Saat dokuz olmak üzereydi. Her salı olduğu gibi
canlı sunacağım programın hazırlıkları içinde yayın odasında yerimi
almıştım. Radyoda benden başka sadece pek çok programın sunuculuğunu
ve yayın odasının teknisyenliği yürüten, aynı zamanda bana yardımcı
olan Murat vardı. Onunla bu radyo programı sayesinde tanışmıştım.
İyi bir ikili olmanın ötesinde iyi de dost olmuştuk. Bununla beraber
iyi bir ikili olmamız sayısız yayin hatası yapmamıza engel değildi.
Ben kısa hikayelerimi mikrofona okurdum. Arada
sırada nadiren bir gece önce yazmış olduğum metinlerin dışına
çıkardım. Murat sıraladığım şarkıları yayına girerdi. Aramızda
bir camekan bulunurdu. Kulaklarımda kocaman bir kulaklık takılıydı.
Elbette aradaki camekana rağmen mikrofon ve kulaklık aracılığıyla
konuşabiliyorduk.
Aslında bu radyo programı işini dört yıl önce
kafaya koymuştum. Özel radyolar yasaları olmadığı halde tüm radyo
frekanslarını kaplayınca böyle bir şey yapmayı okul yıllarımda
hayal etmiş, dostlarıma ‘medya kralı’ olacağımı ilan etmiştim.
Bir demo kaset bile hazırlamış, İstanbul’da yayın yapan bir radyoya
bırakmıştım. Uzun bir zaman sonra radyodan beni aramışlar ve programa
başlayabileceğimi söylemişlerdi. Elbette havalara uçmuştum. Ne
var ki, bana verilen randevu günü inanması güç gelebilir ama ülkedeki
tüm radyolar apansız kapatılmıştı. Hükümet özel radyoların kanunsuz
yayın yaptıklarını gerekçe göstererek tüm radyolarla beraber elbette
benim yayın yapacağım radyoyu da kapatmıştı. Aradan bir süre geçmiş,
hükümet değişikliği yaşanmıştı. Yeni hükümet ilgili yasayı çıkartarak
özel radyoların tekrar yayına başlayacağını duyurmuştu. Ben de
yeni bir umutla tekrar aynı radyoya koşmuştum. Ama bir hayal kırıklığına
daha uğramıştım. O radyo bir daha açılmamıştı...
Aradan bir süre daha geçmişti. Gözüme yeni bir
radyoyu daha kestirmiş, bir demo kaset daha hazırlayarak o radyoya
bırakmıştım. Bir süre sonra o radyodan da aranmıştım. Bir randevu
daha almıştım. İlki kadar olmasa da yine havalara uçmuştum (Bu
defa yere daha yakın uçmuştum...). Radyoya gidip yönetici ile
görüşmüştüm... Programımın kabul edildiği, Cuma ve Cumartesi geceleri
olmak üzere bir hafta sonra yayına başlayabileceğim söylenmişti.
Cuma akşamı radyoya gitmiş ve yeni bir hayal kırıklığı biçimiyle
daha tanışmıştım. Programımı kabul eden yönetici, gündüz saatlerinde
radyo yönetiminin tamamen değiştiğini, tüm programların iptal
edildiğini, hatta kendi durumunun bile sallantıda olduğunu belirterek
teşekkür ederek benden özür dilemişti...
Yılmamıştım... Üçüncü bir radyoyu gözüme kestirmiş,
bir demo kaset daha hazırlayıp o radyoya da teslim etmiştim. Oldukça
uzun bir zaman sonra cevap almıştım. Programa başlayabileceğim
söylenmişti. Ne var ki eşyalarımı çoktan İstanbul’dan göndermiştim.
İstanbul’u terketmeye hazırlandığım için bu kez ben teşekkür etmiştim.
Okulum bitmiş ve İstanbul’da bir gün daha geçirebilecek maddi
duruma sahip değildim.
İki yıl sonra İzmir’de mesleğimle yani muhendislikle
ilgili olarak ilk işimde çalışmaya başlamıştım. Günlerden bir
gün çalıştığım şirkete bir adam gelmişti. Bir radyocuydu. Radyolarına
şirketimizden reklam alabilmek için gelmişti. Reklam almak amacıyla
geldiği için bana da pek sıcakkanlı davranmıştı. Aylar sonra bir
kasetle bu defa da bu radyoya gelmiştim. Ve inanması güç ama hem
kabul edilmişti hem de yayınlar başlamıştı.
