SAYI 59 / 15 EKİM 2005

 

İKTİDAR HEP BE(N)DEN İSTER
yok-devlet, aktif-kadercilik ve bir miktar da José Guadalupe Posada


Mustafa Murat Tatlı
mmurattatli@hotmail.com





İ
ktidarın hoş karşılamadığı ya da gayrı ahlaki bulduğu kimi yakışık almaz ya da saldırgan ya da siyasi bağlamda düşünülürse militan arzular içe atılır, içselleştirilir. Lakin, iktidar dolayımıyla çirkinleştirilen ya da ‘insanlık-dışı’laştırılan bu arzular aslında gelmiş oldu yere geri gönderilir; bireyin bedenine yöneltilir. Bu aşırı Freudien şema (1), çirkin, abes yada insanlık-dışı olarak yaftalanmış arzulardaki iktidar pratiğini ya da bu biçimde nitelenen arzu-alanlarının iktidarın hükmedemediği direngen-artıklarla dolu olduğunu açığa çıkarır bir bakıma, bunu sarih kılar. Keza, Hasan Ali Toptaş’ın öykü kahramanlarından biri olan Fuat, insani sözcüğünün muntazaman yanlış kullanıldığından şikayetçidir. Ona göre, bu sözcük insana özgü ne varsa ve daha neler olabilecekse hepsini kapsar çünkü. Başka bir deyişle, Hitlerin fırınlarından Saddam’ın davranışlarına, Bush’un planlarından Füsun’un düşlerine kadar her şey insanidir .(2) Öyle ise, iktidarın sunduğu insani/insanlık-dışı düalizminin ötesinde düşündüğümüzde, içselleştirilemeyen ama yine de mütemadiyen dışta kalamayan ve iktidarın hükmedemediği arzu-artığı bir birikime dönüşecek ve bu arzu birikimi devletten önce iktidar aşkını sönümlendirecektir. Zira (benim de spekülasyon yapma hakkım olduğu dikkate alınırsa), Marx bu arzu-artığına minnet beslediği için Marx, Foucault bu arzu-artığını biriktirebildiği için Foucault, Che bu arzu-artığını kendi benliği ile özdeşleştirdiği Che, Chavez bu arzu-artığını güncelleştirebildiği için Chavez, Küba bu arzu-birikimini topyekun harekete geçirebildiği için Küba olmuştur. Öyle ki, her arzu-artığı meşru iktidarı gayrimeşru kılacak karşı-projeler gerçekleştirir ve bir miktar tutarsız olmak pahasına denilebilir ki; bu tip karşı-projeler herhangi bir siyasi-sosyolojik mekanın insanileşmesine katkıda bulunur.

Mevcut sosyo-politik iletkenler tarafından tabiyet altına alınamamış ‘arzu-artığı’ ya da ‘imkansız-çekirdek’, kendi kendinin neden olduğu birikmeleriyle öznenin bütün ‘psişe-mekanı’nı, arzuyu tümüyle özgürleştirene değin, kapsayacaktır. Rabelais, Pantagruel’de “Ayaklarını dümen edip yön verdiği gemiyi bacaklarını çırparak ilerletti… Ve böylece, Tanrı’nın yardımıyla, adı geçen gemiyi felaketten kurtardı…” şeklinde süren fantastik anlatısını şu soru ile noktalamıştı, “İyi belledin mi? O zaman çek bir fırt; çünkü sen inanmıyorsan, ben hiç inanmıyorum.” (3) Aslında inanılması o kadar da güç değil. Herhangi bir sistemik değişimin olabileceği ümidinin yitirildiği çağlarda, özne-nesne düalizmi içselleştirilir. İnsani-yıkıcılık gizilgücünün asgari seviyelerde seyrettiği modern-sonrası zamanlarda inşa kabiliyeti de sıfırlanır. Modern-sonrası çağın kuramsallaştırdığı felsefi, sosyolojik ve kültürel yapının politik varsayımları etkisizleştirdiği yönündeki bütün savlar belki de bununla ilişkilendirilebilir. Zihinlerdeki kavramsal karşıtlıklar törpülendiğinde bir yıkımın herhangi bir yaratıma gebe olma ihtimali düşecektir. Bu tür bir dil, kendi politik-dilini de yaratmıştır elbet. Sürekli kendini yenileyen yıkımlarını sistemik krizler olarak yaşayan modern zamanlar kendisine farklı bir düşünüş şeması edinmiştir böylece: yıkmadan da yaratabilirsin. Ya da istikrarlı bir yıkımın varsayılamayacağı gibi kendini sürekli yenileyen bir yıkım düşünülemez.

