İktidarın hoş karşılamadığı ya da gayrı ahlaki
bulduğu kimi yakışık almaz ya da saldırgan ya da siyasi bağlamda
düşünülürse militan arzular içe atılır, içselleştirilir. Lakin,
iktidar dolayımıyla çirkinleştirilen ya da ‘insanlık-dışı’laştırılan
bu arzular aslında gelmiş oldu yere geri gönderilir; bireyin bedenine
yöneltilir. Bu aşırı Freudien şema (1), çirkin, abes yada insanlık-dışı
olarak yaftalanmış arzulardaki iktidar pratiğini ya da bu biçimde
nitelenen arzu-alanlarının iktidarın hükmedemediği direngen-artıklarla
dolu olduğunu açığa çıkarır bir bakıma, bunu sarih kılar. Keza,
Hasan Ali Toptaş’ın öykü kahramanlarından biri olan Fuat, insani
sözcüğünün muntazaman yanlış kullanıldığından şikayetçidir. Ona
göre, bu sözcük insana özgü ne varsa ve daha neler olabilecekse
hepsini kapsar çünkü. Başka bir deyişle, Hitlerin fırınlarından
Saddam’ın davranışlarına, Bush’un planlarından Füsun’un düşlerine
kadar her şey insanidir .(2) Öyle ise, iktidarın sunduğu insani/insanlık-dışı
düalizminin ötesinde düşündüğümüzde, içselleştirilemeyen ama yine
de mütemadiyen dışta kalamayan ve iktidarın hükmedemediği arzu-artığı
bir birikime dönüşecek ve bu arzu birikimi devletten önce iktidar
aşkını sönümlendirecektir. Zira (benim de spekülasyon yapma hakkım
olduğu dikkate alınırsa), Marx bu arzu-artığına minnet beslediği
için Marx, Foucault bu arzu-artığını biriktirebildiği için Foucault,
Che bu arzu-artığını kendi benliği ile özdeşleştirdiği Che, Chavez
bu arzu-artığını güncelleştirebildiği için Chavez, Küba bu arzu-birikimini
topyekun harekete geçirebildiği için Küba olmuştur. Öyle ki, her
arzu-artığı meşru iktidarı gayrimeşru kılacak karşı-projeler gerçekleştirir
ve bir miktar tutarsız olmak pahasına denilebilir ki; bu tip karşı-projeler
herhangi bir siyasi-sosyolojik mekanın insanileşmesine katkıda
bulunur.
Mevcut sosyo-politik iletkenler tarafından tabiyet altına alınamamış
‘arzu-artığı’ ya da ‘imkansız-çekirdek’, kendi kendinin neden
olduğu birikmeleriyle öznenin bütün ‘psişe-mekanı’nı, arzuyu tümüyle
özgürleştirene değin, kapsayacaktır. Rabelais, Pantagruel’de
“Ayaklarını dümen edip yön verdiği gemiyi bacaklarını çırparak
ilerletti… Ve böylece, Tanrı’nın yardımıyla, adı geçen gemiyi
felaketten kurtardı…” şeklinde süren fantastik anlatısını şu soru
ile noktalamıştı, “İyi belledin mi? O zaman çek bir fırt; çünkü
sen inanmıyorsan, ben hiç inanmıyorum.” (3) Aslında inanılması
o kadar da güç değil. Herhangi bir sistemik değişimin olabileceği
ümidinin yitirildiği çağlarda, özne-nesne düalizmi içselleştirilir.
İnsani-yıkıcılık gizilgücünün asgari seviyelerde seyrettiği modern-sonrası
zamanlarda inşa kabiliyeti de sıfırlanır. Modern-sonrası çağın
kuramsallaştırdığı felsefi, sosyolojik ve kültürel yapının politik
varsayımları etkisizleştirdiği yönündeki bütün savlar belki de
bununla ilişkilendirilebilir. Zihinlerdeki kavramsal karşıtlıklar
törpülendiğinde bir yıkımın herhangi bir yaratıma gebe olma ihtimali
düşecektir. Bu tür bir dil, kendi politik-dilini de yaratmıştır
elbet. Sürekli kendini yenileyen yıkımlarını sistemik krizler
olarak yaşayan modern zamanlar kendisine farklı bir düşünüş şeması
edinmiştir böylece: yıkmadan da yaratabilirsin. Ya da istikrarlı
bir yıkımın varsayılamayacağı gibi kendini sürekli yenileyen bir
yıkım düşünülemez.
