SAYI 61 / 05 KASIM 2005

 

ŞİDDET, TÜRKİYE ve 2005

Devrim Güven




M
iladi takvime göre 2005 yılı Ermeni tehcirinin (yerdenedilme ve dolayısıyla candanedilme) doksanıncı, 6-7 Eylül’de İstanbullu Rumlara karşı yapılan saldırıların (kan dökülmeden yağma zor olduğundan kan dökülerek yağma) ellinci yılı, 24 Aralık ‘hayata dönüş operasyonu’ adı altında yapılan (sol)kıyımın beşinci yılı, eski deyişle de sene-i devriyesiydi. Miladi takvim kullanmanın bir zararı daha işte size, bunca olayı anımsamak zorunda kaldı(rıldı)k.

Okullarda şanlı tarihleriyle övünç duymaya koşullandırılmış bir toplumun bireylerinden bir kısmı gayriresmi ve sivil bir anlayışla, karşılarına çıkarılan engellemelere rağmen yukarıda adı anılan konulardan ilk ikisini gündeme taşıdılar. Bu başka bakış açılarından en önemlisi de, kanımca, tarihsel olayları devletler, örgütler ya da toplulukların kitlesel algılayışlarının ötesine taşıyarak daha insani boyutlarda ele almaları oldu. Özellikle, bilinmesine rağmen acıları şimdilere kadar paylaşılmayan, sıkıntılarına onca zaman göz yumulmuş, Ermeni olduklarını yıllarca saklayan ninelerin tanıklıklarının, torunları tarafından yazılan kitaplarla, yazılarla kamuoyuyla paylaşılması olmuştur. Resmi tarih ne kadar da çok seviyor değil mi sayıları, acaba kaç kişinin canına kıyıldı: bir, iki, üç hiç hesaba bile katılamadan aşağı yukarı yuvarlanan sayılar, milyonlardan söz ediliyor mesela. Oysa bizim derdimiz insanla; insansa birdir, yani bir insan bile önemlidir. Düşünün bir canın değerini, canınızın değerini; içiniz cız etsin biraz.

Bununla birlikte ne dizi dizi dizilerle çılgına dönmüş Türkiye televizyonlarıyla ne de her köşesi masasının başında yazı yazan köşeişgalcileriyle Türkiye gazeteleri birçok konunun irdelenmesinde etkili olabildi. Aslında akıllarına bile gelmedi denebilir 6-7 Eylül’ü yaşayan, saldıran ya da saldırılan Türkiyeliler ve/ya Rumlarla konuşmak. Aynı şekilde, belki de televizyonları karşısındaki halk istemiyordur diye daha beş yıl önce yaşanan acılar, ki hala daha yaşanmakta, gündeme bile gelmiyor. Kimi gazetelerin kıyısında köşesinde iki satır olarak verilen F tipi haberleri insani değerlerini yitiren Türkiye toplumunu etkilemiyor tabii. Malatya’da olan olaylara başta Malatyalılar olmak üzere tüm Türkiye’nin tepki göstermesi ise ne ikiyüzlülük! Bilmiyorlardı sanki ya da şu an başka bir çocuk yuvasında çocuklara çok mu sağlıklı davranılıyor?

Bütün bunların altında bu toprakların insanlarının şiddet düşkünlüğü aranabilir mi? Biz yapmadık, biz hoşgörülü Osmanlı’nın torunlarıyız diye işin içinden kimse çıkamaz. Sorarım Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da katliamları kim yaptı? Kendi adıma, aynı dili konuştuğu dindaşlarına bunca şeyi yapan toplum başkalarına neler yapmaz, diye düşünüyorum.

Kısacası, bir davranış biçimi olarak şiddet, coğrafyamızda genel olarak kabul görür. Sertlik olgusu, özellikle erkeklikle özdeşleştirilerek toplumumuz kültürünün temel öğelerinden biri olarak yaşamın her alanında varlığını duyumsatır. Oysa ki, sertlik, sadece erkekler tarafından bir yöntem olarak bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabul edilmiş değil ve fakat kadınlar arasında da oldukça yaygın, ne yazık ki. Neredeyse toplumun karakteristik bir özelliği olan bu davranış, gerek aile eğitiminde gerekse okul eğitiminde bireylere kazandırılmakta.