Öyle ise günümüz toplumlarının nihilizmi, otistik-nihilizmdir: güncel ütopyaların düşsel monad-evrenleri bünyesinde sergilenen içeyönelik bir tutum ile sadece kendi otoritesine boyun eğen bir kısmi-yoksayıcılık. Jean-Michel Besnier İmkansızın Politikası’nda otuzlu yılların patetik entelektüalizmini Bataille’ın Hegel-Nietzsche kırmasıyla özetlemişti: Kader ve isyan karması. (4) Öyledir, kırma köpekler her zaman daha akıllıdır ve günümüz içeyönelik-yoksayıcılık da. Günümüz Nietzsche-Sartre kırmasını da daha duru bir ifadeyle açıklayabilmek mümkün: aktif-kadercilik. Artık hiçbir siyasal kimliğin insanlığa ütopyalar sunamadığı kara-ütopik apolitik-mekanlarda devrim de izafileşir. Devrimin geleceğinin kara-detaylarda arandığı tarih-sonrası zamanlarda tarihsel çember de kara noktalar olarak yapılanır. Aktif-kadercilik zamanın bu kara detaylarını tarihin tamamı olarak yaşar: hiçbir zaman tekrarlanmayacak bir panhistoric. Bernard Edelman, Nietzsche’nin ebedi dönüş kuramına dair şöyle bir yorum geliştirmişti: “…başlangıcın pek de bir önemi olmasa gerek: çemberin her noktasında çemberin tamamı var.” (5) Oysa aktif-kadercilik, Antik Yunan tragedyalarındaki tecrübe etme yöntemini geri getiriyor: pathei mathos, acı çekerek öğrenme. Öyle ya günümüzde her yeni tecrübede hayatın tamamı var (italikler bana ait).

Geleneksel iktidar şemaları itaatkâr bedenler üretti. Efendi ile köle arasındaki fiziksel-hukuk ölüm değil açlık vaat ediyordu. Zira herhangi bir insana vaat bağlamında ölüm ya da açlık arasında tercih hakkı tanındığında mevzubahis insanın ceza algılaması da bu tercih hakkına uygun olarak gelişir. Dolayısıyla açlık ve ölüm kavramlarının her ikisi birden herhangi bir köle için olumsuz olarak algılanmaz: açlık insanı özgür kılmaz, ölüm ise herhangi bir açlık hissettirmeyecek denli özgür kılar insanı (italikler hepimize ait). Muhafazakar otoriteler bir suçlunun hangi gerekçelerle cezalandırıldığını ve cezanın ağırlığını açık ve seçik olarak algılamasını ister; katilin öldürülmesinde, hırsızın mülkten yoksun bırakılmasında ve bir deliye kurulan ‘Allah sana akıl fikir ihsan etsin’ iyi niyetli tümcesinde olduğu gibi.

Lakin kimi zaman tarihi yakın geçmiş olarak algılamak gayet işlevsel bir yöntemdir. Çünkü kimi zaman ruhsatsız yargıçlar çok iyi bir tarih okuyucusu olabilirler. Tıpkı, Uluslararası Zihinsel Engellilik ve Psikiyatride İnsan Hakları Kuruluşu’nun (MDRI), Türkiye’de, psikiyatrik tedavi yapan üç hastane, üç rehabilitasyon merkezi ve bir çocuk yuvasındaki incelemelerinde, elektroşok tedavisinin, uluslararası taahhütlerin aksine, anestezi kullanılmadan uygulandığını ortaya çıkarmasında olduğu gibi. Olayın daha da vahim tarafı bir hastane yöneticisinin açıklamaları: Eğer anestezi kullanırsak o kadar etkili olmaz, çünkü cezalandırıldıklarını anlamazlar (6) (italikler ruh terbiyecisine ait). Modern-sonrası zamanların arkaik otoriteleri düşman değil suçlu arar. Her hukuk rejiminin hukuk özneleri yaratması gibi her ceza rejimi de suçlulara ihtiyaç duyar. Sosyo-politik mekandaki her hukuk ihlalinin adaleti hatırlatması gibi suçlunun ruhuyla özdeşleştirilip bedenine eklenen suç da muhayyel bir sözleşmeyi somuta indirger. Hak ve yükümlülüklerin makul oranda paylaştırılmadığı toplumsal çözülüş eşiklerinde sistemik-alışkanlıklar da değişir. Hukuksuz bedene şiddet nakli hukuki yükümlülükleri arttırılmış siyasi kimliklerin özgürlük algısına katkıda bulunur……...