Öyle ise günümüz toplumlarının nihilizmi, otistik-nihilizmdir:
güncel ütopyaların düşsel monad-evrenleri bünyesinde sergilenen
içeyönelik bir tutum ile sadece kendi otoritesine boyun eğen bir
kısmi-yoksayıcılık. Jean-Michel Besnier İmkansızın Politikası’nda
otuzlu yılların patetik entelektüalizmini Bataille’ın Hegel-Nietzsche
kırmasıyla özetlemişti: Kader ve isyan karması. (4) Öyledir, kırma
köpekler her zaman daha akıllıdır ve günümüz içeyönelik-yoksayıcılık
da. Günümüz Nietzsche-Sartre kırmasını da daha duru bir ifadeyle
açıklayabilmek mümkün: aktif-kadercilik. Artık hiçbir siyasal
kimliğin insanlığa ütopyalar sunamadığı kara-ütopik apolitik-mekanlarda
devrim de izafileşir. Devrimin geleceğinin kara-detaylarda arandığı
tarih-sonrası zamanlarda tarihsel çember de kara noktalar olarak
yapılanır. Aktif-kadercilik zamanın bu kara detaylarını tarihin
tamamı olarak yaşar: hiçbir zaman tekrarlanmayacak bir
panhistoric. Bernard Edelman, Nietzsche’nin ebedi
dönüş kuramına dair şöyle bir yorum geliştirmişti: “…başlangıcın
pek de bir önemi olmasa gerek: çemberin her noktasında çemberin
tamamı var.” (5) Oysa aktif-kadercilik, Antik Yunan tragedyalarındaki
tecrübe etme yöntemini geri getiriyor: pathei mathos, acı çekerek
öğrenme. Öyle ya günümüzde her yeni tecrübede hayatın tamamı
var (italikler bana ait).
Geleneksel iktidar şemaları itaatkâr bedenler üretti. Efendi ile
köle arasındaki fiziksel-hukuk ölüm değil açlık vaat ediyordu.
Zira herhangi bir insana vaat bağlamında ölüm ya da açlık arasında
tercih hakkı tanındığında mevzubahis insanın ceza algılaması da
bu tercih hakkına uygun olarak gelişir. Dolayısıyla açlık ve ölüm
kavramlarının her ikisi birden herhangi bir köle için olumsuz
olarak algılanmaz: açlık insanı özgür kılmaz, ölüm ise herhangi
bir açlık hissettirmeyecek denli özgür kılar insanı (italikler
hepimize ait). Muhafazakar otoriteler bir suçlunun hangi gerekçelerle
cezalandırıldığını ve cezanın ağırlığını açık ve seçik olarak
algılamasını ister; katilin öldürülmesinde, hırsızın mülkten yoksun
bırakılmasında ve bir deliye kurulan ‘Allah sana akıl fikir ihsan
etsin’ iyi niyetli tümcesinde olduğu gibi.
Lakin kimi zaman tarihi yakın geçmiş olarak algılamak gayet işlevsel
bir yöntemdir. Çünkü kimi zaman ruhsatsız yargıçlar çok iyi bir
tarih okuyucusu olabilirler. Tıpkı, Uluslararası Zihinsel Engellilik
ve Psikiyatride İnsan Hakları Kuruluşu’nun (MDRI), Türkiye’de,
psikiyatrik tedavi yapan üç hastane, üç rehabilitasyon merkezi
ve bir çocuk yuvasındaki incelemelerinde, elektroşok tedavisinin,
uluslararası taahhütlerin aksine, anestezi kullanılmadan uygulandığını
ortaya çıkarmasında olduğu gibi. Olayın daha da vahim tarafı bir
hastane yöneticisinin açıklamaları: Eğer anestezi kullanırsak
o kadar etkili olmaz, çünkü cezalandırıldıklarını anlamazlar
(6) (italikler ruh terbiyecisine ait). Modern-sonrası zamanların
arkaik otoriteleri düşman değil suçlu arar. Her hukuk rejiminin
hukuk özneleri yaratması gibi her ceza rejimi de suçlulara ihtiyaç
duyar. Sosyo-politik mekandaki her hukuk ihlalinin adaleti hatırlatması
gibi suçlunun ruhuyla özdeşleştirilip bedenine eklenen suç da
muhayyel bir sözleşmeyi somuta indirger. Hak ve yükümlülüklerin
makul oranda paylaştırılmadığı toplumsal çözülüş eşiklerinde sistemik-alışkanlıklar
da değişir. Hukuksuz bedene şiddet nakli hukuki yükümlülükleri
arttırılmış siyasi kimliklerin özgürlük algısına katkıda bulunur……...
