SAYI 59 / 15 EKİM 2005

 

DÜŞKRONİZE

Gürkan Haydar Kılıçarslan
empatizan@gmail.com





H
aziran 1996, İzmir

Saat dokuz olmak üzereydi. Her salı olduğu gibi canlı sunacağım programın hazırlıkları içinde yayın odasında yerimi almıştım. Radyoda benden başka sadece pek çok programın sunuculuğunu ve yayın odasının teknisyenliği yürüten, aynı zamanda bana yardımcı olan Murat vardı. Onunla bu radyo programı sayesinde tanışmıştım. İyi bir ikili olmanın ötesinde iyi de dost olmuştuk. Bununla beraber iyi bir ikili olmamız sayısız yayin hatası yapmamıza engel değildi.

Ben kısa hikayelerimi mikrofona okurdum. Arada sırada nadiren bir gece önce yazmış olduğum metinlerin dışına çıkardım. Murat sıraladığım şarkıları yayına girerdi. Aramızda bir camekan bulunurdu. Kulaklarımda kocaman bir kulaklık takılıydı. Elbette aradaki camekana rağmen mikrofon ve kulaklık aracılığıyla konuşabiliyorduk.

Aslında bu radyo programı işini dört yıl önce kafaya koymuştum. Özel radyolar yasaları olmadığı halde tüm radyo frekanslarını kaplayınca böyle bir şey yapmayı okul yıllarımda hayal etmiş, dostlarıma ‘medya kralı’ olacağımı ilan etmiştim. Bir demo kaset bile hazırlamış, İstanbul’da yayın yapan bir radyoya bırakmıştım. Uzun bir zaman sonra radyodan beni aramışlar ve programa başlayabileceğimi söylemişlerdi. Elbette havalara uçmuştum. Ne var ki, bana verilen randevu günü inanması güç gelebilir ama ülkedeki tüm radyolar apansız kapatılmıştı. Hükümet özel radyoların kanunsuz yayın yaptıklarını gerekçe göstererek tüm radyolarla beraber elbette benim yayın yapacağım radyoyu da kapatmıştı. Aradan bir süre geçmiş, hükümet değişikliği yaşanmıştı. Yeni hükümet ilgili yasayı çıkartarak özel radyoların tekrar yayına başlayacağını duyurmuştu. Ben de yeni bir umutla tekrar aynı radyoya koşmuştum. Ama bir hayal kırıklığına daha uğramıştım. O radyo bir daha açılmamıştı...

Aradan bir süre daha geçmişti. Gözüme yeni bir radyoyu daha kestirmiş, bir demo kaset daha hazırlayarak o radyoya bırakmıştım. Bir süre sonra o radyodan da aranmıştım. Bir randevu daha almıştım. İlki kadar olmasa da yine havalara uçmuştum (Bu defa yere daha yakın uçmuştum...). Radyoya gidip yönetici ile görüşmüştüm... Programımın kabul edildiği, Cuma ve Cumartesi geceleri olmak üzere bir hafta sonra yayına başlayabileceğim söylenmişti. Cuma akşamı radyoya gitmiş ve yeni bir hayal kırıklığı biçimiyle daha tanışmıştım. Programımı kabul eden yönetici, gündüz saatlerinde radyo yönetiminin tamamen değiştiğini, tüm programların iptal edildiğini, hatta kendi durumunun bile sallantıda olduğunu belirterek teşekkür ederek benden özür dilemişti...

Yılmamıştım... Üçüncü bir radyoyu gözüme kestirmiş, bir demo kaset daha hazırlayıp o radyoya da teslim etmiştim. Oldukça uzun bir zaman sonra cevap almıştım. Programa başlayabileceğim söylenmişti. Ne var ki eşyalarımı çoktan İstanbul’dan göndermiştim. İstanbul’u terketmeye hazırlandığım için bu kez ben teşekkür etmiştim. Okulum bitmiş ve İstanbul’da bir gün daha geçirebilecek maddi duruma sahip değildim.

İki yıl sonra İzmir’de mesleğimle yani muhendislikle ilgili olarak ilk işimde çalışmaya başlamıştım. Günlerden bir gün çalıştığım şirkete bir adam gelmişti. Bir radyocuydu. Radyolarına şirketimizden reklam alabilmek için gelmişti. Reklam almak amacıyla geldiği için bana da pek sıcakkanlı davranmıştı. Aylar sonra bir kasetle bu defa da bu radyoya gelmiştim. Ve inanması güç ama hem kabul edilmişti hem de yayınlar başlamıştı.

