SAYI 47 / 15 TEMMUZ 2005

 

BİR DÜŞÜNCE DEVRİMİNİN 100. YILI

Haydar Gürkan Kılıçarslan




2002 yılında 2005 yılının önemini kavramış ve UNESCO’ya, UNICEF’e ve hatta IMF’ye mesajlar göndermiş, 3 yıl sonrası için hazırlıkların 3 yıl öncesinden yapılması gerektiğini uzun uzun anlatmıştım. Lakin bir Allah’ın uluslararası nitelikte kulu kölesi de “evet, haklısınız, ne kadar akıllısınız, siz olmasaydınız biz bunu akıl edemeyecektik” diyerek geri dönmemiş ve bu satırların yazarını hayal kırıklığı ve hüsran türbülansına gark etmişlerdi. Lakin, bugün gurur ve vakar içinde görüyorum ki, önerilerim IMF dışında tüm ilgili kurumlar tarafından ciddiye alınmış ve dünyanın dört bir ucağında ve bucağında uygulanıyor, önerilerin sahibi adamdan sayılmasa bile…

Bundan tam 100 yıl önce insanlık tarihinde önemli bir adım atıldı. Her ne kadar aradan 100 yıl geçmesine rağmen atılan adımın önemini bırakın, atılan adımdan haberi olmayan ve bu adımı anlayamayan okumuş ve okunmuş kimseler tarafından dünyanın irili ufaklı tüm iktidar odakları elegeçirilmiş olsa da dünya gezegeni üzerinde bu adımın Neil Armstrong’un mehtaplı gecelerimize bıraktığı küçük adımdan çok daha manidar olduğunu anlayan insanlar her daim var oldu ve olmaya da devam edecek.

1879 yılında Almanya’da bir çocuk dünyaya geldi. Üç yaşına kadar konuşma becerisi gösteremedi. Okul yaşantısı, egemen ve kanıksanmış, kısacası vasat anlayışların değerlendirme düzeyinde oldukça vasattı. Zaten ziyadesiyle isyankardı. Daha 10’lu yaşlarda bir çocuk, kışlaya döndürülmüş ve ezbere dayalı eğitim sisteminden nefret ediyordu. Hatta çok bilmiş öğretmenlerinden biri, ona açıkça “senden ne köy olur, ne de kasaba” demişti. Bu sözü hakedecek ne yapmıştı? Kendinden ne köy ne de kasaba olası genç, kendisine sunulanlara değil, kendisini ilgilendirenlere ilgi duymaktaydı. Uzun ve dolu entel sözün kısası, kafasına göre takılmaktaydı. Çünkü neye sahip olduğunu biliyordu.

Daha yetişkinliğe ulaşmadan önceki yıllardı. Birdenbire dine sarıldı. Babasını ortodoksluktan uzaklaştığı için suçlamaya başladı. Şiddetli tartışmalar yaşandı. Fakat bir süre sonra dini duygular sakinleşti, aniden matematik ve felsefe çevresini sarmaya başladı. “Düşünce deneyleri” işte bu sıralarda başladı. Laboratuar, küflü bir binanın sodyum nitrat kokulu odalarında değil, kıvrımların kenarında çitler olmayan bir beyindeydi.

O beyin, Albert Einstein’ın beyniydi. İşte çoğu zaman dikkate alınmayan ve yanlış anlaşılan, daha doğrusu anlaşılamayan “büyük sır” tam da buradaydı. Ölümünden bu yana 50 yıl, Özel Relativite veya İzafiyet ya da Görecilik Teorisi’ni sunduğu makalenin yayınlanmasından bu yana 100 yıl geçtiği halde hala Einstein’in dehasını 150 ya da 160 IQ katsayısında gören “VASATGİLLER” familyası dünyanın dört bir yanını meyve sinekleri gibi işgal etmeye yazık ki devam ediyorlar. Halbuki çok basit bir gerçektir ki, Einstein’in dehası IQ katsayısının yüksekliğinden değildir. IQ katsayısı dehanın basit bit ölçümüdür. Einstein’in dehası beyninin kıvrımlarından geçen yolların kenarlarında hiçbir çitin yer almamasıydı.

( Anlamayanlar için kolaylık: Bu durum tıpkı şuna benzer. Sorun kendinize… Herhangi bir Ağustos günü 38 Celcius derece olduğu için mi sıcaktır? Ya da 40 derece ateşiniz olduğu için mi ateşiniz vardır? )
……….
Bu arada Albert’in babasının işleri kötüledi ve ailecek Kuzey İtalya’ya taşınıldı. Albert okulunu bırakmak ve Alman vatandaşlığından da vazgeçmek zorunda kaldı. Bir yıl kadar dağlarda, kırlarda dolaştı, müzeleri gezdi, lise günlerini unutmaya çalıştı. Sonra aniden Zürih Teknoloji Enstitüsü’ne katılmaya karar verdi. Fakat giriş sınavını kaybetti, çünkü zooloji, botanik ve dilden başarısızdı. Fakat bir yıllık bir çalışmadan sonra hem enstitüye girdi, hem de İsviçre vatandaşı oldu. Ne var ki Albert’in Enstitü yılları da benzer isyankar davranış modelleri ile dopdoluydu. Derslerin çoğuna katılmadı, canı ne isterse onu okudu. Okul laboratuarını yasadışı kullandı. Öğretmenlerin çoğu tarafından bırakın sevilmeyen olmayı, nefret edilen öğrenci haline geldi. Yıllar sonra kendisine katkılar sağlayacak olan Matematik öğretmeni Minkowski tarafından “Tembel Köpek” olarak nitelendi. İki büyük mezuniyet sınavından dostundan edindiği notları sınavlardan çok kısa bir süre önce okuyarak güç bela geçebildi.

