Bütün
zamanların en sapkın yazarlarından olan Marquis De Sade, bir edebiyatçı
olduğu kadar bir felsefecidir aynı zamanda. Onun, tekrarlamalar
ve rakamsal obsesyonlarla dolu, uzun diyaloglarla (Platon da diyaloglarla
yazıyordu) felsefi görüşlerin tartışıldığı metinleri aslında Aydınlanma
Çağı’nın felsefe klasikleri arasında sayılabilir.
Swinburne’e göre Sade’ın “lanetli sayfalarında
titreyen nefes, kasırgalarla ortalığı allak bullak etmeye hazırdır.
Biraz daha yaklaştığınız zaman çamurlara bulanmış bu kanlı leşte
evrensel ruhun atardamarlarını bulursunuz: Oralarda tanrısal kan
dolaşır. Çirkef göğün mavisini yansıtan bu pis sularda Tanrı’ya
ait bir şeyler vardır.” (1) Bu sayfaların lanetli olduğu ve Sade’ın
yapıtının kanlı bir leşi andırdığı kesindir. Orada, insani tahayyülün
tasavvur edebileceği en sıradışı, en sapkın ve akıl almaz deneyimler
ifade edilir. Cinsellik, şiddet ve her türden yasak-aşımı Sade’ın
yapıtlarında iç içe geçmiştir. Tipolojik olarak iki ayrı karakter
kümesi vardır. Bir tarafta, kendi hazları ve kural tanımaz mutlulukları
için, “özgürce” eyleyerek, tüm toplumsal ilkeleri, değerleri ve
erdemleri ayaklar altına alan ve bu eylemleri sonucunda sürekli
kazançlı çıkan, galip olan kişiler yer alır. Onlar din adamı,
soylu, iş adamı veya devlet yetkilisi olabilirler. Statülerini
kendi amaçları için sınırsızca kullanmaktan çekinmezler. Diğer
yanda ise erdemliler vardır. Onlar kurbanlardır. Hayatları boyunca
İsa’nın öğretisine göre, erdemlerle donanmış olarak yaşamışlardır.
Kendilerine tokat atıldığında diğer yanaklarını çevirirler. Fakat,
bu tokatların sonu bir türlü gelmez! İşkenceler ve cinayetlerle
dolu kitaplar boyunca Sadik roman kahramanları ve kurbanlar saatlerce
felsefi konuları tartışırlar. Sade görüşlerini bu diyalogsal yapı
içinde kahramanlarına söyletir. Ve bu, sonuçları ve uygulamaları
ne kadar ürpertici olursa olsun bir “ahlâk felsefesi”dir. Sade
Nietzsche üzerinden 20. ve 21. yüzyılın postmodern felsefesine
doğru uzanan bir “yeni ahlâk” önermektedir. Bu ahlâkın Weber’in
sorunsallaştırdığı “Protestan ahlâkı”ndan daha fazla kapitalizmin
ruhuna uygun düştüğü düşünülebilir. Kapitalist sermaye birikiminin
sınır tanımazlığıyla Sade’ın yine sınır tanımayan haz deneyimlerinin
birikim rejimleri arasında bir tekabüliyet var gibi durmaktadır.
Marquis De Sade’ın birbirinin aynısı (ve bu yönüyle
ne kadar edebi karakter oldukları da tartışılabilecek) karakterlerinden
birisi olan Don Severino, Justine’e seslenirken bu “yeni ahlâk”ın
temel ilkelerini dile getirmektedir: “...Dürüstlük mü? Biz bunu
bilmeyiz; insanlık mı? Tek zevkimiz her türlü kuralı yıkmaktır;
din mi? Bizim için boş bir inanç, dini tanıdıkça daha çok aşağılıyoruz;
yakınlık... Arkadaşlık... Adaletlilik? Bunlardan hiçbiri yok burada
sevgili kızım; burada egoizm, acımasızlık, ahlâksızlık ve en üst
düzeyde inançsızlıktan başka bir şey bulamayacaksınız...” (2)
Bataille’ın da belirttiği gibi “Sade’ın eserlerindeki canavarlık
bunaltıcıdır; anlamı yaratan da bu sıkıntıdır.” (3) Karanlık kişiler,
toplumdan uzak, yalıtılmış, gizli mekânlarında (Sodom’un
120 Günü’nde bu mekân uçurumlar arasında doğal bir
hapishaneyi andıran Silling Şatosu’dur. Şatoyu çevreleyen duvarlar
ve su kanalı da bu izolasyonu pekiştirmektedir) adeta “dinsel”
bir sorumluluk duygusuyla canavarca eylemlerini gerçekleştirirler.