Programım düşler, rüyalar, kabuslar üzerineydi. Rüyalarımı anlatıyordum. Elbette anlattığım herşeyi görmüş değildim. Biraz da bazen destekli bazen desteksiz atıyordum. Arada sırada çeşitli konular hakkında bilir bilmez birşeyler yumurtluyordum. Programa öyle telefonla filan katılmak yoktu. Hatta radyonun telefon numarasını bile yayın sırasında söylemiyordum. İstek parçası filan da çalmıyordum. Çok seyrek olarak ayda yılda bir, zaten radyonun telefon numarasını bilenler tarafından yayın esnasında bazı telefonlar alıyordum. Onlar da istek parçası isteyenler oluyordu. Ben de bu tek tük arayanları kırmıyor, isteklerini arşivde bulunuyorsa yerine getiriyordum. Ama bu arayanlar bile iki elin sayısını geçmezdi...

Kesinlikle bu işten zırnık kazanmıyordum. Kazanmak şöyle dursun, canlı sunduğum programın hatıra maksadıyla kaydettiğimiz kayıt kasetlerini bile kendim karşılıyordum. Anlattığım küçük hikayelerin arasında sadece rock müziğine ait parçalar yayınlıyordum. Zaten yayın yaptığım radyo yerli müzik yayını yapmıyordu.

Radyonun sahibi bu işi zevk için yapan bir adamdı. Pek para kazandırmayan yerel radyoculuğu tamamen keyfi için yürütüyordu. Son zamanlarda işler yolunda gitmediği için radyoyu satmaktan bahsetmeye başlamıştı. Bana da iki hafta önce şöyle demişti.

“ Yaa... Senin program iyi hoş ama... Pek dinlenmiyor galiba... Biraz ağır kaçıyor galiba... Daha ne kadar sürdürmeyi düşünüyorsun?...”
Çalıştığım fabrikada durumum sallantıdaydı... Fazla işçi dostu olduğum konusunda uyarılmıştım. Haftanın bir akşamı sadece zevkim için yürütüğüm bir saatlik zavallı programım da ağır olduğu için sallantıdaydı... Büyük olasılıkla pek yakın bir zamanda haftanın yedi günü de, yedi akşamı da sadece bana ait olacaktı...
- Şşşşt Murat!.. Alooo!.. Saat dokuzu beş geçiyor... Hala hazır değil mi?..
Murat önündeki kocaman teknik masada her zaman yaşayageldiğimiz bir teknik sorunla boğuşuyordu. Yayına başlayamamıştık. Artık sabırsızlanmaya başlamıştım... Mikrofon ve kulaklık yardımıyla konuşuyorduk.
- Tamam... Hallettim... Jenerik giriyorum...
Jenerik müziğimiz Roger Waters’ dandı ve nihayet başlamıştı. Ne var ki tam bu sırada radyonun sahibinin köpeği havlamaya başlamıştı... Köpek akşamları içerde tutuluyordu. Yayın odasının kapalı olan kapısına rağmen köpeğin havlamalarını duyabiliyordum... Murat seslendi.
- İşe bak... Havlamaya başladı...
- Duyulur mu ben konuşurken?..
- Hem de nasıl!.. Sen hazır ol!.. Ben şurdan hemen susturayım şu iti...

Köpek, Murat’ın bulunduğu teknik odanın kapısına yakın bir yere bağlıydı... Murat kulaklığını çıkartmış, köpeği susturmaya çalışıyordu. Ben her hafta olduğu gibi hoş bir kalp kıpırtısıyla tüm İzmir’e seslenecek olmanın küçük heyecanı içindeydim.

