SAYI 61 / 05 KASIM 2005

 

SİZ HİÇ KITLIK ÇEKTİNİZ Mİ?

Gürkan Haydar Kılıçarslan
empatizan@gmail.com




Y
iyecek stokları tükendiğinde, hele bir de yiyecek üretimi yapılmadığında ne olur? Kıtlık olur. Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir Kıtlık. 21.yüzyıl insanları olarak bu sözcüğün anlamını yeterince bilmediğimiz söylenebilir. 25 yılda bir Bob Geldof konuyu popüler kültür ilahlarının gündemine getirmese kimbilir kaç onyıllardan beri sürmekte olan Afrika kıtlıkları bile bizlerin gündemlerinden daima uzaktadır.

Kıtlık bazen kendini kronik yollarla değil, akut olarak da gösterebilir. Sözgelimi Pakistan’da yaşanan depremin bölgenin özellikleri gözönüne alındığında hele bir de felaket yorgunu olmuş uluslararası yardımların gevşekliği de gözönüne alındığında bölgesel ya da noktasal kıtlıklara uğramış insanların birbirlerini ezercesine yiyeceklere hücum ettiği görüntüler sayesinde bir kez daha aşina oluruz kıtlıkla… Elbette bazen bireysel bazda da yaşarız kıtlık. Şu veya bu nedenle yiyecek sıkıntısına düşmemişlerimiz elbette vardır. Ama İstanbul’da, Ankara’da veya başka bir medeniyet beşiğinde öğrencilik yaparken parasız kalıp okul yemekhanelerine bile uğrayamayanlar elbette olmuştur. Bunların bazısı 6 Kasımlarda “YÖK’e Hayır” diye bağırmış olabilirler. Bazıları da bağıran arkadaşlarını açlıktan kokan nefeslerine rağmen kınamış olabilirler.

Başkalarını bilmem. Ama ben yaşadım kendi kıtlığımı. Hem de sadece okul zamanında da değil. İş hayatımda bile. Bilirim ki çok kıtlık benim kendi budalalıklarımdan kaynaklandı. Ama hemen hepsinin aç bedenimi saran bol azotlu ve az oksijenli atmosferleri de oldu. Herhalde bir tek ben değilimdir hayatında muhtelif zamanlarda kıtlığa düşen… Her kıtlığın ardından bulduğum Beyazıt’ta bir ekmek arası tükürük köftesi ile ya da Taksim’de, Kadıköy’de bulduğum ayranlı nohutlu pilavlarla bedenimi kutsadığımı biliyorum. O köfteciler ve pilavcılar işte bu yüzden benim kutsal saydığım inssanlardılar. Öğrenciliği üç otuz paraya yaparken verdiğim özel derslerden gelen paraların önemli bölümünü gazetelere, dergilere ve en önemlisi kitaplara dağıtırken bilmeye biliyordum birkaç gün sürecek kıtlıklar yaşayacağımı. Elbette bazen düşünürdüm “değer mi ulan” derdim kendi kendime. Üç otuz paramla beslediğim bu gazeteci milleti, yazar, çizer tayfası, engizisyon yayınevlerine kızdığım da olurdu çoğu zaman. “Değer mi?” derdim… Hatta şimdi geriye dönüp bakıyorum da bazı kitapları okumak bile mümkün olmadı ki... Kimileri eş, dost arkadaş gönül hırsızlığıyla kaptı götürdü, bir daha da selam bile belki verilmedi. Kimilerine de iştahla başlayıp ortasında kustum. “Değer mi ulan” demenin en gerekli anlarda ne kadar okuduysam hepsini beynimden dışarı çıkardım. Ama nasıl ki çok içersiniz, adınızı bile unutacak kadar çok içersiniz ve sonunda sağda solda kusarsınız, neredeyse ne içtiniz ve ne yedinizse kusarsınız ya, fakat içinizde iğrenç bir kumpanya yine kalır, midenizde solucanlar danseder ya, o yarım bırakılmış ve kusulmuş kitaplarda beynimde düşünce kurtları bıraktı işte… Ha bir de işin müzik boyutu da vardır. Hani dünyaya erken gelmiş olmak yüzünden mp3’lere sığacak albümleri deli gibi ama karnı aç bir şekilde bekleyip “onun bunun kaseti albümü geldi mi?” diye artık ahbap olduğum bant-kayıt stüdyoları… Yaşadığım evlerde mobilya olmazdı. Kitaplar ve kasetler benim mobilyalarımdı…

