Ülkemizde
“Fikir ve Sanat Eserleri Kanu”nun ve “sanatçı hakları” meselesinin
tartışıldığı şu günlerde, dolaysız olarak konuyla bağlantısı bulunan
bir örnekten yola çıkarak alternatif bir açıdan olaya yaklaşmayı
deneyeceğim. Mesele daha çok “sanatçı-galerici”, “sanatçı-müzayedeci”,
“sanatçı-yayıncı” gibi eksenlerde ele alınırken burada değerlendireceğimiz
olgular konunun “sanatçı-sanatçı” ilişkileri çerçevesinde de tartışılmasını
hedefleyecek. Bu yazıyla sanatçı kimdir, sanatsal yaratımın sınırları
nedir, sanatçının hakları nerede başlar, nerede biter gibi sorulara
bir “üçüncü dünya sanatçısı”nın ve aktivistinin verdiği yanıtları
aktarırken konunun sanıldığından çok daha geniş, rakamsal ifadeleri
aşan teorik bağlamları olduğunu göstermeyi umuyorum.
Alexander
Brener, özellikle çağdaş sanatlara ilgi duyanların mutlaka tanıdığını
sandığım, 1961 Kazakistan doğumlu bir sanatçı. Onun sanatsal aktiviteleri
edebiyatı, resmi, performansı ve enstalasyon çalışmalarını içerecek
kadar geniş bir çerçevede yer alıyor. Eski Sovyetler Birliği’nde,
Leningrad Pedagoji Enstitüsü’nde filoloji öğrenimi görmüş olan
Brener Alma-Ata’da başlayan yaşamını Moskova, Tel Aviv, Viyana
ve Londra’da sürdürmüştür. İlk zamanlar bir şairken, sözün bittiği
yerde sanatın daha radikal türlerine doğru yönelmiştir.
Dünya Alexander Brener’i 4 Ocak 1997 tarihinde,
Stedelijk Museum’da (Amsterdam, Hollanda) Rus ressam Kazimir Malevich’in
eseri Suprematism 1920-1927’nin üzerine yeşil
renkte sprey boyayla dolar işareti çizdiğinde tanıdı. Beyaz fon
üzerinde beyaz renkte bir haçın yer aldığı resmin bu şekilde tahrip
edilmesi sanat çevrelerinde büyük bir şok etkisi yarattı ve birçok
seçkin entelektüel bunun vandalizm ve barbarlık olduğunu iddia
ettiler. Dolar işaretinin çarmıha gerildiğini ifade etmek istediğini
söyleyen Brener müzenin güvenlik görevlilerine teslim oldu ve
gözaltındayken eyleminin “sanat dünyasındaki yozlaşmaya ve ticarileşmeye”
karşı bir protesto olduğunu ve bu anlamda performance
art olarak görülebileceğini açıkladı. Amsterdam Ağır
Ceza Mahkemesi ise böyle düşünmüyordu, Brener 10 ay hapis cezası
aldı. Dava öncesi gözaltı süresi göz önüne alınarak cezası 5 ay
indirildi ve 2 yıl boyunca Stedelijk Museum’a girişi yasaklandı.
Cezaevindeyken sanatçı kendisine uygulanan ağır cezayı protesto
etmek için açlık grevi yaptı.
Alexander Brener mahkeme sırasında gerçekleştirdiği
eylemi şöyle savunuyordu: “Haç çilenin, $ ise ticaretin bir sembolüdür.
Hümaniter anlamda İsa’nın fikirleri paradan daha önemli. Benim
yaptığım bu resme karşı DEĞİLDİR, eylemimi Malevich’le diyalog
olarak görüyorum.” Brener ayrıca, aslında “Malevich’in dünyayı
değiştirmek istediğini ve bugün onun statüsünün maalesef $ işaretiyle
ölçüldüğünü” iddia eder. Bir taraftan Brener aleyhinde ciddi tepkiler
gelirken, o günlerde onu savunanlar da vardır. Aralarında Eda
Cufer, Goran Dordevic gibi geçmişte Brener’i tanıyan ve onunla
çeşitli vesilelerle işbirliği yapmış olan isimlerin bulunduğu
bir grup sanatçı 11 Şubat 1997’de bir destek mektubu yazarlar.
