İsviçre’nin küçük kenti Chur’da, muhtemelen 1940’lı
yılların ikinci yarısında, orta yaşlı yerel eczacı evine bir ilaç
firmasının promosyon olarak verdiği insan kafatasını getirir.
Eczacının küçük oğlunu bu ürkütücü armağan baştan çıkaracaktır.
Zaten karanlık, korkutucu ve tuhaf şeylere büyük ilgi duyan çocuğun
dikkati bu kafatasının sembolize ettiği ölümcül temalar üzerinde
odaklanır. Küçük yaşta, ailesiyle kaldığı evin kilerinde bir korku
tüneli yapar. Mukavvadan iskeletlerin, canavarların ve cesetlerin
yer aldığı bu tünele arkadaşlarını korkunun ve eğlencenin kaynaştığı
dakikalar geçirmek üzere davet eder. En büyük hazlarından biri,
mahallenin büyük kızlarından birinin de yarattığı küçük cehennemi
ziyaret etmesidir.
Eğer bu İsviçreli taşra çocuğunun fantezileri
o çocukluk yıllarıyla sınırlı kalsaydı, milyonlarca küçük insan
gibi büyüdükçe gerçek dünyaya, onun problemlerine ve beklentilerine
entegre olsaydı, o zaman 20. yüzyılın ikinci yarısının en ayrıksı
sanatçılarından biri olan Hans Rudi Giger’ı tanıyamayacaktık.
Kuşkusuz, Chur’daki aile evinin kilerindeki çocuksu korku tünelinden
bugün Cenova Gölü ve Fribourg kenti arasındaki Gruyeres’te yer
alan H. R. Giger Müzesi’nin ziyaretçilere tahsis edilmiş fantastik
trenine doğru uzanan bir köprü bulunmaktadır. Birçok yetişkinin
uzak geçmişlerinde bıraktıkları, terk ettikleri düşsel öğeler
Giger’da ifadesini sanatsal alanda bulmuş ve bugün 63 yaşındayken
de onun kariyerinin temel dayanağı olarak anlam kazanmıştır.
Henüz çok erken yaşlarda Salvador Dali ve Jean
Cocteau’nun yapıtlarına yer veren posta kartlarından ve dergilerdeki
fotoğraflardan esinlenen Giger, anlam veremese de kendisini teşvik
eden annesinden aldığı cesaretle resme yöneldi. 1959’da Clou ve
Hotcka gibi underground dergilerde onun erken çalışmaları yayınlandı.
1962’de, Uygulamalı Sanatlar Okulu’nda mimari ve endüstriyel tasarım
eğitimi göreceği Zürih’e yerleşti. Burada Giger, sanatsal yaratımın
çeşitli alanlarından insanları içeren geniş bir arkadaş ağı oluşturdu.
1965’te mezun olduktan bir yıl sonra, babasının Ticino’daki tatil
evinde kalırken Torso, Head I ve Head II gibi önemli resimlerini
üretti. Ardından aktör Paul Weibler’le Rindermarkt’ta yaşamaya
başladı ve orada derin bir aşk yaşayacağı aktris Li Tobler’le
tanıştı.
Alien Hieroglyphics
1967’de Giger ve Tobler virane bir evin çökmek
üzere olan en üst katına taşındılar. Burada ilk resimlerinin bazılarını
(Birthmachine gibi) yaptı. Sonraki birkaç yıl içinde Giger çeşitli
kentlerde yaşantısını ve sanatsal etkinliklerini sürdürdü, bir
ara iş nedeniyle Li Tobler’le yolları ayrıldı. Atmışlı yılların
sonunda ve yetmişlerde artık İsviçre dışındaki eşitli sanat merkezlerinde
de sergileri gerçekleşiyordu. Bir yandan resme devam ederken diğer
yandan ana ilgi alanıyla alâkalı farklı sektörler için de üretim
yapıyordu. Mesela bu dönemde Emerson’ın Lake and Palmer adlı albümünün
kapak tasarımını hazırladı.
1975 yılında H.R. Giger hayatının en büyük darbelerinden
birini aldı. Bir süredir letarji nedeniyle acı çeken Li Tobler
bir revolver’la intihar etti. Bu olaydan sonra Giger için yeryüzünde
avunç bulabileceği, kendi yarattığı cehennemi ütopya dışında belki
de hiçbir alan yoktu.