Otoritesini yitirmiş oradaki-devletin yurttaşları ‘ahlaki buyruk’u bir türlü hatırlayamayan davranış bozuklukları gibidir; ‘Baba’yı yaratan Kantçı özneden ‘Baba’yı bir türlü öldüremeyen Sadecı özneye bu süreçte geçilir.

Yurttaşını yitirmiş yok-devletin en büyük yanılgısı ise suçlu değil düşman aramasıdır. Çok geniş bir mekana hükmetme zahmetinde bulunup da mekan-aşma sorunu yaşamayan imparatorlar, mekansız düşmanlar yaratarak, insanlığı Rousseaucu düşten uyandıran sorumluları arar. Öyledir; her türlü kudreti haiz otoriter yapılar, manipulasyon yeteneklerinin de sınır tanımadığına inanırlar. Öyle ya, her türlü iletişim teknolojisinin ve devlet cihazının emirlerine amade olduğunu düşünürler. Öyledir; kendi yapıp ettikleriyle narsist bir ilişki kurmuş güç odakları, yaptıklarının yanlış olduğunu düşünenleri, gereksiz, yararsız ve hatta yersiz muhalefet yapmakla yargılarlar. Bu aşırı ego-şişkinliği, bu abartılmış kendine-güven, bu deviriyorsam yumruğum güçlüdür tavrı, her hangi bir iletişim sürecinde karşı taraftakini, söz konusu iletişimin bir öznesi değil nesnesi olarak algılar. Manipulasyon sürecinde, kamuoyu iletişimin nesnesi, boş kap, doldurulmayı bekleyen bellek olur. Yaptıkları hataların bile iyi bir amaca hizmet ettiğini, dolayısıyla bunların doğru-hatalar olduğunu düşünen aşırı-ergonomik yapılar, kendi doğru-hatalarına katılmayanları patolojik olmakla suçlarlar. Ve genellikle barış elçisi olarak gönderdikleri, sürdüregeldikleri ve sürdürecekleri, thanato-siyaset’leridir; ölüm-siyaseti. ‘Baba’sıyla arasına mesafe koyan Descartesçi özneden ‘Baba’sından sürekli kaçan Deleuzecü özneye bu süreçte geçilir.

Devlet cihazlarının iyi örgütlenip sıkı kurumsallaştığı politik-mekanlarda, ilkin insan ile doğa arasında başlayan ve sonrasında özne-sistem karşıtlığı olarak algılanan diyalektik ilişki birey-yüzeyin içine itilir. İnsanlığı bu Rousseaucu düşten uyandıracak ‘arzu-artığı’ ya da ‘imkansız-çekirdek’ her öznede bulunur ve her siyasi sözleşmenin altına muhalefet şerhi olarak düşülür. Deleuze’den ödünç alınan bir ifadeyle, “Devrimin geleceği ile aynı şey olmayan bir devrimci-oluş vardır ve bu zorunlu olarak militanlardan geçmez.” (7) Diyalektik ilişkinin şahıslar tarafından içselleştirildiği bu süreç, bir bakıma Althusser’in ‘çağırma teorisi’ne ters yönde işler.

Althusser’in ‘çağırma teorisi’, otoritenin özneye seslendiği bir politik-enstantane sunar. Otoriter sesleniş, özne arkasını dönüp bakmadığı sürece ona bir vaatte bulunur, bakıp da otorite ile karşı karşıya geldiğinde ise onu bir özne olarak kurar. Özneleşme sürecinin kurucu unsuru olan otoriter seslenişte ideoloji, mühim bir kimyasal olarak bahsi geçen politik mekandaki yerini alır. “İdeolojinin var oluşuyla, bireylere özne olarak seslenilmesi, tek ve aynı şeydir.” (8)

