SAYI 53 / 15 EYLÜL2005

 

RUHİ SU’NUN ANISINA

Bora Ercan







V
asili Vasilikos’un aynı adlı romanından Costa Gavras’ın sinemaya uyarladığı Z ya da ölümsüz adlı film yıllar yılı Türkiye’de yasaklı filmlerden biri oldu. Film, o dönem Türkiye’nin tarihi başdüşmanı olan Yunanistan’da geçiyor ve konu olarak 1970’lerin politik ve sosyal olayları işleniyordu. Türk güvenlik görevlileri Yunan güvenlik görevlilerinin filmdeki rollerinden rahatsızlık duyarak, onları korumak istemişlerdi Türkiye’de filmi yasaklayarak. Nereli olurlarsa olsunlar askerleri asker olmayanların anlaması güç. Nitekim Hindu dininde ya da geleneğinde bile sadece asker kastının et yemesi yasak değil. Onlar zaten bütün toplumlarda piramitin tepelerinde değil midirler?

Eylül ayı çok özel bir aydır. Ne temmuz rehaveti ne ağustos boğuculuğu vardır onda. Sadece mevsim dönmez eylülde, insanlar da bir dönüşüm içine girerler. Okullar açılır örneğin, memurlar tayin olur, üniversite şehirlerinde ev bulmak zorlaşır. Kıyı köyleri, kasabaları yaz yorgunluğuna bürünürken, kentler yeniden kalabalıklarına kavuşur.

17 yaşımdayım. Yıl 1985, Türkiye’de fiili askeri yönetimin hemen ardı, askerlerle uyum içinde bir hükümet. Aksi zaten düşünülemez. Şimdi olduğu gibi anlamaya çalışıyorum o zamanlar da. Okuyorum, kitap çeşitliliği pek yok; zaten her gece televizyonda gençler önlerinde kitaplarla yasadışı örgüt üyeliği suçlamasıyla gösteriliyor. Televizyon tek kanal ve sabah akşam devlet ideolojisinin propagandası var. Toplum hızla lumpenleştirilmekteydi.

Orhan Pamuk, ‘Cevdet Bey ve Oğulları’yla geleceğin büyük bir romancısı olacağının ilk işaretini vermiş. Ahmet Altan ile Latife Tekin’in ilk romanları yayınlanmış ve Yalçın Küçük onları Eylülist olmakla suçlamıştı. Yeni Türkü, Çağdaş Türkü ve Ezginin Günlüğü de daha bilinir olmuşlardı. Nevzat Çelik de ilk şiir kitabını çıkarmış ve bu kitap ülkenin kültürel yaşantısında özellikle Ahmet Kaya’nın besteleriyle bütünleşerek bir dönüm noktası oluşturmuştu. O dönem fantastik kurgu gibi olacak ama cep telefonları, Cd’ler, internet, bankamatikler, kredi kartları yoktu. Kasetlere kayıtlar yapılıyor, kimi zaman da kaset sarıyordu. İnsanların pek de öyle lüksleri yoktu ama borçları da bugünkü gibi. Gençler arasındaki sigara tüketimi de bugünkü gibi değildi.

Asıl sorun ülkemizin kültürel yaşantısındaki süreksizlik. Her bir askeri müdahale kültürel akışı da engeller. Toplumun kendisine ve bireylerin birbirine karşı olan güvenini de zedeler. Askerler bireyleri ya da toplumu kendi yöntemleriyle cezalandırarak ‘us’landırmaya çalışırlar dünyanın her yerinde, bütün ordularında. Ülkemizde kültürel akışın sürekliliğinin 12 Eylül’de kesilmesinin sonucunda ortaya çıkan sorunlar hala daha çözümlenmiş değil. Böylece hayat ülkemizde hep böyle sil baştan sisifosvari şekilde devam eder. Oysa ki süreklilik içinde zaten her şey değişir, her şey dönüşür. Dil de değişir. Olumlu anlam taşıyan sözcüklerin anlamları olumsuzlaşır, ya da tersi. Anonim ya da sonradan anonimleşmiş bir çok türkü yöreden yöreye farklı melodilerle söylenegelir. 400 yıllık süreç içinde yüzlerce Pir Sultan, Dadaloğlu çıkar Anadolu’nun bağrından.

Nitekim biz kıymetini bilemesek de Anadolu’nun bu zengin melodileri çok sayıda müzisyenin ilgisini çekmiş, Macar besteci Bela Bartok birçok eserinde bu ezgileri kullanmıştır.

Konuyu bunca örümcek ağı haline getirdikten sonra o ağlardan bir koza örelim şimdi. Cumhuriyet dönemini aydınlanma, sonrasını rönesansa benzetirsek bu süreçte Ruhi Su’nun yeri, bir ilk olması nedeniyle tartışılmaz bir şekilde önem taşır.

Halk türküleri şüphesiz bütün çağlarda bütün kültürlerde halkın ortak duygularının bir ifadesi olarak var olmuştur. Anadolu halkının da kimi zaman sosyal nedenlerle kimi zamansa bireysel nedenlerle yaşadıkları türkülerle bize ulaşmıştır. Ancak türkülerin derlenmesi ve güne uygun bir söyleyişle yaygınlaştırılması başlı başına bir çalışmadır. Bir opera sanatçısı olan Ruhi Su politik nedenlerde geçirdiği tutsaklık sürecinin ardından kendini tamamen bu işe adamıştır.


Halk türkülerinin yeni müzik formlarına sokulmasına Ekim devriminden sonra Azerbaycan’da başlandı. Azerilerin bugün dünya çapında müzisyenlerinin olmasının en önemli nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Ruhi Su bu yöntemi ülkemizde başarıyla uygulamış yegane kişidir. Geçmişle gelecek ya da kentle kır arasındaki kültürel kopukluğun giderilmesinde tartışılmaz etkisi olmuştur. Bu, elbette ki, tehlikeli bir iştir, ve bedeli ağır ödenmiştir.

Su’nun 1980 darbesiyle radyoda ve televizyonda sesi bir daha duyulmamış, 1985 yılında da yurtdışına tedavi amaçlı çıkmasına izin verilmemiş ve Eylülün 20. günü hayatını kaybetmiştir. Her ne kadar sonradan kurulan Ruhi Su dostlar korosu çeşitli etkinlikler düzenlemiş olsa da devletin eğitim ve belleksiz toplum oluşturma politikalarının sistematikliği karşısında bugün müzikle ilgilenen gençler bile ne yazık ki onu tanımamaktadır.

Anadolu’nun zengin ezgileri günümüzde caz ve rock dahil çeşitli formlarda yorumlanabiliyorsa, aryalar haline getirilip söylenebiliyorsa Ruhi Su bu yolda bir köprüdür. Yaşantımda ise bir dönüm noktası. Onun sesiyle melodi ile lirikler arasındaki uyumu keşfettim.

Ruhi Su’nun yaşadıkları askerler tarafından öldürülen Victor Jara, sürgünde yıllar geçiren Inti İllimani, şarkıları yasaklanan Theodorakis’den pek de farklı değildi. Onlar da halklarının seslerini dünyaya duyuruyorlar ve özgürlük istemlerini haykırıyorlardı.

Savaşsız, sömürüsüz bir dünya için Ruhi Su’nun söylediği türküler hala yankılanmaktadır, daha çok yankılanacak ve yüreğimizi aydınlatacaktır. Onu yasaklayanlar tarihin çöplüğünde kokuşmaya devam edecektir.