Sanatçının ismini milyonlarca insana duyuran
ise onun tasarımlarını yaptığı Alien filmidir. Giger bu film için
yaptığı tasarımlarla 1980 yılında “En İyi Görsel Efektler” dalında
Oscar kazanmıştır. Başka bilimkurgu filmlere de sanatsal katkılarını
sunmasına rağmen Giger’ın asıl başarısı bir ressam olarak yarattıklarıdır.
Gerek özgün tekniğiyle gerekse ele aldığı temalarla onun resmi
tartışılmaya değer.
Alien
İlk çalışmalarında Giger çini mürekkebiyle, divit
ve rapidograf aracılığıyla çizimler yapıyordu. A4’ten büyük olan
sonraki daha geniş resimlerinde kağıt üzerine diş fırçasıyla mürekkep
sıçratmaya başladı. Burada, telden yaptığı bir elekle ışık-gölge
etkisini yaratıyordu. Bu ‘mürekkep’ çizimlerinin en anıtsal olanları,
1966 dolaylarında kendi rüyalarına ve kâbuslarına dayanan, Shafts
başlıklı çalışmalarıdır. 1968’in ortalarında ise dikkatini yağlıboya
küçük peyzajlara yöneltmiştir. Giger bunları ‘en renkli’ çalışmaları
olarak adlandırılır.
Olgunluk döneminde kullandığı airbrush (sprey)
tekniği Giger’in özgün üslûbuna eşlik etmiştir ve sanatçı onda
dolaysız bir anlatım aracının olanaklarını bulur. Ötedünyasal
bir masallığa sahip olan resimlerini sprey tabancasıyla boyarken,
sanatın bu aletle titizce icra edilebileceğini kanıtlamış ve büyük
formatlarda çalıştığı işleriyle dünyada önde gelen bir airbrush
üstâdı olarak kabul görmüştür.
Giger’ın sprey tekniğini kullanması sadece onun
ele aldığı yüzeylerin büyüklüğüyle alâkalı değildir. Aynı zamanda,
mekanik bir soğukluğu yansıtan seçtiği renklerle birlikte (kurşunînin,
grinin tonları) bu teknik tartışılan temaya dair göstergeler de
içermektedir. Gigeresque dünya, makineleşmiş, canlılık ışığını
yitirmiş, biyomekanik varlıklardan oluşur. Bu dünyaya, belki de
her şeyden daha çok bir sprey tabancasından püskürtülerek kompoze
edilen renkler uygundur.
Erotomechanics
Giger’ın resimleri karşısında izleyici erotizmin
ve ölümün, tedirginliğin ve dehşetin iç içe geçtiği duygulara
kapılır. Bunlar, güneşin değil de sanki tabloların tamamında ağırlığını
hissettiren ölümcül bir çürümenin koyu ışığının “aydınlattığı”
cehennem manzaralarıdır. Onun canavarları aslında aynı zamanda
yarattığı dünyanın sakinleridir de. Mesela Goya’da, kompozisyon
içinde canavar figürleriyle insanları ayırabilmek henüz mümkündü.
Alanın büyük bir kısmında dominant olan canavarların elinde küçülmüş
insanlar acı çekiyordu.
Giger’da ise artık böyle bir ayrım imkânsızdır; çünkü, onun biyomekanikleri
aynı zamanda tasavvur edilen “yeni” dünyanın insan bireyleridir
de. Burada, yer yer görülen hayvansı figürlerle onları ayıran
sadece görüntüdeki, devinimdeki bazı küçük farklılıklardır. Özde,
yaratılan dünya ötesi, güneş ışığından ve bitkilerden arınmış
mekânda varolan tüm “canlı”lar aynı niteliklere sahip gibidir.
Yüzlerinde gaz maskesi, baygın adeta trans halindeki bakışlarıyla,
büyülenmiş gibi devinerek hepsi aynı ürkütücü atmosferi paylaşırlar.
Peki burası neresidir? Aslında bilimkurgunun “varolanın aşırılılaştırılması”
olgusuna dayandığı gerçeğinden yola çıkarak düşünecek olursak,
diyebiliriz ki Giger’ın anlattığı dünyamızın yakın geleceğidir.
Ressam makinelerin ve insanların tekinsiz bütünleşmesi üzerine
fütürist kurgular yapmaktadır. Anneler yavrularını vücutlarının
ön kısmındaki tüplerde taşımakta; borular, metal aksamlar, çeşitli
aygıtlar insan bedenini bütünlemektedir. Artık söz konusu “protez”
edinme olgusu değildir. Varılan aşamada makine de, en az biyolojik
kökenli öğeler kadar insan bedeninin ayrılmaz parçasıdır.