Ya sinema… Hemen her hafta üç tane film izlemezse doymayan bir beynim vardı benim. Hatta bir dönem boğazıma kadar en sevdiğim Robert De Niro’ya batmıştım ve artık onun dünya gezegenindeki en sıkı hayranı olmam bile en sonunda bir gün kusmaktan beni alıkoyamamış ve bir filmini yarıda terketmiştim (Yarısında terkettiğim ikinci film ise hayatımda seyrettiğim en korkunç filmdi ve adı “Film Bitti” idi. Kadir İnanır bir orkestra şefini canlandırıyordu. Film perdesinde salladığı çubuk bir yerimize kaçmadan kaçalım dedik ve o film asla bitmedi de biz de paçayı zor kurtardık. ).. Bazen de tersine 10-15 kez izlenen filmler… Bir Zamanlar Amerika ( Sergio Leone), Andrei Rublev (Tarkovski), Bisiklet Hırsızları, 400 Darbe, Penceredeki Kadın, Son Metro, Rosa Luxemborg, Dünyayı Sarsan 10 Gün, The Wall (35 kez ) uçsuz bucaksızdır onlar…


(400 Darbe)

Peki ya tiyatro. Taksim Gümüşsuyu’nda okumuş olmanın bir avantajı, sinemalara, konserlere ve tiyatrolara gidebilme şansının başka okul öğrencilerinden daha fazla olmasıydı bize. Aç karnına konserlere de gittim elbette. Ancak ilk birkaç yıl gösterdiğim tüm iyiniyetli yaklaşımlarım Atatürk Kültür Merkezi’nde veya Taksim’de sergilenen devlet tiyatrolarından ve hatta şehir tiyatrolarından istediğim karşılığı alamadı. Ve ben Yalçın Küçük’ten daha önce bir karar alarak “tiyatro boykotuna” başladım geçmişinde tiyatro tecrübesi ve başarısı olan bir genç olarak. O açlık halleriyle o ağdalı konuşmaları dinleyecek halim yoktu. İşin kötüsü boykotum hala sürüyor. Sadece Genco Erkal ve Dostlar Tiyatrosu hariç olmak üzere. Onları Galileo Galilei’den beri seyrederim. Aç veya tok farketmez…Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ı elbette seyrederim ama zaten onlarınkisi tiyatro değil…

Şimdi dönüp bakıyorum ve kitaplara, kasetlere, sinemaya, kültüre, sanata, keyfe, eğlenceye, içmeye, gezmeye ayırdığım paraları yemeklere ayırmamışım. O yüzden kelli felli göbekli bir insan olamadım. Dedim ya kendi kıtlığımı kendim yarattım. İşin kötüsü bu durum okul bittikten sonra da devam etti. İş hayatı bile beni adam edemedi. Ne zamanki askerliğimi yaptım. İşte o zaman biraz adam oldum. Kıtlıklar daha bir azaldı. Elbette bu başarı bana ait değildi. Ben bir “Fikir Ana”sına sahibim. Yazılarımdaki anafikirler oradan filizlenir çoğu zaman. İşte o fikir anası sayesinde dedim ya yiyecek kıtlıklarım neredeyse azaldı. Hoş bazen yemek yemeyi unuttuğum olmuyor değil. Ama artık o kadar olacak demek zorundayım.

Şimdi bu hesaplaşma sürecinde görüyorum ki pek çok düz beyinli “iyi halt etmişsin” diyebilir bana ama galiba ben yine de doğrusunu yaptım. Sözgelimi size bir erdem fazilet örneği vermeyen bir yazı yazmamamın imkanı yok. Müsaade edin anlatayım. Bana kitap fuarlarında ya da büyük kitapçılarda nasıl kitap çalınacağının, ya da artık bir tarih olmuş o eski Galata Köprüsü’nün altındaki “Yeni Türkü”, “Ezginin Günlüğü”, “Grup Yorum” ve hatta rahmetli “Ahmet Kaya” dinlediğimiz izbe barlardan hem de bizleri tanıyan yerlerden nasıl hesap ödemeden kaçıp kurtulmanın taktiklerini anlatan sarhoş arkadaşlarım da oldu. Bilmiyorum belki birkaç tanesine çok sarhoş olmam nedeniyle mecburen iştirak etmiş olabilirim (sızmışımdır filan). Sarhoş arkadaşlarım beni yurda götürmüşlerdir de öyle olmuştur misal, ama düşünün ki yiyeceklere ayırmadığım ya da ayıramadığım paramı işte bu yollarda harcamakta hiçbir beis görmedim. İçkiyi double haram haline sokmadım misal. Parası neyse ödedim. Asla kitap çalmadım. Hatta korsan kitap bile almadım. Kitapçılardan kitap çalan ve bugünlerde sağda solda işdünyalarında erdem satabilen arkadaşlarım oldu benim. Ama onlara bu konuda uymadım. Hepsi değildi tabii bu kitap çalanlar. O dönemki arkadaşlarımın belki onda biriydi.