Bu mektubun yazarları sanat yapıtlarına yapılan saldırıların yasallaşması
gibi bir talepleri olmadığını fakat tarihte –sanat adına yapılan-
çok az örneği olan bu tür vakaların bir kısmının meşru olduğunu,
Malevich’in yapıtının söz konusu müzede henüz yeterince aydınlatılmamış
bazı kuşkulu ilişkiler sonucunda yer aldığını ve bugün bir meta
değeri kazanarak ticarileşmesinin protesto edilmesi gerektiğini,
bunun Malevich’e değil mevcut sisteme bir taarruz olduğunu öne
sürerek Alexander Brener’in “performans”ını meşru gördüklerini
ve desteklediklerini bildirdiler. Destek Mektubu’nun yazarlarına
göre Alexander Brener politik demokrasiye inanmamaktadır, fakat
“demokratik sanat”a inanır. “Bu, zihinsel ve spiritüel özgürlük
ve ahlaki gelişim için verilen bireysel mücadelenin sanatıdır.
Politik demokrasi imkânsızdır çünkü toplumun her üyesinin topyekün
sorumluluğunu gerektirir. Böylece, sanat, demokratik kişisel ilerleme
için kullanılabilecek iyi bir araçtır.”
Malevich’in yapıtına yapılan saldırı, görüldüğü
gibi nereden bakıldığına göre bambaşka, birbirine taban tabana
zıt görüşlere dayanak oluyor. Sanat piyasasının oligarklarının
ve yasal düzenin perspektifinden bakıldığında bu “sanatçının hakları”na
yapılan, affedilmez bir tecavüzdür. Brener ve arkadaşları gibi,
belki de “sanat gerillası” olarak tanımlayabileceğimiz insanların
bakış açısına göre ise gerçekleştirilen protestonun kendisi, tahrip
edilen yapıtı da içerecek şekilde bir sanatsal etkinlik değerine
sahiptir. Onlara göre, bu eylemlerin milyonlarca dolara alınıp
satılamaması onların sanatsal olmadıkları anlamına gelmez.
Brener’in
Stedelijk Museum’daki eylemini tekil, herhangi bir kuramsal ve
felsefi dayanağı olmayan arızi bir olay olarak görmek yanılgı
olur. Diyebiliriz ki, Alexander Brener ömrünü adeta bu tür eylemlere/performanslara
adamıştır. Mesela 1994 yılında Moskova Güzel Sanatlar Müzesi’nde
Van Gogh’un bir resminin önünde dururken “Vincent, Vincent” diye
bağırarak donuna sıçmıştır. Sanatçı bu eylemi ise “modernizmin
başlangıcı ile bir diyalog” olarak tanımlar. Brener’i destekleyen
sanatçılar topluluğunun paylaştığı görüşe göre burada “‘dondaki
dışkı’nın ikili bir anlamı söz konusudur-hem bu sanat yapıtının
neden olduğu büyük bir zevk hem de Van Gogh’un indirgendiği monolitik
ideolojinin sembolik bir maddileşmesi olarak dışkı kavramı vurgulanır.”
Kendisi de bir şair olan Brener ünlü Rus şair
Yevgeniy Yevtuşenko şiir okurken kalabalık içinde ayağa kalkmış
ve “sükûnet, annem uyumak istiyor” diye bağırarak bölmüştür. Ekim
1995’te Slovenya’nın başkenti Lyublyana’da üç performans gerçekleştirir.
Bunlardan birinde sanatçı Slovenya Parlamentosu ve bir Ortodoks
kilisesi arasında yer alan alandaki tarihi Opera ve Bale Salonu’ndaki
Barok pencereyi tuz buz eder. En çok tartışılan performanslarından
biri ise sosyalizm döneminde yıkılan bir Ortodoks kilisesinin
alanı üzerinde yapılmış olan yüzme havuzunun atlama tahtasında,
insanların şaşkın bakışları altında yaptığı mastürbasyondur.