Bu noktada düğünlerde, asker uğurlamalarında ya da futbol başarısı kutlamalarında insanların silaha sarılmaları, başka bir deyişle söylersek, en neşeli, en mutlu, en geniş olmaları gereken zamanlarda bile sertliklerinden vazgeçmemelerinin altında bilinçaltlarına kazınmış olan bu erkeklik ve sertlik gibi davranış kalıpları yatar. Her ne kadar bu davranışların eğitimsizlikten kaynaklandığından söz edilse de, az önce vurguladığımız gibi, tam tersi olarak, eğitimden kaynaklanır; çünkü insanlar bu yönde eğitilmektedirler! 1955 yılındaki saldırıların ne denli sistemli ve bilinçli olarak yapıldığı yadsınabilir mi?

Davranışların sert olması, düşünce yapısının da sert olmasıyla ilişkilidir. Nitekim asıl tehlikeli olan da budur. Olay ve olgulara başka açılardan bakamayan, okuduğunu yorumla(ya)mayan, kendisine verilenlerin dışında hiçbir şey al(a)mayan, düşünsel anlamda değer yarat(a)mayan bireylerin oluşturduğu bir topluluğunun değişmesi, dönüşmesi pek olası değildir. Siyasetçisinden öğretmenine kadar toplum önderleri ve modelleri de öyledirler çünkü. Siyaset dünyasında incelik adına Bülent Ecevit, Erdal İnönü ve Kemal Derviş dışında kaç kişinin adını sayabiliriz... Yalnız, dikkat edilmesi gereken, bu üç ismin de Türkiye ölçeğinde başarısız politikacılar olmalarıdır.

En basit sokak kavgasından, trafikte yaşanan korna ve küfür terörüne, polislerin insanları coplamalarından linç girişimlerine kadar olan olaylar bu ülkenin günlük yaşantısının içine sinmiştir. Daha açık bir deyişle, şiddet, içselleştirilmiştir. İşin asıl üzücü yanı bütün bu olaylara kimsenin pedagojik açıdan bakmamasıdır. Vurgulamaya çalıştığım da bu: Aile ya da okul içinde mikro ölçekte kanıksanmış şiddet, ülkenin her yerinde, toplumsal olaylarda ve TBMM içinde de var olunca, sertlik ve kabalık, bırakınız birer davranış kalıbı olmayı, yaşam biçimi haline geliyor.

Sertliğin karşıtı olarak, esnekliği alabiliriz. Esnek bir zihinsel yapı ne zaman ne kadar esneyeceğini ve dolayısıyla da ne zaman ne kadar sertleşeceğini bilir. Tepkilerini kontrol eder. Böylece düşünceler ve algılamalar da belirli bir sistem içinde oluşur.

Böylece, çoğu zaman, ne söylediğimizden çok, nasıl söylediğimiz önem taşır; sözcükleri kullanım tarzımız, konuşurken yaptığımız tonlamalar, seçtiğimiz sözcükler ve söz kalıpları niyetimizi açığa çıkarır. Örneğin soykırım iddiaları denmez, sözde Ermeni soykırımı denir; bir çatışma sonrasında haberi yansıtırken saldırıya uğrayanları, suçlu saldıranları haklı çıkarabilecek sunum biçimleri olasıdır; örnekler çoğaltılabilir.

Şiddet uygulayanlara karşı şiddet uygulamadan mücadele vermek! İşte işin zor yanı. Yazarken bile bunu başarabilmek ne denli olası?

Son söz mü: Çekin o pis ellerinizi çocukların üzerinden.
Utanın üniformalarınızı giyip de savunmasız Mehmet Tarhan’ı dövmekten!