Çok insan tanıdım ben. Bazıları komünistti. Kimileri Arnavutçuydu. Kimileri Kıvılcımlı derdi. Kimileri o zamanki Yalçın Küçük hastasıydı. Stalinist arkadaşlar da tanıdım. Ama ben hep farklı olmak zorundayım ya. Hiçbir yere ait hissetmedim kendimi. Ben “bağımsızım” dedim. Tıpkı Bora Ercan’ın geçen sayıda ODTÜ tarihçesinde anlattığı kendi hikayesinde olduğu gibi. Ben de İTÜ tarihçesinde bir bağımsız harekettim. Şaka değil, eylem de yapardım ve eylemlerim tek başınaydı. Aslında bir çeşit post-modern eylemciydim o devirlerde. Çavuşesku’nun idam edildiği gün Çavuşesku’ya ağıtlar yakan Çözümcü arkadaşların pankartlarını yırttım misal yerine “özgürlük” yazdım. Yemekhanede boykot düzenleyen öğrenci derneğinin herkesi açlığa ve kıtlığa çağırdığı günlerde –şans bu ya- ben o dönemki değerli bir bilim adamı ve özgün bir demokrat kişiliği olan dekanın oğluna özel ders veriyordum ve kendisine arkadaşlarımızın taleplerini kendi üslubumla kaynaştırarak ilettim misal. Yemekler pahalanmadı ve kalitesi de düşmedi. Öğrenci Derneği sadece eylem yapacak yeni bir konu buldu kendine sonra. Hiçbir zaman da anlamadılar neden yemek işi düzeldi diye… Ama her 1 Mayıs’ta Taksim’e çıktım ben. Kimselerin sokulmadığı o gergin bekleyişlerle dolu 1 Mayıs’larda T cetvelimi alıp Taksim’e çıkar ve sessizce “Yaşasın 1 Mayıs” diye içimden çığlık atarak okuluma giderdim misal. Dedim ya. Okulum zaten Taksim’deydi. Polis barikatlarında yüzüme bakan polisler “bundan olsa olsa inek bir öğrenci olur.” derler ve geçmeme izin verirlerdi. Elbette her zaman utangaç devrimcilik oynamadım. Bazen yumruğum havada sloganlarımı da attım. Ama bunlar daha üst boyutlu kitlesel, daha çok işçilerin bulunduğu eylem veya gösteriler içindi. Emeğe Saygı, İnsana Saygı gibi… Fraksiyonlar arasında beni paylaşma savaşı yaşandı. Abarttığımı düşünüyorsanız size bugün çok değerli maddi ve manevi pozisyonlara ulaşmış arkadaşlarımı tanık olarak gösterebilirim. Çözümcü arkadaşların Dev-Genç’i ile Yolcu arkadaşların Dev-Genç’i… Her iki tarafta da kıymetli arkadaşlarım var. Ve ben sadece onlara da değil, mesela ters kutuplarda bulunan örgütlenmelere de elimi kolumu sallayarak girip çıkabildiğim gibi işte bu iki Dev-Genç arasında da parkta dolaşır gibi dolaşabiliyordum. Aslında o süreçte devletin bana bir polislik teklifinde bulunmayışını da hiçbir zaman anlamış değilim. Çünkü Müslüman Genç’lerden dostlarım vardı. Ülkücü Gençlik’den de, hatta son olarak Kürtçü arkadaşlarımız arasında da muhabbetlerim gelişmeye başlamıştı. Belki o dönem bazı sazanlar beni polis, muhbir sanmış olabilirlerdi ama işin doğrusu ben içten yaklaşıyordum ve çoğu zaman karşılık alabiliyordum. Ya da o gruplar içten yaklaşıyorlar ve benimle bir bağlantı kurabiliyorlardı. Benimle bağlantı kurmayan gruplar sadece okul kantinini kumarhaneye çevirenler ve Bağdat Caddesi ahalisi idi. Ha bir de “Bit Yavruları (Yavşaklar)” dediğim türde öbeklenmeler de vardı. Elbette onlarla da bir bağım yoktu. Çünkü onlar YÖK’ün istediği türde adamlardı ve biliyordum ki o tür adamlar geleceğimizi zehir etmek için yetiştirilen öküzlerdi. İşin komik yanı benim bu fraksiyonlar ve kamplaşmalar arasında yaşadığım özgürlüğü belki eninde sonunda devletimiz de farketti ve tam iki tane sivil polis benimle ahbablık kurmaya yeltendi. Belki maksatları beni de kurumlarına bağlamaktı. Ama hemen fraksiyoncu arkadaşlarımdan bana haber ulaşırdı ve ben de o kişilerle olan iletişimimi maslahatgüzar seviyesine çekerdim. Zaten deşifre olduktan sonra da ortadan kaybolurlardı. Onlardan bir tanesi beni çok şaşırtmıştı. Adam bir de gruptan bir solcu kız arkadaş edinmiş ve onu bile ispiyonlamıştı.