Alexander Brener, bir taraftan sanat eylemlerini
sürdürürken diğer yandan gerçekleştirdiği performansları kuramsal
düzeyde temellendirmeyi de ihmal etmemiştir. Çalışma arkadaşı
Barbara Schurz ile birlikte, Foucault’nun “spesifik entelektüel”
kavramını ödünç alarak “yerel ve spesifik direnişçi” terimini
geliştirir. Onların tahayyül ettiği direnişin hedefi küresel kapitalizm,
Batı-merkezli düşünme biçimleri ve kültürel kolonyalizmdir. Yerel
ve spesifik direnişçi evrensel kavramlardan veya parti ve grupların
doktrinlerinden yola çıkarak eylemez; tersine, yarın ne yapılacağını
bilmeden, herhangi bir programa veya stratejiye sahip olmadan,
durmadan hareket eder. “Ne yapılmalıdır?” sorusunun yanıtı “Savaş
zorunludur!” olacaktır. Brener teknolojilerin iktidarla bütünleşmiş
olması nedeniyle, iktidarın toplumlara empoze ettiği yaşam tarzları
reddedilirken “direniş teknolojileri”nden değil “direniş anti-teknolojileri”nden
söz edilmesinin daha doğru olduğunu savunur. Belirli teknolojiler
direniş için kullanılsa dahi, yapısı gereği her teknoloji kaçınılmaz
olarak kendi iktidarını yaratacaktır. Direnişin anti-teknolojileri,
ilk olarak, iktidarın hizmetinde olan kültürel ve bilimsel teknolojilerin
yıkımını; ikinci olarak, iktidarın teknolojilerinin içeremeyeceği
nahoş, memnuniyet yaratmayan, kuşkulu ve çılgın pratiklerin yaratılmasını
gerektirir.
Anti-teknolojiler sanat değildir, fakat aynı zamanda sanat da
sayılabilirler, çünkü herkes sanat yaptığı halde kimse onun ne
olduğunu bilmemektedir. Anti-teknolojiler imkânsız için çabalamaktır
ve hiçbir koşulda bunlar sanat dergilerini süsleyecek yeni bir
fenomen değildir. Brener ve Schurz’a göre “sanat dergileri bir
boka yaramaz!”. Bir anti-teknolojiyi tekrar etmek imkânsızdır,
çünkü bu durumda o teknoloji haline gelir. Bu bağlamda, Halil
Altındere’nin Brener’i takip ederek Esat Tekand’ın Urart Galerisi’ndeki
yapıtlarından biri üzerine yine sprey boyayla dolar işareti çizmesi
Brener’in geliştirdiği ve yinelenmeyerek gerçek değerini kazanması
gereken eylemi mitleştirerek onun anti-teknolojiden teknolojiye
dönüşmesine katkıda bulunmuş ve bir direniş taktiğinin nasıl iktidarın
stratejisi haline gelebileceğine örnek teşkil etmiştir.
Sanatçılar (Brener ve Schurz) anti-teknolojilerin
ortak karakterlerini şu şekilde sıralarlar:
1) Spesifik ve yerel bağlamla bağlantı. Bu spesifik
ve farklı yerelliklerin kendi koşullarına özgü bağlamların dikkate
alınması direnişin etkililiğini sağlar.
2) Makineye karşı bedenin öne çıkarılması. Bedenler anti-teknolojiler
yaratamaz, fakat anti-teknolojiler olarak görülebilirler, onlar
yoluyla anti-teknolojiler görünür ve algılanabilir hale gelir.
3) Vahşi ve “anti-sosyal” etkinlikler. Bunlar ekspresyonizmin
veya daha da ötesi hüsrana uğramış ikonoklazmın herhangi bir türüyle
ortak bir yöne sahip değillerdir.
4) Dekompozisyon ve üretim-dışılık için çabalamak.
5) Süreksizlik için çabalamak.
6) Tüm estetik ve etik doyumların reddi. Hem kendin hem de diğerleri
için sanat yoluyla tatmine hayır! Anti-teknolojiler, sizin kendi
makine-bedenlerinizin faşizmine karşı çırpınan karşı-ataklardır.
7) Normatif dökümantasyonun reddi. Enformasyonları belgeleme ve
takas etme, fakat düşün! Her düşünce kendi spesifik ve fani (politik)
formunu bulmalıdır.
8) Orijinal olmamak. Orijinallik takıntısının aşılması radikal-demokratik
ilkelerin kültürel, sosyal ve politik alana adaptasyonu anlamına
gelir.
