Vasili Vasilikos’un aynı adlı romanından Costa
Gavras’ın sinemaya uyarladığı Z ya da ölümsüz
adlı film yıllar yılı Türkiye’de yasaklı filmlerden biri oldu.
Film, o dönem Türkiye’nin tarihi başdüşmanı olan Yunanistan’da
geçiyor ve konu olarak 1970’lerin politik ve sosyal olayları işleniyordu.
Türk güvenlik görevlileri Yunan güvenlik görevlilerinin filmdeki
rollerinden rahatsızlık duyarak, onları korumak istemişlerdi Türkiye’de
filmi yasaklayarak. Nereli olurlarsa olsunlar askerleri asker
olmayanların anlaması güç. Nitekim Hindu dininde ya da geleneğinde
bile sadece asker kastının et yemesi yasak değil. Onlar zaten
bütün toplumlarda piramitin tepelerinde değil midirler?
Eylül ayı çok özel bir aydır. Ne temmuz rehaveti
ne ağustos boğuculuğu vardır onda. Sadece mevsim dönmez eylülde,
insanlar da bir dönüşüm içine girerler. Okullar açılır örneğin,
memurlar tayin olur, üniversite şehirlerinde ev bulmak zorlaşır.
Kıyı köyleri, kasabaları yaz yorgunluğuna bürünürken, kentler
yeniden kalabalıklarına kavuşur.
17 yaşımdayım. Yıl 1985, Türkiye’de fiili askeri
yönetimin hemen ardı, askerlerle uyum içinde bir hükümet. Aksi
zaten düşünülemez. Şimdi olduğu gibi anlamaya çalışıyorum o zamanlar
da. Okuyorum, kitap çeşitliliği pek yok; zaten her gece televizyonda
gençler önlerinde kitaplarla yasadışı örgüt üyeliği suçlamasıyla
gösteriliyor. Televizyon tek kanal ve sabah akşam devlet ideolojisinin
propagandası var. Toplum hızla lumpenleştirilmekteydi.
Orhan Pamuk, ‘Cevdet Bey ve Oğulları’yla geleceğin
büyük bir romancısı olacağının ilk işaretini vermiş. Ahmet Altan
ile Latife Tekin’in ilk romanları yayınlanmış ve Yalçın Küçük
onları Eylülist olmakla suçlamıştı. Yeni Türkü, Çağdaş Türkü ve
Ezginin Günlüğü de daha bilinir olmuşlardı. Nevzat Çelik de ilk
şiir kitabını çıkarmış ve bu kitap ülkenin kültürel yaşantısında
özellikle Ahmet Kaya’nın besteleriyle bütünleşerek bir dönüm noktası
oluşturmuştu. O dönem fantastik kurgu gibi olacak ama cep telefonları,
Cd’ler, internet, bankamatikler, kredi kartları yoktu. Kasetlere
kayıtlar yapılıyor, kimi zaman da kaset sarıyordu. İnsanların
pek de öyle lüksleri yoktu ama borçları da bugünkü gibi. Gençler
arasındaki sigara tüketimi de bugünkü gibi değildi.
Asıl sorun ülkemizin kültürel yaşantısındaki
süreksizlik. Her bir askeri müdahale kültürel akışı da engeller.
Toplumun kendisine ve bireylerin birbirine karşı olan güvenini
de zedeler. Askerler bireyleri ya da toplumu kendi yöntemleriyle
cezalandırarak ‘us’landırmaya çalışırlar dünyanın her yerinde,
bütün ordularında. Ülkemizde kültürel akışın sürekliliğinin 12
Eylül’de kesilmesinin sonucunda ortaya çıkan sorunlar hala daha
çözümlenmiş değil. Böylece hayat ülkemizde hep böyle sil baştan
sisifosvari şekilde devam eder. Oysa ki süreklilik içinde zaten
her şey değişir, her şey dönüşür. Dil de değişir. Olumlu anlam
taşıyan sözcüklerin anlamları olumsuzlaşır, ya da tersi. Anonim
ya da sonradan anonimleşmiş bir çok türkü yöreden yöreye farklı
melodilerle söylenegelir. 400 yıllık süreç içinde yüzlerce Pir
Sultan, Dadaloğlu çıkar Anadolu’nun bağrından.
Nitekim biz kıymetini bilemesek de Anadolu’nun
bu zengin melodileri çok sayıda müzisyenin ilgisini çekmiş, Macar
besteci Bela Bartok birçok eserinde bu ezgileri kullanmıştır.
Konuyu
bunca örümcek ağı haline getirdikten sonra o ağlardan bir koza
örelim şimdi. Cumhuriyet dönemini aydınlanma, sonrasını rönesansa
benzetirsek bu süreçte Ruhi Su’nun yeri, bir ilk olması nedeniyle
tartışılmaz bir şekilde önem taşır.
Halk türküleri şüphesiz bütün çağlarda bütün
kültürlerde halkın ortak duygularının bir ifadesi olarak var olmuştur.
Anadolu halkının da kimi zaman sosyal nedenlerle kimi zamansa
bireysel nedenlerle yaşadıkları türkülerle bize ulaşmıştır. Ancak
türkülerin derlenmesi ve güne uygun bir söyleyişle yaygınlaştırılması
başlı başına bir çalışmadır. Bir opera sanatçısı olan Ruhi Su
politik nedenlerde geçirdiği tutsaklık sürecinin ardından kendini
tamamen bu işe adamıştır.
Halk türkülerinin yeni müzik formlarına sokulmasına Ekim devriminden
sonra Azerbaycan’da başlandı. Azerilerin bugün dünya çapında müzisyenlerinin
olmasının en önemli nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Ruhi
Su bu yöntemi ülkemizde başarıyla uygulamış yegane kişidir. Geçmişle
gelecek ya da kentle kır arasındaki kültürel kopukluğun giderilmesinde
tartışılmaz etkisi olmuştur. Bu, elbette ki, tehlikeli bir iştir,
ve bedeli ağır ödenmiştir.
Su’nun 1980 darbesiyle radyoda ve televizyonda
sesi bir daha duyulmamış, 1985 yılında da yurtdışına tedavi amaçlı
çıkmasına izin verilmemiş ve Eylülün 20. günü hayatını kaybetmiştir.
Her ne kadar sonradan kurulan Ruhi Su dostlar korosu çeşitli etkinlikler
düzenlemiş olsa da devletin eğitim ve belleksiz toplum oluşturma
politikalarının sistematikliği karşısında bugün müzikle ilgilenen
gençler bile ne yazık ki onu tanımamaktadır.
Anadolu’nun zengin ezgileri günümüzde caz ve
rock dahil çeşitli formlarda yorumlanabiliyorsa, aryalar haline
getirilip söylenebiliyorsa Ruhi Su bu yolda bir köprüdür. Yaşantımda
ise bir dönüm noktası. Onun sesiyle melodi ile lirikler arasındaki
uyumu keşfettim.
Ruhi Su’nun yaşadıkları askerler tarafından öldürülen
Victor Jara, sürgünde yıllar geçiren Inti İllimani, şarkıları
yasaklanan Theodorakis’den pek de farklı değildi. Onlar da halklarının
seslerini dünyaya duyuruyorlar ve özgürlük istemlerini haykırıyorlardı.
Savaşsız, sömürüsüz bir dünya için Ruhi
Su’nun söylediği türküler hala yankılanmaktadır, daha çok yankılanacak
ve yüreğimizi aydınlatacaktır. Onu yasaklayanlar tarihin çöplüğünde
kokuşmaya devam edecektir.