Otoritesini yitirmiş oradaki-devletin yurttaşları
‘ahlaki buyruk’u bir türlü hatırlayamayan davranış bozuklukları
gibidir; ‘Baba’yı yaratan Kantçı özneden ‘Baba’yı bir türlü öldüremeyen
Sadecı özneye bu süreçte geçilir.
Yurttaşını yitirmiş yok-devletin en büyük yanılgısı ise suçlu
değil düşman aramasıdır. Çok geniş bir mekana hükmetme zahmetinde
bulunup da mekan-aşma sorunu yaşamayan imparatorlar, mekansız
düşmanlar yaratarak, insanlığı Rousseaucu düşten uyandıran sorumluları
arar. Öyledir; her türlü kudreti haiz otoriter yapılar, manipulasyon
yeteneklerinin de sınır tanımadığına inanırlar. Öyle ya, her türlü
iletişim teknolojisinin ve devlet cihazının emirlerine amade olduğunu
düşünürler. Öyledir; kendi yapıp ettikleriyle narsist bir ilişki
kurmuş güç odakları, yaptıklarının yanlış olduğunu düşünenleri,
gereksiz, yararsız ve hatta yersiz muhalefet yapmakla yargılarlar.
Bu aşırı ego-şişkinliği, bu abartılmış kendine-güven, bu deviriyorsam
yumruğum güçlüdür tavrı, her hangi bir iletişim sürecinde karşı
taraftakini, söz konusu iletişimin bir öznesi değil nesnesi olarak
algılar. Manipulasyon sürecinde, kamuoyu iletişimin nesnesi, boş
kap, doldurulmayı bekleyen bellek olur. Yaptıkları hataların bile
iyi bir amaca hizmet ettiğini, dolayısıyla bunların doğru-hatalar
olduğunu düşünen aşırı-ergonomik yapılar, kendi doğru-hatalarına
katılmayanları patolojik olmakla suçlarlar. Ve genellikle barış
elçisi olarak gönderdikleri, sürdüregeldikleri ve sürdürecekleri,
thanato-siyaset’leridir; ölüm-siyaseti. ‘Baba’sıyla arasına mesafe
koyan Descartesçi özneden ‘Baba’sından sürekli kaçan Deleuzecü
özneye bu süreçte geçilir.
Devlet cihazlarının iyi örgütlenip sıkı kurumsallaştığı politik-mekanlarda,
ilkin insan ile doğa arasında başlayan ve sonrasında özne-sistem
karşıtlığı olarak algılanan diyalektik ilişki birey-yüzeyin içine
itilir. İnsanlığı bu Rousseaucu düşten uyandıracak ‘arzu-artığı’
ya da ‘imkansız-çekirdek’ her öznede bulunur ve her siyasi sözleşmenin
altına muhalefet şerhi olarak düşülür. Deleuze’den ödünç alınan
bir ifadeyle, “Devrimin geleceği ile aynı şey olmayan bir devrimci-oluş
vardır ve bu zorunlu olarak militanlardan geçmez.” (7) Diyalektik
ilişkinin şahıslar tarafından içselleştirildiği bu süreç, bir
bakıma Althusser’in ‘çağırma teorisi’ne ters yönde işler.
Althusser’in ‘çağırma teorisi’, otoritenin özneye seslendiği bir
politik-enstantane sunar. Otoriter sesleniş, özne arkasını dönüp
bakmadığı sürece ona bir vaatte bulunur, bakıp da otorite ile
karşı karşıya geldiğinde ise onu bir özne olarak kurar. Özneleşme
sürecinin kurucu unsuru olan otoriter seslenişte ideoloji, mühim
bir kimyasal olarak bahsi geçen politik mekandaki yerini alır.
“İdeolojinin var oluşuyla, bireylere özne olarak seslenilmesi,
tek ve aynı şeydir.” (8)
Althusserci bir algılama şemasına göre, dünyaya dair tasarım ya
da betimlemeler doğruluk ve yanlışlık kıstaslarına göre değerlendirilebilir.
Lakin ideoloji bir betimleme meselesi değildir ve doğruluk ve
yanlışlık kıstaslarına ilgisizdir. İdeoloji her şeyden önce bir
temsildir. Temsil ettiği şey ise toplumsal ilişkilerimizi yaşama
biçimimizdir. İdeoloji, insani varlıkları birer toplumsal özne
olarak kurar ve bu özneleri bir toplumdaki egemen üretim ilişkilerine
bağlar. (9) Ancak iktidar her yerdeyse ideoloji herkestedir ve
bu durum herhangi bir yaşam tarzını doğruluk-yanlışlık değil de,
yanlışlık-yalınlık kıstaslarına göre değerlendirmek için yeterlidir.