Sürekli olarak tekrarlar ve rakamsal obsesyonlar söz konusudur.
Kaç kere kırbaç atıldı, kaç kez hangi türden bir acı verildi;
sıralamalar, kurbanların sayısı, vs. çok önemlidir. Bu, apaçık
ibadetleri andırmaktadır. Tüm ibadet ritüelleri rakamlara dayanır
ve tekrarlamaları içerir. Sade’ın “ateistliği” ve “sekülerliği”yle
başları dönmüş olan bugünün bazı entelektüelleri ondaki bu dinsel/mistik
boyutu göremezler. Belki de fazlasıyla içeriden yapılan yorumlamalar
Sadist ahlâk felsefesinin bütününü görebilecek ve eleştirebilecek
yeterli mesafeyi koruyamamaktadır.
Ali Akay’ın da vurguladığı gibi, Sade romanlarında
(her zaman olmasa da) kurbanın gözünden, onun bakış açısından
yola çıkarak bir anlatım oluşturur. (4) Kurbanın duyguları ve
deneyimlerine dair düşündükleri önemlidir. Yazar bir objektif
anlatıcı olarak öyküyü sunduğunda ise bir söylem önerir ya da
yarattığı kahramanların fikirlerini savunur görünmemektedir. Hatta
(belki de bir parodi olarak) ortalama ahlâki kurallara dayanan
bir eleştiriyle taşkın kahramanlarının eylemlerini kınadığı da
görülür. Sade kurbanlarına acımaktadır. Şöyle der: “...Yazık,
böylesi bir ıssızlıkta ne kural ne de din tanımayan, suçla eğlenen
ve tutkulardan başka kaygısı olmayan ve iğrenç şehvet oyunlarının
imparatorluk yasalarından başka ölçü tanımayan bir şehvet düşkününün
insafına kalan bahtsıza bin kere yazık!...”
***
Ahlâk felsefesi dendiğinde akla sadece çağlar boyu evrensel hümaniter
değerler olarak kabul edilmiş, genel iyi ve doğruların dile getirilmesi
anlaşılmamalıdır. Tanrının ve dinlerin söylemiyle örtüşen bir
“iyilik ahlâkı”nın (Nietzsche’ye göre köle ahlâkı)
karşısına koyulan bir “kötülük felsefesi” yine “ahlâk felsefesi”
alanı içinde problemlerini tartışmaktadır. Özellikle Sade, Nietzsche,
Baudelaire, Poe, Kafka, Genet, Bataille ve Burgess gibi felsefeci,
şair ve yazarlar aynı “kötülük” ve “sapkınlık” çizgisini paylaşırlar.
Bu bir kaçış çizgisi olarak görülebilir (Deleuze-Guattari). Bu
felsefenin Aydınlanma geleneği ve Modernizmle ne türden bir bağlantısı
olduğu sorulabilir. Yaygın bir retorik olarak Aydınlanma hep hümanizmle,
insanın yaşamını daha iyi, daha olumlu ve özgür yönde geliştirmek
amaçlarıyla birlikte ele alındı. Şimdi, insanlara yönelik haz
temelli şiddetin, tahakküm ilişkilerinin ve zorbalığın nasıl bir
“Aydınlanma” oluşturduğu problemi gündeme gelecektir. Öncelikle,
Aydınlanmanın tahakküm ilişkileriyle bir çelişkisi yoktur. Bunu
netleştirmek gerekir. Aydınlanma hareketi hiçbir zaman “aşağıdan”,
bir taban hareketi olarak gelişmemiştir. Aydınlanma projesi başlangıcından
bugüne tahakkümün ve iktidarın olumlanmasını içinde barındırmıştır.