Programım düşler, rüyalar, kabuslar üzerineydi.
Rüyalarımı anlatıyordum. Elbette anlattığım herşeyi görmüş değildim.
Biraz da bazen destekli bazen desteksiz atıyordum. Arada sırada
çeşitli konular hakkında bilir bilmez birşeyler yumurtluyordum.
Programa öyle telefonla filan katılmak yoktu. Hatta radyonun telefon
numarasını bile yayın sırasında söylemiyordum. İstek parçası filan
da çalmıyordum. Çok seyrek olarak ayda yılda bir, zaten radyonun
telefon numarasını bilenler tarafından yayın esnasında bazı telefonlar
alıyordum. Onlar da istek parçası isteyenler oluyordu. Ben de
bu tek tük arayanları kırmıyor, isteklerini arşivde bulunuyorsa
yerine getiriyordum. Ama bu arayanlar bile iki elin sayısını geçmezdi...
Kesinlikle bu işten zırnık kazanmıyordum. Kazanmak
şöyle dursun, canlı sunduğum programın hatıra maksadıyla kaydettiğimiz
kayıt kasetlerini bile kendim karşılıyordum. Anlattığım küçük
hikayelerin arasında sadece rock müziğine ait parçalar yayınlıyordum.
Zaten yayın yaptığım radyo yerli müzik yayını yapmıyordu.
Radyonun sahibi bu işi zevk için yapan bir adamdı.
Pek para kazandırmayan yerel radyoculuğu tamamen keyfi için yürütüyordu.
Son zamanlarda işler yolunda gitmediği için radyoyu satmaktan
bahsetmeye başlamıştı. Bana da iki hafta önce şöyle demişti.
“
Yaa... Senin program iyi hoş ama... Pek dinlenmiyor galiba...
Biraz ağır kaçıyor galiba... Daha ne kadar sürdürmeyi düşünüyorsun?...”
Çalıştığım fabrikada durumum sallantıdaydı... Fazla işçi dostu
olduğum konusunda uyarılmıştım. Haftanın bir akşamı sadece zevkim
için yürütüğüm bir saatlik zavallı programım da ağır olduğu için
sallantıdaydı... Büyük olasılıkla pek yakın bir zamanda haftanın
yedi günü de, yedi akşamı da sadece bana ait olacaktı...
- Şşşşt Murat!.. Alooo!.. Saat dokuzu beş geçiyor... Hala hazır
değil mi?..
Murat önündeki kocaman teknik masada her zaman yaşayageldiğimiz
bir teknik sorunla boğuşuyordu. Yayına başlayamamıştık. Artık
sabırsızlanmaya başlamıştım... Mikrofon ve kulaklık yardımıyla
konuşuyorduk.
- Tamam... Hallettim... Jenerik giriyorum...
Jenerik müziğimiz Roger Waters’ dandı ve nihayet başlamıştı. Ne
var ki tam bu sırada radyonun sahibinin köpeği havlamaya başlamıştı...
Köpek akşamları içerde tutuluyordu. Yayın odasının kapalı olan
kapısına rağmen köpeğin havlamalarını duyabiliyordum... Murat
seslendi.
- İşe bak... Havlamaya başladı...
- Duyulur mu ben konuşurken?..
- Hem de nasıl!.. Sen hazır ol!.. Ben şurdan hemen susturayım
şu iti...
Köpek, Murat’ın bulunduğu teknik odanın kapısına yakın bir yere
bağlıydı... Murat kulaklığını çıkartmış, köpeği susturmaya çalışıyordu.
Ben her hafta olduğu gibi hoş bir kalp kıpırtısıyla tüm İzmir’e
seslenecek olmanın küçük heyecanı içindeydim.
Aslında belki de radyonun sahibi haklıydı...
Teknik olarak tüm İzmir’e ve ilçelerine sesleniyor olabilirdim.
Ama kimse beni duymuyor olabilirdi. Acaba koca İzmir’de üçbuçuk
milyon insanın yaşadığı bir şehirde bir Allah’ın kulu beni duyuyor
muydu, anlattıklarımı dinliyor muydu, doğrusu artık ben de şüphe
içindeydim... Gerçekten de programda anlattıklarım hakkında bir
tanecik telefon almış değildim... Faks filan gelmişti ama telefonlar
benim için çalmıyordu!
- Hoşt!.. Sus bakayım... Sahibinin iti ne olacak!... Sus!..