Yanlışlık, felsefi literatürde bilimsel ve biçimsel düşünme yasalarına
uymaz ve düşünülen şeyle uyuşmadığı için doğru değildir. Yalınlık
ise gerçeği dile getirir ama doğru olsa da zorunlu olmayan önermedir.
Ki bir yaşam tarzı ya doğrudur ama zorunlu değildir ya da yanlıştır
ama zorunludur. Günümüzde her ideoloji bir miktar doğru bilinç
gerektirir; ‘Baba’sını çağıran Althusserci özneden ‘Baba’sını
arsızca teşhir eden Foucaultçu özneye bu süreçte geçilir.
‘Ben ideali’nin bedeni teritoryal bir alan olarak algıladığı ve
kimi kara-ütopyaların gerçekleştiği kurgu sonrası panhistoric
mekanlarda itaat etme ve gönüllü kulluk biçimleri de değişir.
‘Ben’i tek otorite olarak gören ‘beden’ mevcut gönülsüz kulluğunu
bir ‘libido-man’ olarak yaşar böylece. Süper-egonun tasfiye edilip
içtima-i tazyikin tahkir edildiği şeffaf-kamuda yasalar da izafileşir.
Sistemli olarak benimsetilmiş her özgürlük herhangi bir devrimi
gereksiz kılar. Kaldı ki hem bütün hayallerini gerçekleştirip
hem de kendini özgür hissettiğin her durumda olduğu gibi özgürlük
bir burjuva kategorisidir. ‘Baba’sına tapan Hegelci özneden ‘Baba’sını
tehdit eden Marksist özneye bu süreçte geçilir. Artı seyreltir,
eksi çökeltir ve kapital girmeyen her evi bok götürür belki ama
‘Baba’sını öldüren Marksist özneden ‘Baba’sını gömen Nietzscheci
özneye bu süreçte geçilir.
1913’te ölen Meksikalı sanatçı José Guadalupe Posada’nın artık
bir ‘kara’-katürlere dönüşen ve kendisinin haberi olmadan yayınlanan
gravürleri, muhalif edebiyatçı Eduardo Galeano’nun Tepetaklak
isimli kitabının sayfalarını süslemişti.(10) Herkese özgürlük
vaadinde bulunan atlı-iskeletten onun özgürlük anlayışına karşı
sapan taşı ile mücadele eden intifadacı özneye bu süreçte geçilir.
Şimdi iyi belledin mi? Öyle ise çek bir fırt. Çünkü sen inanmıyorsan
ben hiç inanmıyorum.
DİPNOTLAR 1- Freud’un birey-saldırganlık-uygarlık
üçlüsü arasında kurduğu şema burada farklı bir okumaya tabii tutulmuştur.
Freud’un gerçek meramını merak edenler için Bkz. Sigmund FREUD
(1999), Uygarlığın Huzursuzluğu, Çev.Haluk Barışcan,
Birinci Baskı, Metis Yayınları, İstanbul: s. 78. 2- Hasan Ali TOPTAŞ (2003), “Zaman Kimi Zaman”,
(Haz.) Mürşit Balabanlılar, Ölü Zaman Gezginleri,
Birinci Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul:
s. 14-18. 3- Rabelais , Pantagruel, aktaran Gregory NORMİNTON
(2002), Aptallar Gemisi, Çev. Sıla Okur, Birinci
Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul: s. 7. 4- Jean-Michel BESNIER (1996), İmkansızın
Politikası, Çev. Işın Gürbüz, Birinci Baskı, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul: s.103. 5- Bernard EDELMAN (2004), “Nietzsche: Kayıp
Bir Kıta”, Çev. Ferhat Taylan, Cogito, Sayı:
25, Dördüncü Baskı, YKY, İstanbul: s. 52-61. 6- İsmail SAYMAZ (23 Eylül 2005), “Psikiyatride
İşkence Var”, Radikal Gazetesi: s.7. 7- G.DELEUZE- C.PARNET (1990), Diyaloglar, Çev.
Ali Akay, Birinci Baskı, Bağlam Yayıncılık, İstanbul; s.16. 8- Louıs ALTHUSSER (2003), İdeoloji ve
Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. Alp Tümertekin, Birinci
Baskı, İthaki Yayınları, İstanbul: s.104. 9- Terry EAGLETON (2005), İdeoloji,
Çev. Muttalip Özcan, İkinci Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul:
s.41. 10- Eduardo GALEANO (2004), Tepetaklak,
Çev. Bülent Kale, Birinci Baskı, Çitlembik Yayınları, İstanbul.