Althusserci bir algılama şemasına göre, dünyaya dair tasarım ya da betimlemeler doğruluk ve yanlışlık kıstaslarına göre değerlendirilebilir. Lakin ideoloji bir betimleme meselesi değildir ve doğruluk ve yanlışlık kıstaslarına ilgisizdir. İdeoloji her şeyden önce bir temsildir. Temsil ettiği şey ise toplumsal ilişkilerimizi yaşama biçimimizdir. İdeoloji, insani varlıkları birer toplumsal özne olarak kurar ve bu özneleri bir toplumdaki egemen üretim ilişkilerine bağlar. (9) Ancak iktidar her yerdeyse ideoloji herkestedir ve bu durum herhangi bir yaşam tarzını doğruluk-yanlışlık değil de, yanlışlık-yalınlık kıstaslarına göre değerlendirmek için yeterlidir. Yanlışlık, felsefi literatürde bilimsel ve biçimsel düşünme yasalarına uymaz ve düşünülen şeyle uyuşmadığı için doğru değildir. Yalınlık ise gerçeği dile getirir ama doğru olsa da zorunlu olmayan önermedir. Ki bir yaşam tarzı ya doğrudur ama zorunlu değildir ya da yanlıştır ama zorunludur. Günümüzde her ideoloji bir miktar doğru bilinç gerektirir; ‘Baba’sını çağıran Althusserci özneden ‘Baba’sını arsızca teşhir eden Foucaultçu özneye bu süreçte geçilir.

‘Ben ideali’nin bedeni teritoryal bir alan olarak algıladığı ve kimi kara-ütopyaların gerçekleştiği kurgu sonrası panhistoric mekanlarda itaat etme ve gönüllü kulluk biçimleri de değişir. ‘Ben’i tek otorite olarak gören ‘beden’ mevcut gönülsüz kulluğunu bir ‘libido-man’ olarak yaşar böylece. Süper-egonun tasfiye edilip içtima-i tazyikin tahkir edildiği şeffaf-kamuda yasalar da izafileşir. Sistemli olarak benimsetilmiş her özgürlük herhangi bir devrimi gereksiz kılar. Kaldı ki hem bütün hayallerini gerçekleştirip hem de kendini özgür hissettiğin her durumda olduğu gibi özgürlük bir burjuva kategorisidir. ‘Baba’sına tapan Hegelci özneden ‘Baba’sını tehdit eden Marksist özneye bu süreçte geçilir. Artı seyreltir, eksi çökeltir ve kapital girmeyen her evi bok götürür belki ama ‘Baba’sını öldüren Marksist özneden ‘Baba’sını gömen Nietzscheci özneye bu süreçte geçilir.

1913’te ölen Meksikalı sanatçı José Guadalupe Posada’nın artık bir ‘kara’-katürlere dönüşen ve kendisinin haberi olmadan yayınlanan gravürleri, muhalif edebiyatçı Eduardo Galeano’nun Tepetaklak isimli kitabının sayfalarını süslemişti.(10) Herkese özgürlük vaadinde bulunan atlı-iskeletten onun özgürlük anlayışına karşı sapan taşı ile mücadele eden intifadacı özneye bu süreçte geçilir.

Şimdi iyi belledin mi? Öyle ise çek bir fırt. Çünkü sen inanmıyorsan ben hiç inanmıyorum.

 

DİPNOTLAR
1- Freud’un birey-saldırganlık-uygarlık üçlüsü arasında kurduğu şema burada farklı bir okumaya tabii tutulmuştur. Freud’un gerçek meramını merak edenler için Bkz. Sigmund FREUD (1999), Uygarlığın Huzursuzluğu, Çev.Haluk Barışcan, Birinci Baskı, Metis Yayınları, İstanbul: s. 78.
2- Hasan Ali TOPTAŞ (2003), “Zaman Kimi Zaman”, (Haz.) Mürşit Balabanlılar, Ölü Zaman Gezginleri, Birinci Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul: s. 14-18.
3- Rabelais , Pantagruel, aktaran Gregory NORMİNTON (2002), Aptallar Gemisi, Çev. Sıla Okur, Birinci Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul: s. 7.
4- Jean-Michel BESNIER (1996), İmkansızın Politikası, Çev. Işın Gürbüz, Birinci Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: s.103.
5- Bernard EDELMAN (2004), “Nietzsche: Kayıp Bir Kıta”, Çev. Ferhat Taylan, Cogito, Sayı: 25, Dördüncü Baskı, YKY, İstanbul: s. 52-61.
6- İsmail SAYMAZ (23 Eylül 2005), “Psikiyatride İşkence Var”, Radikal Gazetesi: s.7.
7- G.DELEUZE- C.PARNET (1990), Diyaloglar, Çev. Ali Akay, Birinci Baskı, Bağlam Yayıncılık, İstanbul; s.16.
8- Louıs ALTHUSSER (2003), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. Alp Tümertekin, Birinci Baskı, İthaki Yayınları, İstanbul: s.104.
9- Terry EAGLETON (2005), İdeoloji, Çev. Muttalip Özcan, İkinci Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: s.41.
10- Eduardo GALEANO (2004), Tepetaklak, Çev. Bülent Kale, Birinci Baskı, Çitlembik Yayınları, İstanbul.