Murat köpeği susturmayı başaramamış, masadaki yerine dönmüş, kulaklığı
kulağına takmıştı. Bir yandan da hala köpeğe laf yetiştiriyordu...
- Bu it susmayacak... Radyoya bak!.. Yahu radyoya köpek bırakılır
mı hiç?...
- Murat!... Roger Waters bitiyor... Ben başlıyorum...
- Tamam abi.... Sen başla!.. Aynı sahibi gibi itoğluit... Sussana
lan!..
Ben mikrofona konuşmaya başlamıştım... Programın
girişini yapmıştım... Fakat o sırada bir telefonun çaldığını farkettim...
Ama artık yayındaydım... Kısa süreliğine bu dünyadan uzaklaşmalıydım...
Sözlerimi bitirince işaret parmağımla Murat’a ilk şarkıyı yayına
girmesini işaret ettim... Şarkı başlamıştı. Black Sabbath idi...
Rock parçaları genellikle beş dakikadan az olmadığı için kulaklığımı
çıkartıp merak içinde Murat’ın bulunduğu teknik odaya geçtim.
Neyse ki köpek havlamayı kesmişti.... Murat gülümsüyordu...
- Hapı yuttuk...
- Ne oldu?..
- Konuşmalarımız... Hepsi yayında duyulmuş... Arayan bir arkadaştı...
Köpeğin havlamaları da duyulmuş... Acayip gülmüşler...
- Yapma ya...
Radyonun sahibi ya da radyonun sahibinin sevgilisi
olan kadın!.. İkisinden biri mutlaka yayınları dinlerdi... Yapacak
bir şey yoktu... Üstelik bu ite de bayılırlardı... İkimiz de gülüyorduk...
Daha önce esprisini yaptığımız durum başımıza gelmişti... Sakarlıklarımıza
bir yenisini daha eklemiştik... Ama bu hepsinden daha tehlikeli
bir sakarlık olmuştu... Sonumuz gelmişe benziyordu.
İlk parça bittikten sonra ikinci konuşmamı yaparken
hafif yollu bir espriyle az önce yaşanan ‘teknik aksaklıktan’
ötürü dinleyicilerden özür dilemeyi ihmal etmemiştim. İkinci parçamız
her hafta olduğu gibi en az on dakikalık bir çay kahve şarkısı
olduğu için ikimiz de kulaklıklarımızı çıkarır çıkarmaz alt katta
bulunan mutfağa indik ( Deep Purpleidan ‘Child in Time’ iyi bir
seçimdi.). Her hafta olduğu gibi çayımızı kahvemizi hazırladık.
Keyfimize düşkündük. Çaysız kahvesiz program sunmazdık... On dakikalık
şarkımız bitmeye yakın yukarı çıktık... Köpek yine havlıyordu.
Çaresiz tekrar yayına girdim...
“ Dün gece rüya değil rüyalar görmek için yatağa
uzandım... Uzun zamandır rüya göremiyordum... Ama bu kez iyi hazırlanmıştım...
Sabaha kadar en az üç tane rüya görmeyi umuyordum. Ne var ki ben
böyle hesaplar içinde yatakta bir sağa bir sola, döne dolaşa çarşafa
dolanmışken birtakım sesler işittim... Hemen irkildim... Sesin
nereden geldiğini anlamaya çalışıyordum... Derken evimin penceresinin
açıldığını farkettim... Acaba ‘ben mi açık bıraktım’ diye düşündüğüm
sırada bir karaltının pencereden içeriye daldığını gördüm... Korkmaya
başlamıştım... Bu da nesiydi böyle?.. Ne olup bittiğini anlamaya
çalışıyordum ki ikinci bir karaltının daha açık pencereden odama
daldığını farkettim... Korkudan dilim tutulmuştu... İki hırsız
evime girmişti... Üstelik ikisi de tepemde dikilmişlerdi. Acaba
bunlar ‘hırsız değil de beni öldürmeye mi geldiler’ diye düşünmeye
başlamıştım. Aynı anda başucumdaki sehpanın üzerinde iki paketin
bulunduğunu gördüm... Korku içinde uyandım... Dilim damağım kurumuştu...
Başucumda duran su şişesinden birkaç yudum aldım ve tekrar yastığa
gömüldüm... Fakat tekrar uyumak o kadar kolay olmadı... Sabah
uyandığımda başucumdaki sehpanın üzerinde hiçbirşey yoktu... Hırsızlar
kalan rüyalarımı çalmışlardı...”