Bu
ortak karakteri paylaşan direnişin ve sanatın anti-teknolojilerinin
hedefi iktidarın ablukasına karşı demokratik kültürün yayılışını
mümkün kılmaktadır. Alexander Brener’e göre “barikatlar, şehir
duvarlarındaki grafitiler, banyo duvarlarındaki sloganlar, polise
atılan taşlar-tüm bunlar demokratik kültürün harika taraflarıdır.”
Demokratik kültürün meşalesini taşıyanlar Mahatma Gandhi, Martin
Luther King, vd. kadar “adsız devrimciler, anarşistler, açık sözlü
entellektüeller, umutsuz çocuklar, ayaktakımı ve asiler, nedensizce
hapishanelerde ölenler”dir. Brener toplumsal yaşamın, siyasal
iktidarın ve sanat dünyasının egemenlerine Moscow Art Magazine’deki
“Bir Üçüncü Dünya Sanatçısı” yazısında şöyle seslenir: “Size söz
veriyorum, keskin bir bilince sahip olacağım; kurnaz, becerikli
ve tehlikeli olacağım. Size söz veriyorum, beni batıramayacaksınız
ve sessizliği gömemeyeceksiniz. Söz veriyorum size karşı zeki
ve dikkatli bir biçimde çalışacağım. Söz veriyorum nazik ve soğukkanlı
olacağım ki, size hafif ve gücümü toplayabildiğim yerde vurabileyim,
bir geleceği olmasa da.” (Resmi Görüş, Deneme Sayısı, s. 16)
Görülüyor ki genel anlamda iktidara ve özel olarak
“sanat piyasası”na ve onun spekülatif mekanizmaları içinde gelir
elde eden tüccarlara karşı Alexander Brener’in uzlaşmaz bir tavrı
var. Bu piyasanın köşe başlarını tutmuş olanların, kendi hakim
pozisyonlarının verdiği güvenle Brener’i “vandalizm”le suçlaması
ise bir muhabbet tellalının sevgisiyle öpüşen kızı fahişelikle
suçlaması gibi görünüyor.
Önyargılı suçlamalara girişmeden önce,
sorulması gereken sorular şudur: Tüm estetik ve sanatsal değerlendirmelerin
ötesinde, sanat yapıtlarını parasal ilişkilere ve ticarete konu
eden kapitalist sistem mi suçludur yoksa bu sistemin her şeyi
metalaştıran ve yabancılaştıran doğasını açığa çıkaran eylemlerle
sanat yapıtlarını tahrip eden sanatçılar mı? Açıkçası, bir sanat
sosyologu olarak kendimde yargılama hakkını görmüyorum. Yapmak
istediğim daha çok, eğer “suç” olarak tanımlanabilecek bir olgu
varsa bunun her iki tarafça da paylaşıldığını göstermek. Sonuçta,
bırakın bir resmi milyonlarca dolarlık alışverişlerin konusu etmeyi
veya sprey boyayla üzerine bir şeyler çiziktirmeyi, yapıtın maddi
varlığına müdahale etmeyen her “okuma” ya da “ izleme” de birer
anlamsal tahriptir aslında. Hiçbir zaman yapıt sanatçının “kapattığı”
bütün olarak kalmaz. O açıktır. Bu anlamda, bazen öyle yapıt okumaları
vardır ki bunlar yapıtı fiziksel bir müdahaleden çok daha fazla
dönüşüme veya tahribe uğratırlar. Bu durumda ne yapılacak? Acaba
bir süre sonra, yapıtı nasıl okumamız gerektiği konusunda yasal
düzenlemeler de mi gündeme gelecek? Maalesef tek boyutlu düşünen
birçok entelektüel ve sanatı tek yönlü, mekanik okumalarla kısırlaştıran
profesyonel sanat tarihçileri daha böylesi bir “yasal düzenleme”
gerçekleşmeden sanat izleyicisinin zihnini yeteri derecede kodluyorlar.
Ülkemizde asıl sorun belki de, sanatçı haklarından önce “izleyici
hakları” sorununun çözülmesi ve sanat izleyicisinin yapıtları
özgürce yorumlayabilmesine engel olan çağdışı entelektüel manipülasyon
odaklarına karşı koyulmasıdır.