Aslında belki de radyonun sahibi haklıydı... Teknik olarak tüm İzmir’e ve ilçelerine sesleniyor olabilirdim. Ama kimse beni duymuyor olabilirdi. Acaba koca İzmir’de üçbuçuk milyon insanın yaşadığı bir şehirde bir Allah’ın kulu beni duyuyor muydu, anlattıklarımı dinliyor muydu, doğrusu artık ben de şüphe içindeydim... Gerçekten de programda anlattıklarım hakkında bir tanecik telefon almış değildim... Faks filan gelmişti ama telefonlar benim için çalmıyordu!
- Hoşt!.. Sus bakayım... Sahibinin iti ne olacak!... Sus!..
Murat köpeği susturmayı başaramamış, masadaki yerine dönmüş, kulaklığı kulağına takmıştı. Bir yandan da hala köpeğe laf yetiştiriyordu...
- Bu it susmayacak... Radyoya bak!.. Yahu radyoya köpek bırakılır mı hiç?...
- Murat!... Roger Waters bitiyor... Ben başlıyorum...
- Tamam abi.... Sen başla!.. Aynı sahibi gibi itoğluit... Sussana lan!..

Ben mikrofona konuşmaya başlamıştım... Programın girişini yapmıştım... Fakat o sırada bir telefonun çaldığını farkettim... Ama artık yayındaydım... Kısa süreliğine bu dünyadan uzaklaşmalıydım... Sözlerimi bitirince işaret parmağımla Murat’a ilk şarkıyı yayına girmesini işaret ettim... Şarkı başlamıştı. Black Sabbath idi... Rock parçaları genellikle beş dakikadan az olmadığı için kulaklığımı çıkartıp merak içinde Murat’ın bulunduğu teknik odaya geçtim. Neyse ki köpek havlamayı kesmişti.... Murat gülümsüyordu...

- Hapı yuttuk...
- Ne oldu?..
- Konuşmalarımız... Hepsi yayında duyulmuş... Arayan bir arkadaştı... Köpeğin havlamaları da duyulmuş... Acayip gülmüşler...
- Yapma ya...

Radyonun sahibi ya da radyonun sahibinin sevgilisi olan kadın!.. İkisinden biri mutlaka yayınları dinlerdi... Yapacak bir şey yoktu... Üstelik bu ite de bayılırlardı... İkimiz de gülüyorduk... Daha önce esprisini yaptığımız durum başımıza gelmişti... Sakarlıklarımıza bir yenisini daha eklemiştik... Ama bu hepsinden daha tehlikeli bir sakarlık olmuştu... Sonumuz gelmişe benziyordu.

İlk parça bittikten sonra ikinci konuşmamı yaparken hafif yollu bir espriyle az önce yaşanan ‘teknik aksaklıktan’ ötürü dinleyicilerden özür dilemeyi ihmal etmemiştim. İkinci parçamız her hafta olduğu gibi en az on dakikalık bir çay kahve şarkısı olduğu için ikimiz de kulaklıklarımızı çıkarır çıkarmaz alt katta bulunan mutfağa indik ( Deep Purpleidan ‘Child in Time’ iyi bir seçimdi.). Her hafta olduğu gibi çayımızı kahvemizi hazırladık. Keyfimize düşkündük. Çaysız kahvesiz program sunmazdık... On dakikalık şarkımız bitmeye yakın yukarı çıktık... Köpek yine havlıyordu. Çaresiz tekrar yayına girdim...

“ Dün gece rüya değil rüyalar görmek için yatağa uzandım... Uzun zamandır rüya göremiyordum... Ama bu kez iyi hazırlanmıştım... Sabaha kadar en az üç tane rüya görmeyi umuyordum. Ne var ki ben böyle hesaplar içinde yatakta bir sağa bir sola, döne dolaşa çarşafa dolanmışken birtakım sesler işittim... Hemen irkildim... Sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordum... Derken evimin penceresinin açıldığını farkettim... Acaba ‘ben mi açık bıraktım’ diye düşündüğüm sırada bir karaltının pencereden içeriye daldığını gördüm... Korkmaya başlamıştım... Bu da nesiydi böyle?.. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum ki ikinci bir karaltının daha açık pencereden odama daldığını farkettim... Korkudan dilim tutulmuştu... İki hırsız evime girmişti... Üstelik ikisi de tepemde dikilmişlerdi. Acaba bunlar ‘hırsız değil de beni öldürmeye mi geldiler’ diye düşünmeye başlamıştım. Aynı anda başucumdaki sehpanın üzerinde iki paketin bulunduğunu gördüm... Korku içinde uyandım... Dilim damağım kurumuştu... Başucumda duran su şişesinden birkaç yudum aldım ve tekrar yastığa gömüldüm... Fakat tekrar uyumak o kadar kolay olmadı... Sabah uyandığımda başucumdaki sehpanın üzerinde hiçbirşey yoktu... Hırsızlar kalan rüyalarımı çalmışlardı...”