Köpek inadına ben konuşurken havlıyor, müzik
başladığı zaman susuyordu... Bu kez şarkımız kısa olduğu için
yayın odasından çıkmayıp aslında sigara içmenin yasak olduğu bu
mekanda bir sigara tüttürerek çayımı yudumlamaya ve bir sonraki
notlarıma göz gezdirmeye başladım... Müziğin kısılmasıyla beraber
tekrar kulaklıklarımı takmış ve Murat’ın işaretini beklemeye koyulmuştum...
Ve işaret gelmişti... Elbette işaretle beraber köpek bir kez daha
havlamaya başlamıştı...
“
Sevgili Düşkronize dinleyenleri ve dinlermiş gibi yapanları...
Şimdi... Hepimizi... Bu ülkenin, varsayalım 65 milyon insanını
biner kişilik gruplara bölsek, dağıtsak... Göreceğiz ki her bin
kişinin içinde bazı göremeyenler var... Varsayalım bu dağılım
tam da eşit olsun... Oran eşit dağılsın... Bu dağılımın sonunda
bin kişilik grup içinde 8 ya da 12 kişinin göremediğini, görme
engelli olduğunu göreceksiniz... Sevgili dinleyenler... Bu ülkede
yaklaşık 700.000 görme engelli vatandaşımız yaşıyormuş...
‘Yaşıyormuş’ diyorum... Nedeni çok basit... Bilmiyordum...
Geçen gün televizyonda kısa bir tanıtım filmi gördüm... ‘Onları
görmezden geldik’ diyordu izlediğim film... Bu söz beni çok etkiledi...
700.000 görme engelli yurttaşımın olduğunu bana öğretti... 700.000
kişi demek, bu ülke nüfusunda yaklaşık bin kişide 10 kişi demek...
Ve belki de bu oran daha yüksek... Bizler... Yani görenler...
Yalancı aynalarımıza bakıp şöyle deme şansına sahibiz... ‘ Ey
ayna,güzel ayna... Söyle bana... Benden güzeli, benden yakışıklısı
var mı bu dünyada?...’... Ama her bin kişiden on kişi böyle bir
söz söylemeye gerek duymuyor... Peki sevgili dinleyenler ve dinlermiş
gibi yapanlar, farkında mısınız?.. Bu lafları ederken bile ben...
Bu 700.000 insanı görmezden gelmeye devam ediyorum...
Sanki Düşkronize’yi görmeyenler dinleyemezmiş
gibi... Sanki Düşkronize’yi sadece görenler dinlermiş gibi...
Siz sevgili radyo dinleyen insanlar... Kulağı küçümsemeyen insanlar...
Gözün aldatıcı olabileceğini bilen, hisseden insanlar... Eğer
görenlerden iseniz görmeyenlere üzülmeyin... Onlar yokmuş gibi
yaşamayın yeter... Eğer görmeyenlerden iseniz... Zaten bu dünya
görenlere ait değil!..”
Queensryche’den bir parça yayına girmişti. Elbette
köpek susmuştu... Teknik odaya geçtim. O sırada bir telefon çaldı.
Murat bana bakıyordu. Ben ona bakıyordum... İkimizde radyonun
sahibinden ‘ne zaman telefon gelecek’ diye yarı endişeli yarı
umarsız bekliyorduk. Elbette endişe taşıyan Murat, umarsız olan
bendim... Benim kaybedecek fazla birşeyim yoktu. Sadece akıl sağlığım
için bir sigorta olarak gördüğüm Salı akşamlarını yitirecektim.
Ama Murat burada çalışıyor ve az da olsa para kazanıyordu.
- Alo....
- ............
- Tabii... Kendisi yanımda... Bir saniye...
Telefon banaydı... Kimin aradığını bilemediğim için endişe içinde
telefonu elime aldım... Bir yandan da ‘kim ola ki?’ türünden bir
mimik yaptım... Ama Murat bir tepki vermedi...
- Alo...
- Size teşekkür etmek istiyorum...
Arayan bir bayandı... Herhalde bir dinleyici olmalıydı... Sevinmiştim...
- Neden?...
- Teşekkür ederim...
- Rica ederim...
- Çok teşekkür ediyorum...
- Ne demek!..
- Olsun... Teşekkür ederim...
- Ben teşekkür ederim...
