Eski
zamanlarda yaşamış şairler “esinlenme”nin dışarıdan/yukarıdan
bir yerden, tanrı ya da tanrılardan geldiğine inanırlardı. Oysa
biz 1900’lü yılların başından beri, bilimin, özellikle de psikolojinin
ışığında biliyoruz ki içeriden, kendi içimizden; bireysel bilinçaltı
ve bilhassa büyük sanat eserlerinin doğduğu yer olarak belirtilen
toplumsal bilinçaltı katmanına kaynaklanıyor.
Yunus Emre: “Bir ben var benden içeri” derken,
ya da Rimbaud kendi içindeki o öteki “benden” söz ederken, aslında
söylemek istedikleri bilinçaltıydı.
Şair içerideki bilinçaltındaki “ben” ve ta eski
çağlardan beri ataladan devralınıp orada biriken “ben”ler toplamının
elinde neredeyse bir araç gibi bilinçaltından gelenleri bilinçdiliyle
somutlaştırmakla görevlidir. Derinden gelen bu enerji kırıntılarını
değerlendirerek, imgelemin yardımıyla, kendine özgü bir takım
estetik kaygılarla oluşturur.
Dış etkenler, beş duyumuzla, sinir sistemimizle
yaşadığımız deneyimler ne kadar önemli olsa da, dış etkenlerin
etkisi olmaksızın bile (tıpkı düş görme anında olduğu gibi) bizi
harekete geçiren motor olgusunun sırrı bilinçaltında gizlidir.
Yani, bu konuyu biraz daha açacak olursak: yaratı olayının başlangıcında
biliçten çok bilinçaltı önem taşır; yaratı sürecini ise bilinç
belirler. Yaratıcılık olayını gerçekleştiren söz konusu enerjinin
(ya da siz adına ne derseniz deyin) kaynağı kuşkusuz bilinçaltıdır.
Bilinç bir nevi toplama, bağlama, düzenleme, işleme, seçme ve
armonize etme görevini yükleniyor.
Şairi, şiire götürecek enerjinin ortaya çıkması
sırasında, akıl, düş görürkenki duruma çok yakındır. Ve bu durum
bilincinin istediği doğrultuda kontrol altında tutmaya çalışır.
Buna rağmen, bilinçteki oluşma evresinde bile kontrol altında
değildir şiir. Özgürdür. Oluşumu sürecinde rastlantısaldır ve
çoğunlukla çağrışımlar ya da dışa dönük bir takım aktivitelerin
sürüklenişiyle yön değiştirir. Aranır, ama tam olarak ne arandığı
bilinmez (belki sezilir), ancak bulununca öğrenilir ne olduğu.
Günümüze yazılan modern, postmodern şiirlerin
birçoğunda hep eksik olan bir şeyler sezinleriz. Bu eksikliğin
ne olduğunu anlamak için en başa: Homeros’a, Dante’ye, Shakespeare’e,
Yunus Emre’ye, Maya ketunlarına, Kelt ve Amerikan Yerlilerinin
şarkılarına, eski Çin ve Japon şiirine, yerel edebiyatımızın klasiklerine
yeniden, yeniden dönmeliyiz.
Çağımızdaki teknolojik değişmeler, medyatik güçler;
büyük kentlerin (ki şairlerin yüzde doksanı oralarda yaşamayı
seçiyor), mekanik, ruhsuz yaşamı olumsuz yönde etkiliyor günümüz
şairini. Kentsel yaşam çılgınlığı duyularını köreltiyor.
Kapitalist sistemin, akıl-merkezine endeksli
eğitim teşvikiyle, insan varolulunun özü olan bilinçaltından,
bilinçaltının zenginliğinden uzaklaşıp, bilincin loş konforuna
çekilmeyi tercih ediyor. Bilincin yeteneklerinde yoğunlaşıp, bilinçaltına
pek kulak vermiyor artık.
Dışdoğadan kopan kent insanı, içdoğasını temsil
eden bilinçaltına da sırt dönünce çoraklaşıyor ruhsal olarak.
Yazılmış onca şiirden sonra yeni bir şey yazılamaz belki (yeni
olması şart mı?); ama bilinçaltındaki korkunç enerjiden beslenerek
büyük şiirler yazılabileceğine inananlardanım ben.
Nasıl ki geçmişteki şiirler, bilinçaltının sesini
dinleyerek, bugün bile bizi etkileyen, harekete geçiren güçte
eserler yaratmışlar, biz de gelecek kuşakları etkileyecek, onlara
yön verecek eserlere aynı şekilde bilinçaltımızın sesine kulak
vererek yaratabiliriz.