Miladi
takvime göre 2005 yılı Ermeni tehcirinin (yerdenedilme ve dolayısıyla
candanedilme) doksanıncı, 6-7 Eylül’de İstanbullu Rumlara karşı
yapılan saldırıların (kan dökülmeden yağma zor olduğundan kan
dökülerek yağma) ellinci yılı, 24 Aralık ‘hayata dönüş operasyonu’
adı altında yapılan (sol)kıyımın beşinci yılı, eski deyişle de
sene-i devriyesiydi. Miladi takvim kullanmanın bir zararı daha
işte size, bunca olayı anımsamak zorunda kaldı(rıldı)k.
Okullarda şanlı tarihleriyle övünç duymaya koşullandırılmış
bir toplumun bireylerinden bir kısmı gayriresmi ve sivil bir anlayışla,
karşılarına çıkarılan engellemelere rağmen yukarıda adı anılan
konulardan ilk ikisini gündeme taşıdılar. Bu başka bakış açılarından
en önemlisi de, kanımca, tarihsel olayları devletler, örgütler
ya da toplulukların kitlesel algılayışlarının ötesine taşıyarak
daha insani boyutlarda ele almaları oldu. Özellikle, bilinmesine
rağmen acıları şimdilere kadar paylaşılmayan, sıkıntılarına onca
zaman göz yumulmuş, Ermeni olduklarını yıllarca saklayan ninelerin
tanıklıklarının, torunları tarafından yazılan kitaplarla, yazılarla
kamuoyuyla paylaşılması olmuştur. Resmi tarih ne kadar da çok
seviyor değil mi sayıları, acaba kaç kişinin canına kıyıldı: bir,
iki, üç hiç hesaba bile katılamadan aşağı yukarı yuvarlanan sayılar,
milyonlardan söz ediliyor mesela. Oysa bizim derdimiz insanla;
insansa birdir, yani bir insan bile önemlidir. Düşünün bir canın
değerini, canınızın değerini; içiniz cız etsin biraz.
Bununla birlikte ne dizi dizi dizilerle çılgına
dönmüş Türkiye televizyonlarıyla ne de her köşesi masasının başında
yazı yazan köşeişgalcileriyle Türkiye gazeteleri birçok konunun
irdelenmesinde etkili olabildi. Aslında akıllarına bile gelmedi
denebilir 6-7 Eylül’ü yaşayan, saldıran ya da saldırılan Türkiyeliler
ve/ya Rumlarla konuşmak. Aynı şekilde, belki de televizyonları
karşısındaki halk istemiyordur diye daha beş yıl önce yaşanan
acılar, ki hala daha yaşanmakta, gündeme bile gelmiyor. Kimi gazetelerin
kıyısında köşesinde iki satır olarak verilen F tipi haberleri
insani değerlerini yitiren Türkiye toplumunu etkilemiyor tabii.
Malatya’da olan olaylara başta Malatyalılar olmak üzere tüm Türkiye’nin
tepki göstermesi ise ne ikiyüzlülük! Bilmiyorlardı sanki ya da
şu an başka bir çocuk yuvasında çocuklara çok mu sağlıklı davranılıyor?
Bütün bunların altında bu toprakların insanlarının
şiddet düşkünlüğü aranabilir mi? Biz yapmadık, biz hoşgörülü Osmanlı’nın
torunlarıyız diye işin içinden kimse çıkamaz. Sorarım Sivas’ta,
Maraş’ta, Çorum’da katliamları kim yaptı? Kendi adıma, aynı dili
konuştuğu dindaşlarına bunca şeyi yapan toplum başkalarına neler
yapmaz, diye düşünüyorum.
Kısacası, bir davranış biçimi olarak şiddet,
coğrafyamızda genel olarak kabul görür. Sertlik olgusu, özellikle
erkeklikle özdeşleştirilerek toplumumuz kültürünün temel öğelerinden
biri olarak yaşamın her alanında varlığını duyumsatır. Oysa ki,
sertlik, sadece erkekler tarafından bir yöntem olarak bilinçli
ya da bilinçsiz olarak kabul edilmiş değil ve fakat kadınlar arasında
da oldukça yaygın, ne yazık ki. Neredeyse toplumun karakteristik
bir özelliği olan bu davranış, gerek aile eğitiminde gerekse okul
eğitiminde bireylere kazandırılmakta.