Neyse laf dağılıyor, size iki Dev-Gençli’in beni ele geçirmek üzere kapışmalarını anlatıyordum. Aslında her iki taraf birçok ipe sapa gelmez neden yüzünden birbirlerinin kaşlarını gözlerini yardılar defalarca. Neyse ki aynı durum benim için olmadı. Zaten buna değecek bir adam değildim. Dedim ya, iki tarafta da beni lise yıllarından bilen duyan kimseler vardı ve okul kantininde kızarkadaşı olduğu halde düşünsel ve eylemsel olguların yakınında olan tek kişi olmam nedeniyle “eylemci öğrenci borsasında” değerim birdenbire tavan yapmıştı. En sonunda her iki gruptan tanıdıklarım bana sonucu getirip bildirdiler. Ben aslında o örgütlere girmeye girermişim ama kızarkadaşım varmışta o yüzden bir türlü giremiyormuşum. İşin kötüsü kız arkadaşımı asla ve asla herhangi bir örgüt bünyesine katamayacaklarını bildikleri için benden vazgeçmişler ama düşünsel desteğimin devamını dilemişler. Tabii bu değerlendirmeleri yapan sevgili arkadaşlarımın hemen hepsi bugünlerde dünya dolusu para kazanıyorlar. Hatta içlerinden bazıları şirket yöneticliği ve sahipliği yapıyor. Onların bugünlerde işçileri ne kadar sevdikleri ise tam bir muamma. En son bildiğim birkaç tanesi ANAP’tan, DYP’den amcalarının dayılarının “networkleri” sayesinde siyasete bile atıldılar. Hayır onları ne kınıyor ne ayıplıyorum. Bu durumu yazının en başından beri andığım KITLIK’la bağlantılıyorum.

Aslında her yerde, ama Türkiye özgülünde yaşanan en büyük sorun KITLIK’tır. Ama yiyecek kıtlığı değil. Dedim ya size ben kendi kıtlığımı yarattım. O benim sorunumdu. Belki başkaları da yaptılar. Belki hala kendi kıtlığını yaratanlar var. Bilemem. Ama ben beynimi hiç kıtlıkta bırakmadım. DÜŞÜNCE KITLIĞI YAŞAMADIM BEN… Çünkü okudum, yazdım, konuştum, dinledim, tanıdım, sabır gösterdim, eğlendim, dürüst olmaya çalıştım. Dünyanın her türlü düşüncesinden insanlarla iletişim kurdum. MHP’li bir torna ustası ile bir fabrikanın işçilerine eylem yaptırdım bu yüzden. Bazen eylemi iş bırakarak değil, çok çalışarak gösterdim, hatta gösterdik. Olur mu diyorsunuz belki, inanın bal gibi oldu. Çok çalışmaya ve verimli üretime alışmamış bir şirkette çalışıyorsanız bal gibi de olur bu, oldu bana en az üç defa… Sadece kendi taleplerimi değil, çalışanların taleplerini de aldım. Sendika gibi davrandım. Ama Ağasız bir sendika… Hem Türkiye’de oldu bu, hem Kanada’da… Yeri de yok bunun. Her yerde yapabilirsiniz…