Adorno ve Horkheimer’a göre Aydınlanma Düşüncesi’nin doğuşundan
Nazizme doğru uzanan bir hat vardır. Marquis De Sade da pekâla
bu hattın içinde görülebilir. Fakat çok temel bir farkla: Sadik
kahramanların tahakkümü ve şiddeti, nesneleri olan insanların
hayatının daha olumlu ve yaşanabilir doğrultuda geliştirilmesi
iddiasıyla uygulanmaz. Burada söz konusu olan, Sadist eylemi gerçekleştiren
öznenin kendi özgürlüğü ve bu özgürlüğün Hıristiyanlığın ve tüm
toplumsal/geleneksel değer yargılarının denetiminden azade olarak
yaşanmasıdır. Ulusların, ülkelerin, kıtaların ve giderek tüm dünyanın
dönüştürülmesi şeklinde beliren majör Aydınlanma projesine (ya
da projelerine) karşı minör bir aydınlanma girişimi... Eğer Aydınlanma
düşüncesinin ve pratiğinin temel meselelerinden birinin dinle
hesaplaşmak ve onu sorgulamak olduğu kabul edilecekse, Marquis
De Sade’ın yapıtlarının tamamı bu konuya adanmış gibidir. Din,
dinsel ilkeler, kurallar ve din adamları sürekli olarak topa tutulur.
Yazar, Justine/Erdemin Felaketleri’nde
doğanın kendi kendine yettiğini ve bir yaratıcıya ihtiyacı olmadığını
iddia eder. (6) Doğanın her türlü üretimi, onu belirleyen kanunlar
sonucu ortaya çıkan etkilerdir; etkinliği ve sürüp giden tepkiselliği,
özünde bir hareket gerektirir ve bir Hükümdar’ın bu harekete gereksiz
unsurlar katmasına ihtiyaç duyulmamaktadır. Sade’a göre tüm dinler
ikiyüzlülüğün izlerini taşımaktadır. Justine’de
Bressac Kontu, yazarın din anlayışını ortaya koymaktadır: “Mantığı
ortadan kaldıran sırlar, doğayı hiçe sayan dogmalar ve alay ve
tiksintiden başka bir şey uyandırmayan grotesk törenler. Bunlar
arasında aşağılanmayı ve nefretimizi özel olarak hak eden ise
Therese, içinde doğduğumuz söylenen bu barbar Hıristiyanlık yasaları
değil midir? En dayanılmazı bu değil mi?... Kalbimizi ve ruhumuzu
bu kadar tiksindiren başka bir din olabilir mi?” (7) Sade metinlerini
özellikle Hıristiyanlığı karalamak ve İsa’nın sahip olduğu öne
sürülen vasıfları reddetmek üzere yazar. Yarattığı karakterler
Hıristiyanlığın sembollerine ve prensiplerine sürekli olarak taarruz
ederler. İsa bedeninde cisimleştiği iddia edilen Tanrı’ya karşı
sanki Şeytan Sade’ın bedeninde düello ediyor gibidir. Sade, yüzyıllarca
Şeytanla ilişkilendirilen insan ruhunun karanlık köşelerini savunmuş
ve felsefesini bu lanetlenmiş bölgede inşa etmiştir.
