eylem farklılıklarını bir zenginlik olarak görürler, birbirlerini
yemezler ve dünyanın en utanç verici eğitim sistemi olan ve bir
darbe ürünü olan YÖK’ü kanıksayacaklarına kaldırmak için onlar
eylem yaparlardı. Ama akıllı eylem yaparlardı. YÖK’le beraber
ülkede düşünce özgürlüğünün de kalkmasını isterseniz hatta ilaveten
demokrasiyi de kaldırarak politbürolu bir Türkiye Halk Cumhuriyeti
filan isterseniz maalesef sizi ben bile kurtaramam. Bana göre
böyle bir isteği olan grubun ‘YÖK’e Hayır!’ demesi de zaten anlamsızdır.
Çünkü zaten YÖK böyle düşünen insanlar için birebir bir sistemdir.
Demem o ki, gerçekten farklı, özgün ve üretken birşey istemelisiniz.
Aksi halde sizler “izinsiz gösterilerde” cop yemeye, rektörler
“izinli gösterilerde” timsah gözyaşları dökmeye devam ederler.
Görünüşte farklı amaçlarınız var gibidir ama gel gör ki çoğu zaman
aynı amaçlara hizmet etmektesinizdir. Çünkü hepinizin ortak bir
sorunu vardır. Düşünce Kıtlığı’ndan çıkamamışsınızdır.
Belki bu yazı size bir damla akıl-fikir ferahlığı
verdiyse ne mutlu bana.
Çünkü ben o nasıl olsa düşünecek birilerinden
oluyorum. Çünkü hayatımda çok yiyecek kıtlığı çektim ama çok şükür
tek bir gün düşünce kıtlığı çekmedim
Ne mutlu beyninde ve gönlünde düşünce tarlası
ekenlere!