Türkiye’de yaşanan büyük bir kıtlık var. Düşünce Kıtlığı. Ama bu durum salt bize mahsus değil aslında. Heryerde yaşanıyor bu. Özellikle 70’lerde başlayan bir düşünce fakirliği dünyayı esir aldı. Soğuk Savaş üretti bu kıtlığı. Sosyal ilişkiler işte tam da Marks’ın teorisindeki gibi özellikle 80’lerde YABANCILAŞTI. O yüzden “The Wall” çıktı. O yüzden Egzistansiyalizm felsefeleri moda oldu. O yüzden abuk sabuk entel Türk filmleri türedi. Bu yabancılaşma üretim araçlarının üretenlere sağladığı yabancılaşmadan farklıydı aslında. Bu defa tüketim araçları tüketicileri yabancılaştırdı. Anlamayanlara bir daha yazıyorum…

TÜKETİM ARAÇLARI VE TÜKETİM ÜRÜNLERİ TÜKETİCİLERİ YABANCILAŞTIRDI…

Sonuç ise işte bugünün düşünce kuraklığında kalmış kuşaklar oldu. Eski kuşaklarda elbette etkilendi bundan. Herkes etkilendi. Ben bile etkilendim bundan…

Yarın gerçek mabedinize gideceksiniz. Bu mabed ne cami olacak, ne kilise, ne havra. Bu tapınak Çin malları satan bir Wal-Mart olacak. Migros olacak. Carrefour, Kipa, Yimpaş, Gima, AkMerkez, yeni yapılan o dünyanın 2. büyük Market Mall’u olacak. Bakkallar mahallelerimizin imamları veya rahipleriydi. Oysa artık onlar bile azaldı. Şimdi büyük tapınaklarımızda tüketim tanrılarına beyat etmeye gidiyoruz. Elinizi uzattığınız kasiyerler sizden paranızı alan kasa elemanları değil. Kredi kartlarınız veya nakit paralarınız TEKNOLOJİ dinine bağlılığınızı göstermek amacıyla beyatınızdır sizin.
TEKNOLOJİ dininin sizden istediği tek bir şey vardır.

DÜŞÜNME, TÜKET…

Nasıl olsa sizlerin yerine düşünecek birileri vardır. Dert etmeyin. Siz tüketmenize bakın. Dostları sevgilileri bile tüketin. Unutmayın ki sayısız çöpçatan sitesi var artık. İnternet emrinizde yeni dostlar üretmeye ve mümkünse çabuk tüketmeye…

Kanıt mı istiyorsunuz Düşünce Kıtlığı’na… Vereyim. Eğer bu ülkede Düşünce Kıtlığı yaşanıyor olmasaydı bilmem kaç tane Cumhuriyet Vektörü – pardon, rektörü – kalkıp Türkiye’nin gündemini ‘YÖK’ü koruma ve kurtarma’ eylemine ‘Cumhuriyet’i Koruma’ kisvesi altında kalkışamazdı. Tam tersine öğrenciler görüş, düşünce ve eylem farklılıklarını bir zenginlik olarak görürler, birbirlerini yemezler ve dünyanın en utanç verici eğitim sistemi olan ve bir darbe ürünü olan YÖK’ü kanıksayacaklarına kaldırmak için onlar eylem yaparlardı. Ama akıllı eylem yaparlardı. YÖK’le beraber ülkede düşünce özgürlüğünün de kalkmasını isterseniz hatta ilaveten demokrasiyi de kaldırarak politbürolu bir Türkiye Halk Cumhuriyeti filan isterseniz maalesef sizi ben bile kurtaramam. Bana göre böyle bir isteği olan grubun ‘YÖK’e Hayır!’ demesi de zaten anlamsızdır. Çünkü zaten YÖK böyle düşünen insanlar için birebir bir sistemdir. Demem o ki, gerçekten farklı, özgün ve üretken birşey istemelisiniz. Aksi halde sizler “izinsiz gösterilerde” cop yemeye, rektörler “izinli gösterilerde” timsah gözyaşları dökmeye devam ederler. Görünüşte farklı amaçlarınız var gibidir ama gel gör ki çoğu zaman aynı amaçlara hizmet etmektesinizdir. Çünkü hepinizin ortak bir sorunu vardır. Düşünce Kıtlığı’ndan çıkamamışsınızdır.

Belki bu yazı size bir damla akıl-fikir ferahlığı verdiyse ne mutlu bana.

Çünkü ben o nasıl olsa düşünecek birilerinden oluyorum. Çünkü hayatımda çok yiyecek kıtlığı çektim ama çok şükür tek bir gün düşünce kıtlığı çekmedim

Ne mutlu beyninde ve gönlünde düşünce tarlası ekenlere!

YAŞASIN BAĞIMSIZ DÜŞÜNCE HAREKETİ!

30 EKİM 2005
Saskatoon-Kanada