Nietzsche
bir sonraki yüzyılda anlaşılacağına inanıyordu ve bir bağlamda
gerçekten de böyle oldu. Birileri onu anladıklarını söylediler
ve kendi seslerinde onu anlattılar. Sade ise anlayış ve anlaşılmayı
hiç beklemiyor gibiydi. O lanetlenmiş olduğu bilinciyle yaşıyordu
ve bu yazgıyı değiştirmek gibi bir hedefi yoktu. Ümitsizdi ve
cezaevlerinde, tutsak olarak geçen günlerinde gelecekten bir beklentisi
yoktu. Üstelik Fransız Devrimi’nin çalkantıları sırasında çok
değer verdiği Sodom’un 120 Günü’nün
elyazmalarını da kaybetmişti. Sağlığında onları bir daha hiç göremeyecek,
bunlar ancak rastlantılar sonucu bulunacak ve ölümünden sonra
yayınlanacaktı. Yaşadığı bu trajedi tıpkı Gestapo’dan kaçarken
alıntı yaptığı defterleri kaybeden ve bir anlamda entelektüel
açıdan, asıl intiharından önce ölen Walter Benjamin’in yaşadıkları
gibidir. Durumu kabullenmişti ve vasiyetinin de ifade ettiği gibi
tam anlamıyla yok olmayı arzuluyordu. Kendisine ait toprakların
ücra bir köşesine gömülmek istiyordu. Çaresizlik içinde şunları
yazmıştı: “Kapatıldıktan sonra çukurun tam üstüne meşe palamutları
dikilsin; söz konusu çukurun bulunduğu toprak parçasına ağaç dikilmesini
ve koruluğun, önceden olduğu gibi ağaçlarla kaplanmasını istiyorum;
ne toprakta mezarımdan en küçük bir iz kalmalı ne de insanların
hafızasında bana dair bir anı.” (8)
Her ne kadar o adının dahi insanlığın hafızasından
silinmesini arzulasa da, adı bir dizi psiko-patolojinin genel
adı olarak psikiyatri literatürüne geçti. Romanları birçok dile
çevrildi ve best seller’lar arasında
yer aldı. Yazgının bir diğer oyunu! Sade eğer bugün yazsa, kitaplarını
kamuya açık mekânlarda imzalayan popüler bir yazar olurdu ve anlattığı
“aşırı” deneyimler post-sadist dünyanın modern aşırılıkları yanında
belki de biraz nahif kalırdı.
Adını silmek isteyen yazar belki bunu bir yönüyle
başaramadı ama başka bir açıdan bu süreç fazlasıyla gerçekleşti.
Sade esasında bir felsefeciydi, ama bu yönüyle düşünce tarihi
yazarlarının dikkatini çekemedi. Bataille’ın da ifade ettiği gibi
o “Kötülüğü seviyordu ve bütün eserlerinde Kötülüğü,
arzu edilebilir bir şey haline getirmek istiyordu; sevdiği için
onu ne kınayabiliyor, ne de olumlayabiliyordu: Sade’ın anlattığı
sefih filozoflar da kendilerince aynısını
yapıyorlardı; ama yararlarını övdükleri eylemlerden, onların lanetli
yanlarını çekip çıkaracak bir ilke bulamadılar, bulamazlardı da...”
(9) Fakat Sade bunu yaptı ve Sadik eylemlerin lanetli yanlarını
ortaya çıkaracak “ilke”yi felsefi olarak ortaya koydu. Platon
bir filozoftu ve Sade gibi diyaloglar yazıyordu; Marx felsefesini
felsefeden uzak gibi görünen bir dilin (ekonomi) grameri içinde
kurdu ve anlattı; Nietzsche’nin de diyalogları ve imgeleri vardı.
Bir filozof daima oldukça soyut olan fikirleriyle
hayat arasında bir bağ kurmayı arzular (praksis).
Sade’da felsefenin hayatla temas kurduğu bağlar ve dolayımlar
edebi praksis içinde tezahür ederler. Fakat bu onu, bir edebiyatçı
olmaktan daha az felsefeci yapmaz.
Burada amacımız ahlâk felsefesi adına bir
öneride bulunmak değil, Marquis De Sade’ın yapıtının (bir tür
karşı-ahlâk felsefesi formunda) Ahlâk Felsefesi denen alan içinde
olduğunu tanıtlamaktı. Felsefi araştırmalarda Nietzsche’ye ve
ardıllarına uzanan çizginin Sade’dan başladığını görmek ve göstermek
önemli bir tarihsel ve kuramsal boşluğu dolduracaktır.
* Araştırma Görevlisi, Anadolu Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Dipnotlar:
1. Swinburne’den Aktaran Georges Bataille, Edebiyat ve Kötülük,
Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1997, s. 80
2. Marquis De Sade, Justine/Erdemin Felâketleri,
Çev: Birsel Uzma, Çiviyazıları, İstanbul, 2000, s. 152
3. Georges Bataille, a.g.y., s. 92
4. Bkz. Ali Akay, Minör Politika, Bağlam Yay.,
İstanbul, 2000
5. Maquis De Sade, Sodom’un 120 Günü, Çev: Birsel
Uzma, Çiviyazıları, İstanbul, 2000, s. 62-63
6. Marquis De Sade, Justine/Erdemin Felâketleri,
s. 69-70