SAYI 61 / 05 KASIM 2005

 

BİLİNÇALTI VE ŞİİR

Gür Genç




“İlkeli sanatı usta kılan bilinçaltının sesine kulak vermesidir.”
C.G.Jung

Eski zamanlarda yaşamış şairler “esinlenme”nin dışarıdan/yukarıdan bir yerden, tanrı ya da tanrılardan geldiğine inanırlardı. Oysa biz 1900’lü yılların başından beri, bilimin, özellikle de psikolojinin ışığında biliyoruz ki içeriden, kendi içimizden; bireysel bilinçaltı ve bilhassa büyük sanat eserlerinin doğduğu yer olarak belirtilen toplumsal bilinçaltı katmanına kaynaklanıyor.

Yunus Emre: “Bir ben var benden içeri” derken, ya da Rimbaud kendi içindeki o öteki “benden” söz ederken, aslında söylemek istedikleri bilinçaltıydı.

Şair içerideki bilinçaltındaki “ben” ve ta eski çağlardan beri ataladan devralınıp orada biriken “ben”ler toplamının elinde neredeyse bir araç gibi bilinçaltından gelenleri bilinçdiliyle somutlaştırmakla görevlidir. Derinden gelen bu enerji kırıntılarını değerlendirerek, imgelemin yardımıyla, kendine özgü bir takım estetik kaygılarla oluşturur.

Dış etkenler, beş duyumuzla, sinir sistemimizle yaşadığımız deneyimler ne kadar önemli olsa da, dış etkenlerin etkisi olmaksızın bile (tıpkı düş görme anında olduğu gibi) bizi harekete geçiren motor olgusunun sırrı bilinçaltında gizlidir. Yani, bu konuyu biraz daha açacak olursak: yaratı olayının başlangıcında biliçten çok bilinçaltı önem taşır; yaratı sürecini ise bilinç belirler. Yaratıcılık olayını gerçekleştiren söz konusu enerjinin (ya da siz adına ne derseniz deyin) kaynağı kuşkusuz bilinçaltıdır. Bilinç bir nevi toplama, bağlama, düzenleme, işleme, seçme ve armonize etme görevini yükleniyor.

Şairi, şiire götürecek enerjinin ortaya çıkması sırasında, akıl, düş görürkenki duruma çok yakındır. Ve bu durum bilincinin istediği doğrultuda kontrol altında tutmaya çalışır. Buna rağmen, bilinçteki oluşma evresinde bile kontrol altında değildir şiir. Özgürdür. Oluşumu sürecinde rastlantısaldır ve çoğunlukla çağrışımlar ya da dışa dönük bir takım aktivitelerin sürüklenişiyle yön değiştirir. Aranır, ama tam olarak ne arandığı bilinmez (belki sezilir), ancak bulununca öğrenilir ne olduğu.

Günümüze yazılan modern, postmodern şiirlerin birçoğunda hep eksik olan bir şeyler sezinleriz. Bu eksikliğin ne olduğunu anlamak için en başa: Homeros’a, Dante’ye, Shakespeare’e, Yunus Emre’ye, Maya ketunlarına, Kelt ve Amerikan Yerlilerinin şarkılarına, eski Çin ve Japon şiirine, yerel edebiyatımızın klasiklerine yeniden, yeniden dönmeliyiz.

Çağımızdaki teknolojik değişmeler, medyatik güçler; büyük kentlerin (ki şairlerin yüzde doksanı oralarda yaşamayı seçiyor), mekanik, ruhsuz yaşamı olumsuz yönde etkiliyor günümüz şairini. Kentsel yaşam çılgınlığı duyularını köreltiyor.

Kapitalist sistemin, akıl-merkezine endeksli eğitim teşvikiyle, insan varolulunun özü olan bilinçaltından, bilinçaltının zenginliğinden uzaklaşıp, bilincin loş konforuna çekilmeyi tercih ediyor. Bilincin yeteneklerinde yoğunlaşıp, bilinçaltına pek kulak vermiyor artık.

Dışdoğadan kopan kent insanı, içdoğasını temsil eden bilinçaltına da sırt dönünce çoraklaşıyor ruhsal olarak. Yazılmış onca şiirden sonra yeni bir şey yazılamaz belki (yeni olması şart mı?); ama bilinçaltındaki korkunç enerjiden beslenerek büyük şiirler yazılabileceğine inananlardanım ben.

Nasıl ki geçmişteki şiirler, bilinçaltının sesini dinleyerek, bugün bile bizi etkileyen, harekete geçiren güçte eserler yaratmışlar, biz de gelecek kuşakları etkileyecek, onlara yön verecek eserlere aynı şekilde bilinçaltımızın sesine kulak vererek yaratabiliriz.