Köpek inadına ben konuşurken havlıyor, müzik başladığı zaman susuyordu... Bu kez şarkımız kısa olduğu için yayın odasından çıkmayıp aslında sigara içmenin yasak olduğu bu mekanda bir sigara tüttürerek çayımı yudumlamaya ve bir sonraki notlarıma göz gezdirmeye başladım... Müziğin kısılmasıyla beraber tekrar kulaklıklarımı takmış ve Murat’ın işaretini beklemeye koyulmuştum... Ve işaret gelmişti... Elbette işaretle beraber köpek bir kez daha havlamaya başlamıştı...

“ Sevgili Düşkronize dinleyenleri ve dinlermiş gibi yapanları... Şimdi... Hepimizi... Bu ülkenin, varsayalım 65 milyon insanını biner kişilik gruplara bölsek, dağıtsak... Göreceğiz ki her bin kişinin içinde bazı göremeyenler var... Varsayalım bu dağılım tam da eşit olsun... Oran eşit dağılsın... Bu dağılımın sonunda bin kişilik grup içinde 8 ya da 12 kişinin göremediğini, görme engelli olduğunu göreceksiniz... Sevgili dinleyenler... Bu ülkede yaklaşık 700.000 görme engelli vatandaşımız yaşıyormuş...

‘Yaşıyormuş’ diyorum... Nedeni çok basit... Bilmiyordum... Geçen gün televizyonda kısa bir tanıtım filmi gördüm... ‘Onları görmezden geldik’ diyordu izlediğim film... Bu söz beni çok etkiledi... 700.000 görme engelli yurttaşımın olduğunu bana öğretti... 700.000 kişi demek, bu ülke nüfusunda yaklaşık bin kişide 10 kişi demek... Ve belki de bu oran daha yüksek... Bizler... Yani görenler... Yalancı aynalarımıza bakıp şöyle deme şansına sahibiz... ‘ Ey ayna,güzel ayna... Söyle bana... Benden güzeli, benden yakışıklısı var mı bu dünyada?...’... Ama her bin kişiden on kişi böyle bir söz söylemeye gerek duymuyor... Peki sevgili dinleyenler ve dinlermiş gibi yapanlar, farkında mısınız?.. Bu lafları ederken bile ben... Bu 700.000 insanı görmezden gelmeye devam ediyorum...

Sanki Düşkronize’yi görmeyenler dinleyemezmiş gibi... Sanki Düşkronize’yi sadece görenler dinlermiş gibi... Siz sevgili radyo dinleyen insanlar... Kulağı küçümsemeyen insanlar... Gözün aldatıcı olabileceğini bilen, hisseden insanlar... Eğer görenlerden iseniz görmeyenlere üzülmeyin... Onlar yokmuş gibi yaşamayın yeter... Eğer görmeyenlerden iseniz... Zaten bu dünya görenlere ait değil!..”

Queensryche’den bir parça yayına girmişti. Elbette köpek susmuştu... Teknik odaya geçtim. O sırada bir telefon çaldı. Murat bana bakıyordu. Ben ona bakıyordum... İkimizde radyonun sahibinden ‘ne zaman telefon gelecek’ diye yarı endişeli yarı umarsız bekliyorduk. Elbette endişe taşıyan Murat, umarsız olan bendim... Benim kaybedecek fazla birşeyim yoktu. Sadece akıl sağlığım için bir sigorta olarak gördüğüm Salı akşamlarını yitirecektim. Ama Murat burada çalışıyor ve az da olsa para kazanıyordu.

- Alo....
- ............
- Tabii... Kendisi yanımda... Bir saniye...
Telefon banaydı... Kimin aradığını bilemediğim için endişe içinde telefonu elime aldım... Bir yandan da ‘kim ola ki?’ türünden bir mimik yaptım... Ama Murat bir tepki vermedi...
- Alo...
- Size teşekkür etmek istiyorum...
Arayan bir bayandı... Herhalde bir dinleyici olmalıydı... Sevinmiştim...
- Neden?...
- Teşekkür ederim...
- Rica ederim...
- Çok teşekkür ediyorum...
- Ne demek!..
- Olsun... Teşekkür ederim...
- Ben teşekkür ederim...
- Sağolun...
- Siz de sağolun...
- Sadece teşekkür etmek için aradım...
- Öyle mi?... Teşekkür ederim...
- İyi akşamlar... Tekrar teşekkürler...
- İyi akşamlar... Ben de teşekkür ederim...