Sonrası mı? Aslında sonrası çok önemli değil. Bu yazı dizisinin maksadı da zaten Einstein’in hayat hikayesini özetlemekten çok Einstein’in kritik dönüm noktalarını belirlemek. Çünkü birkaç dönüm noktası var ki, işte onlar Albert’i dünyaya Einstein olarak tanıttılar. Aksi halde Albert Einstein sadece Albert olarak ya da başka deyişle tanınmamış herhangi bir dahi olarak yaşamaya devam edecek ve koca bilim, teknik ve felsefe dünyası O’nun sağladığı getirilerden istifade edemeyecekti. Edemeyecekti… Çünkü koca bilim ve felsefe dünyası ipe sapa gelmez mevzulara kilitlenmiş kalmıştı.

Çok kimseler bilmez ama bugunün ortalama, hatta vasat bir ortaokul öğrencisi bile Einstein öncesi fizikçiler ve felsefecilerin pekçoğundan çok daha fazla ilim sahibidir. Çünkü yaşını başını almış, keline feline kimselerin dokunamadığı ve hatta aynı çağımız Türkiyesi’nin çeşitli entelektüel, akademik ve menfaat çevreleri gibi çeteleşmiş ve aralarına kimseyi dahil etmeyen o vaktin bilim, akademi ve felsefe çevreleri işi gücü bırakmış, uzayda “Esir” ya da “Eter” denen adı var kendi yok bir ucube konuya takılıp kalmışlardı ( Işin enteresan yanı o dur ki, aynı yaklaşım her daim her çevreye musallat olduğu gibi pek çok çağdaş bilim, sanat ve felsefe çevreleri de benzer takıntılardan muzdarip olmaya devam etmektedirler.).

1905 yılının Haziran ayının 30’unda Elektrodinamik üzerine yayımladığı makalesinde Einstein, Newton Mekaniği çağının sonunu ilan ederken gerçekte o güne dek akıllı fikirli herkese kan kusturmuş Klasik Düşünce Okullarının ve Anaokullarının tamamını geçersiz, daha doğrusu bambaşka yasaların özel bir hali olduğunu ilan ediyordu.

Doğal olarak Einstein’in “Özel Görecelik Kuramı” çoğunluk tarafından dehşet veren anlamsız bakışlarla ve gerçek anlamda “şaşkınlıkla” karşılandı. Çünkü Einstein’in ortaya çıkışıyla artık uzay, eski uzay değildi, fizik eski fizik değildi. Çok kimse bunu itiraf edemiyor ama mecburiyetten hissediyorlardı. Basit olarak zamanın mutlak olmadığı Einstein tarafından ortaya konmuştu. Yıllar sonra gözlemler ile doğrulanacak olan teori, Michelson-Morley deneyi ile ortaya konan ve ışık hızının normal şartlar dahilinde her yerde ve her zaman aynı hıza, saniyede 300.000 km. hıza sahip olduğu, bu hızın bir limit hız olduğu ve fiziksel bir varlık tarafından aşılamayacağı gerçekliğine dayanıyordu. Normal denilen hızlarda ortaya çıkmayan daha doğrusu hissedilemeyen bir olgu, zamanın genleşmesi, ışık hızına yaklaşıldıkça hatırı sayılır boyutlarda hissediliyordu. Öyle ki, teori ile Einstein meşhur ikizler paradoksunu, yani tüm ikizler gibi aynı anda doğmuş iki kardeşin 30’lu yaşlarda yollarını ayırıp, dünyada kalan ikizlerden birinin 70 yaşına ulaştığı halde, uzayda ışık hızına yakın hızlarda gezintiye çıkan diğer ikiz tekinin genç kalmasının, 30 küsür yaşlarda dünyay geri dönmesinin sırrını açıklıyordu.

Peki Özel Relativite’yi herkes anladı mı? Müsaade ederseniz, Einstein hakkındaki bir seri yazının ilki olan bu yazıyı bir parça iddialı bitireceğim. Gerçek muhtemeldir ki, Einstein’in bu teorisini Bertrand Russell dışında hiçbir çağdaşı anlayamadı. Kuantum Mekaniği’nin kurucuları da dahil olmak üzere hiçbir bilim adamı, ortada “armut” gibi duran bir basit gerçekliği dünyaya sunan bu ilginç ve isyankar adamı “aslında” anlayamadı. Aksi olsaydı, bu teori hakkıyla anlaşılmış olsaydı, Özel Relativite Teorisi’nin üzerinden 100 yıl geçtiği halde dünya fizikçileri evrensel kuvvetlerin tamamını bulduklarını sanma yanılgısına düşerek “Birleşik Alanlar Kuramı” gibi hayalet teoriler ile uğraşıyor olmazlardı. Fakat nasıl ki, Isaac Newton kendinden sonraki nesillerin elini kolunu bağladıysa aynı hatayı Albert Einstein da yaptı. Sonuçta Einstein bir dahi de olsa bütün dahiler gibi çokça hata yapabilen bir insandı. Gelecek yazıda Genel Relativite Teorisi ile beraber sözkonusu hatayı da irdelemek dileğiyle, bu ilk yazıyı Einstein’in en sevdiğim ifadelerinden biri ile tamamlamak ve bu vesileyle Einstein’a kimi psikologlar tarafından atılan “IQ’su çok yüksekti ama EQ’su çok düşüktü” iftirasını da şiddetle protesto etmek istiyorum.

Çünkü, “ İnsanların aşka düşmesinin nedeni yerçekimi değildir.” .

Saskatoon-Kanada