- Sağolun...
- Siz de sağolun...
- Sadece teşekkür etmek için aradım...
- Öyle mi?... Teşekkür ederim...
- İyi akşamlar... Tekrar teşekkürler...
- İyi akşamlar... Ben de teşekkür ederim...
Telefon kapanmıştı... Telefondaki ses yarı ağlamak yarı gülmek
arasında bir köprü kurmuş ve o köprüden bana bir dolu teşekkür
göndermişti... Belki gören belki görme engelli bir dinleyiciydi...
Gerçi bir parça hissetmiştim... Dinleyicinin görme engelli olup
olmadığını anlamıştım. Ama bu önemli değildi...
Yayın devam etmeliydi... Sırada Styx vardı...
‘Crystal Ball’ vardı.
.............................................................
Gecenin biriydi... Nihayet yorgun argın son seferini yapan bir
belediye otobüsüyle evime Karşıyaka’ya ulaşmıştım... Hala kulağımda
telefondaki ses çınlıyordu... Bir akşam bile olsa hayattan soluk
alabildiğim salı akşamlarını seviyordum. Neredeyse gece gündüz,
haftanın yedi günü korkunç bir fabrikada bir Patates Tarlası’nda
Korkuluk olarak çalıştığımı bile unutmak üzereydim. O sırada evimin
telefonu çaldı...
Elbette bir anda irkildim... Gecenin birinde
çalan telefonlara pek alışık değildim... Ve zaten onları sevmezdim.
- Hayırdır inşallah!... Bu saatte... Alo!...
- ...................
- Sen misin Ahmet?...
- ...............
- Yok yok... Rahatsız etmedin... Yeni girdim zaten eve... Radyodaydım...
- .......................................................................
- Yok canım... Önemli değil... İstediğin saatte arayabilirsin....
- ...........................................................................................
- Rica ederim.... Lafı mı olur!... Sana da iyi geceler...
Arayan fabrikadan bir işçi arkadaştı... Bana
teşekkür ediyordu... Gündüz yaşanan bir olay esnasında işçi düşmanı
yalakalar kralı şef mühendise karşı kendisini savunduğum için
teşekkür ediyordu. Teşekkür edemeden uyku tutmadığını, içinde
kaldığını, gündüz fırsat bulamadığını, akşam mesaisinden geldiğinden
beri evimi arayıp durduğunu söylemişti...
Birşeyi anlamıyordum... Bu kadar teşekkür edilecek
bir adam olmadığım halde bir gün içinde kendimi zorlayacak derecede
teşekkür almıştım ( bu kadar teşekkürnameyi lisede bile almamıştım)...
Üstelik bu teşekkürler havadan sudan söylenen alışkanlık teşekkürleri
olmamıştı. Öte yandan yaptığım şeyler olağanüstü şeyler değildi
ya da radyo programında sarfettiğim sözler olağanüstü sözler değildi.
Ben sadece yapılması gerekenleri yapmıştım. Söylenmesi gereken
birkaç söz söylemiştim... Demek ki bu kadarı bile insanlardan
bol bol teşekkür almaya yetiyordu... Demek ki bu kadarı bile insanları
mutlu memnun etmeye yetiyordu...
Yatağıma uzandığımda telefondaki kızcağızın sesi
rüyalarıma girecek gibi görünüyordu... Daha doğrusu duyuluyordu...
Radyonun sahibi ne derse desindi... Beni programda anlattıklarım
hakkında bu akşama dek kimseler aramamış olabilirdi... Ama bu
akşam bir kişi aramıştı... Düşkronize üzerine düşeni yapmıştı...
Göğsüme herkesin göremeyeceği bir madalya takılmıştı... Ötesi
önemli değildi...
Yakın bir zamanda tüm hayatımı kaplayan geçen
yüzyıldan kalma işimi ve salı akşamlarımı, radyoyu, Düşkronize’yi
yitirecek olmam beni üzmüyordu... Bir parça istediğimi elde etmiştim...
Ben bu işleri galiba para için yapmıyordum... Belki de bu yüzden
yapılması gerekenlerden birkaç şey yapıyordum...
Eşyasız bekar evimin su saati yine mühürlenmişti...
Sular akmıyordu... Bulaşıklar kurumuştu.
İçmeye çay bile yoktu.
Neyse ki Lütfiye vardı.
Onun sıcak nefesi vardı.
Ne de olsa yedi ceddi sokak kedisiydi...