Birthmachine
Özellikle sanatçının Birthmachine adlı resmi,
kâbusu andıran bu dünyadaki her doğumun nasıl bir anlam taşıdığının
sembolik bir ifadesidir. Burada, bir tabancanın şarjörünü görmekteyiz.
Şarjörün içindeki her bir mermi doğmak üzere, yüzlerindeki gaz
maskesi ve gözlükleriyle bekleyen bireylerdir. Bunlar ölü doğumlardır.
Ama hayat onlar için tam da bu ölüm olgusuyla beraber vardır.
Yaşadıkları ve yaşayacakları süreklileşmiş bir ölümdür. Giger’ın
bir diğer resminde tasvir ettiği ölü bebek başlı prezervatifler
ise sadece geleceğin değil bu günün de bazı sosyal-cinsel-etik
meselelerine işaret eder gibiler.
Giger’ın yarattığı, yerçekimini ve zamanın döngüselliğini
yitirmiş evrende kadının ve erotizmin başat bir konumu vardır.
Onun kadınları da, tahayyül ettiği tüm diğer varlıklar gibi birere
canavardır. Kusursuz ölçülerdeki vücutlarıyla korkunç öğeler;
dışarı fırlayan organlar, kemikler, kaslar, kablolar, borular,
ürkütücü dişler ve ölümcül bakışlar birlikte var olur. Kendi başlarına
varoluşları ve diğer varlıklarla olan ilişkilerinde erotik bir
uyarıcılıkları bulunur. Erkek ise ortada, bu günkü anlamda, görünmemektedir.
Kadının devinimlerinde, eylemlerinde çoğu zaman haz öğesi apaçıktır.
Fakat bu, karanlık, dehşetengiz, lanetli bir hazdır; renkler,
çizgiler, figürler sürekli olarak bu etkiyi oluşturmak üzere kullanılır.
Günahkâr bir şehvet duygusu Gigeresque evrene hakimdir. Ne var
ki, günahın tek otorite olduğu, karşıtını kaybettiği bir ortamda
artık o ‘günah’ değildir.
Sanatçının tasvir ettiği, tersinden bir mahşer
kurgusu gibidir. Dinsel motiflere ve göstergelere yaptığı vurguyla
(kötülüğü sembolize eden keçi boynuzlu yaratıklar, üzerindeki
cübbeyle karanlık yüzleri görünmeyen ölüm melekleri, şeytani olanla
ilişkilendirilen beş köşeli yıldız, vd.) bize mutlak kötülüğün
hakim olduğu bir çevrenin ürpertici görüntülerini sunar. Bunlar,
kimi zaman Dali’yi de andıran nitelikte sürrealist resimlerdir.
Ve sürrealizmin hep istediği, amaçladığı tarzda Giger’ın çocukluktan
olgunluğa doğru uzanan, kâbuslarla ve karanlık hayallerle yoğrulan
bilinçaltının dışavurumlarıdır.
The lord of the rings
Nereden, hangi sanatsal-estetik duruştan bakarsak
bakalım Giger’ın resimleri baştan çıkarıcıdır. İzleyende yabansı,
ürkütücü olan üzerinden, tersinden bir katharsis gerçekleşmesini
sağlarlar. Onun sanatındaki, baştan çıkarıcılığın bir çok nedeni
olabilir: En korkunç manzaralarına dahi içkin olan erotizm öğesi,
hep korkulan ama sürekli olarak düşünülmeye devam eden ölüm teması,
Antik Yunan’a kadar geri giden bazı dinsel-estetik figürler, insanın
aşırı ve ürpertici olana karşı önlenemez eğilimi, vd. Ya da, kim
bilir belki de Giger resimlerini izlerken kapıldığımız öyle bir
duygu vardır ki, tüm diğer başarılı bilimkurgu yapıtlarında olduğu
gibi, orada bugün varolan yaşantılarımızın, toplumların eğilimlerinin,
dünyanın mevcut hallerinin aşırılaştırılmış ve uçlaştırılmış bir
imgesini görür, bundan etkileniriz. Belki de söz konusu olan yazgının
baştan çıkarıcılığıdır, ürperdiğimiz ve etkilendiğimiz kendi cehennemimizdir.