Bu noktada düğünlerde, asker uğurlamalarında
ya da futbol başarısı kutlamalarında insanların silaha sarılmaları,
başka bir deyişle söylersek, en neşeli, en mutlu, en geniş olmaları
gereken zamanlarda bile sertliklerinden vazgeçmemelerinin altında
bilinçaltlarına kazınmış olan bu erkeklik ve sertlik gibi davranış
kalıpları yatar. Her ne kadar bu davranışların eğitimsizlikten
kaynaklandığından söz edilse de, az önce vurguladığımız gibi,
tam tersi olarak, eğitimden kaynaklanır; çünkü insanlar bu yönde
eğitilmektedirler! 1955 yılındaki saldırıların ne denli sistemli
ve bilinçli olarak yapıldığı yadsınabilir mi?
Davranışların sert olması, düşünce yapısının
da sert olmasıyla ilişkilidir. Nitekim asıl tehlikeli olan da
budur. Olay ve olgulara başka açılardan bakamayan, okuduğunu yorumla(ya)mayan,
kendisine verilenlerin dışında hiçbir şey al(a)mayan, düşünsel
anlamda değer yarat(a)mayan bireylerin oluşturduğu bir topluluğunun
değişmesi, dönüşmesi pek olası değildir. Siyasetçisinden öğretmenine
kadar toplum önderleri ve modelleri de öyledirler çünkü. Siyaset
dünyasında incelik adına Bülent Ecevit, Erdal İnönü ve Kemal Derviş
dışında kaç kişinin adını sayabiliriz... Yalnız, dikkat edilmesi
gereken, bu üç ismin de Türkiye ölçeğinde başarısız politikacılar
olmalarıdır.
En basit sokak kavgasından, trafikte yaşanan
korna ve küfür terörüne, polislerin insanları coplamalarından
linç girişimlerine kadar olan olaylar bu ülkenin günlük yaşantısının
içine sinmiştir. Daha açık bir deyişle, şiddet, içselleştirilmiştir.
İşin asıl üzücü yanı bütün bu olaylara kimsenin pedagojik açıdan
bakmamasıdır. Vurgulamaya çalıştığım da bu: Aile ya da okul içinde
mikro ölçekte kanıksanmış şiddet, ülkenin her yerinde, toplumsal
olaylarda ve TBMM içinde de var olunca, sertlik ve kabalık, bırakınız
birer davranış kalıbı olmayı, yaşam biçimi haline geliyor.
Sertliğin karşıtı olarak, esnekliği alabiliriz. Esnek bir zihinsel
yapı ne zaman ne kadar esneyeceğini ve dolayısıyla da ne zaman
ne kadar sertleşeceğini bilir. Tepkilerini kontrol eder. Böylece
düşünceler ve algılamalar da belirli bir sistem içinde oluşur.
Böylece, çoğu zaman, ne söylediğimizden çok,
nasıl söylediğimiz önem taşır; sözcükleri kullanım tarzımız, konuşurken
yaptığımız tonlamalar, seçtiğimiz sözcükler ve söz kalıpları niyetimizi
açığa çıkarır. Örneğin soykırım iddiaları denmez, sözde Ermeni
soykırımı denir; bir çatışma sonrasında haberi yansıtırken saldırıya
uğrayanları, suçlu saldıranları haklı çıkarabilecek sunum biçimleri
olasıdır; örnekler çoğaltılabilir.
Şiddet uygulayanlara karşı şiddet uygulamadan
mücadele vermek! İşte işin zor yanı. Yazarken bile bunu başarabilmek
ne denli olası?
Son söz mü: Çekin o pis ellerinizi çocukların
üzerinden.
Utanın üniformalarınızı giyip de savunmasız Mehmet Tarhan’ı dövmekten!