Telefon kapanmıştı... Telefondaki ses yarı ağlamak yarı gülmek arasında bir köprü kurmuş ve o köprüden bana bir dolu teşekkür göndermişti... Belki gören belki görme engelli bir dinleyiciydi... Gerçi bir parça hissetmiştim... Dinleyicinin görme engelli olup olmadığını anlamıştım. Ama bu önemli değildi...

Yayın devam etmeliydi... Sırada Styx vardı... ‘Crystal Ball’ vardı.
.............................................................
Gecenin biriydi... Nihayet yorgun argın son seferini yapan bir belediye otobüsüyle evime Karşıyaka’ya ulaşmıştım... Hala kulağımda telefondaki ses çınlıyordu... Bir akşam bile olsa hayattan soluk alabildiğim salı akşamlarını seviyordum. Neredeyse gece gündüz, haftanın yedi günü korkunç bir fabrikada bir Patates Tarlası’nda Korkuluk olarak çalıştığımı bile unutmak üzereydim. O sırada evimin telefonu çaldı...

Elbette bir anda irkildim... Gecenin birinde çalan telefonlara pek alışık değildim... Ve zaten onları sevmezdim.
- Hayırdır inşallah!... Bu saatte... Alo!...
- ...................
- Sen misin Ahmet?...
- ...............
- Yok yok... Rahatsız etmedin... Yeni girdim zaten eve... Radyodaydım...
- .......................................................................
- Yok canım... Önemli değil... İstediğin saatte arayabilirsin....
- ...........................................................................................
- Rica ederim.... Lafı mı olur!... Sana da iyi geceler...

Arayan fabrikadan bir işçi arkadaştı... Bana teşekkür ediyordu... Gündüz yaşanan bir olay esnasında işçi düşmanı yalakalar kralı şef mühendise karşı kendisini savunduğum için teşekkür ediyordu. Teşekkür edemeden uyku tutmadığını, içinde kaldığını, gündüz fırsat bulamadığını, akşam mesaisinden geldiğinden beri evimi arayıp durduğunu söylemişti...

Birşeyi anlamıyordum... Bu kadar teşekkür edilecek bir adam olmadığım halde bir gün içinde kendimi zorlayacak derecede teşekkür almıştım ( bu kadar teşekkürnameyi lisede bile almamıştım)... Üstelik bu teşekkürler havadan sudan söylenen alışkanlık teşekkürleri olmamıştı. Öte yandan yaptığım şeyler olağanüstü şeyler değildi ya da radyo programında sarfettiğim sözler olağanüstü sözler değildi. Ben sadece yapılması gerekenleri yapmıştım. Söylenmesi gereken birkaç söz söylemiştim... Demek ki bu kadarı bile insanlardan bol bol teşekkür almaya yetiyordu... Demek ki bu kadarı bile insanları mutlu memnun etmeye yetiyordu...

Yatağıma uzandığımda telefondaki kızcağızın sesi rüyalarıma girecek gibi görünüyordu... Daha doğrusu duyuluyordu... Radyonun sahibi ne derse desindi... Beni programda anlattıklarım hakkında bu akşama dek kimseler aramamış olabilirdi... Ama bu akşam bir kişi aramıştı... Düşkronize üzerine düşeni yapmıştı... Göğsüme herkesin göremeyeceği bir madalya takılmıştı... Ötesi önemli değildi...

Yakın bir zamanda tüm hayatımı kaplayan geçen yüzyıldan kalma işimi ve salı akşamlarımı, radyoyu, Düşkronize’yi yitirecek olmam beni üzmüyordu... Bir parça istediğimi elde etmiştim... Ben bu işleri galiba para için yapmıyordum... Belki de bu yüzden yapılması gerekenlerden birkaç şey yapıyordum...

Eşyasız bekar evimin su saati yine mühürlenmişti...
Sular akmıyordu... Bulaşıklar kurumuştu.
İçmeye çay bile yoktu.
Neyse ki Lütfiye vardı.
Onun sıcak nefesi vardı.
Ne de olsa yedi ceddi sokak kedisiydi...



Karşıyaka Izmir 2001