Dışarda
pırıl pırıl bir güneş, masmavi bir gökyüzü. Uzun bir yürüyüşe
çıkmak için ideal bir hava. – Son iki haftadır Londra’da dünyanın
her tarafındaki insanlarda oluşturduğu yağmurlu ve nemli Londra
önyargısından çok daha farklı bir hava seyrettiğine değinmeden
edemeyeceğim. -
Kahvaltı sofrasında Guardian gazetesinin
edebiyat ekini okurken İngilizlerin meşhur deneme yazarı William
Hazlitt’in bir yazısını okuyorum: Aşinalığın Verdiği Hazlar...
Hazlitt bu yazısında yeni kitapları okumaktan nefret ediyorum.
Tekrar tekrar okuduğum yirmi ya da otuz kitap var ve bunlardan
başkalarını okumaya hiç isteğim yok diyor. Ölen yazarlara yaşayanlardan
daha fazla güvendiğini söylerken, modern edebiyatın tozu, dumanı
ve gürültüsüyle ölümsüzlüğün saf ve sessiz havasını karşılaştırıyor.
Kahvemi yudumlarken ben de tanıdık olduğum şeylerdeki
farklılıklar üzerine düşünmeye başlıyorum. Tanımadığım bir yerden
tanıdığım bir yere varmak...
Wimbledon diyorum evet Wimbledon. Haritayı kaptığım gibi yanıma
trende giderken okuyacak birşeyler de alarak dışarı çıkıyorum.
Wimbledon dünyaca ünlü tenis turnuvalarının
yapıldığı yer. Herkes televizyonda izlemiştir ve adına aşinadır.
Ama benim Wimbledon’a gidiş nedenim bu değil, zaten tenis mevsimi
de değil henüz. Ben Wimbledon’dan yola çıkıp Richmond’a yürümeye
gidiyorum.
( Cannizaro Park )
İlk defa geldiğim Wimbledon’a varınca haritanın gösterdiği üzere
istasyondan çıkıp sağa dönüyorum. Güneş hala pırıl pırıl ve yakıcı.
Kırmızı tuğlalardan yapılmış eski kütüphaneyi ve bankayı geçiyorum.
Yolun iki tarafında dükkanlar, kafeler, insanlar cıvıl cıvıl bir
ortam. Az sonra konutların çoğaldığı cadde sakinleşiyor ve dükkanların
yerini baharın güneşiyle coşarak çiçeklerini açmış ağaçlara bırakıyor.
Tepeyi tırmanan cadde beni Wimbledon Village’e getiriyor. Burada
haritama bakıp sola doğru kıvrılıp Wimbledon Commons’a (büyük
yeşil alan) doğru yürümeye karar veriyorum. İlk vardığım yer,
içinde 1705’te Kont San Antonio tarafından yaptırılmış sonraları
Oscar Wilde, Alfred Lord Tennyson gibi ünlülerin sık sık ziyaret
ettikleri bir yer haline gelmiş Cannizaro Malikhanesini barındıran
Cannizaro Park. Birinci Dünya Savaşında sonra hastene olarak kullanılan
malikhane şimdi yaşlıların huzurevi.
Yürümeye devam ediyorum. Amacım böylesine bayaz
ve varlıklı İngiliz ailelerin oturduğu bu bölgede kurulmuş Budist
Tapınağa uğrayıp merakımı gidermek. Calonne Road’a sapıp biraz
yürüdükten sonra tapınağın bahçe kapısına varıyorum. Çok kısa
bir an için de olsa bundan üç yıl önce Tayland’ın güneyinde Chaya’daki
Budist manastırının önünde duruşum canlanıyor zihnimde birden
bire. Sanki Tayland’dayım, bahçeye giriyorum. Budhapadipa Tapınağı
geniş bir alana yayılmış, ağaçlar ve çiçeklerle donatılmış patikalarda
yürürken Buda’nın özlü sözlerinden örneklerle de içeriklendirilmiş
bir cennet bahçesi.
Tapınağa girip Pali diliyle söylenen duaları
anlamanıza gerek yok. Bahçede dolaşırken Buda’nın yaşama, erdeme
ve anı yaşamaya dair söylediklerini ağaç kütüklerinden okuyabilirsiniz.
Bu arada muhteşem Tayland mimarisinin Londra’nın hiç ummadığınız
bir köşesinde karşınıza çıkıp sizi uzakdoğuya götürmesi de ayrı
bir keyif. Hafta sonları ve akşamları Therevada Budizmi üzerine
kurslar ve meditasyon toplantıları düzenleniyor. Therevada Budizmi,
uzakdoğunun güney ülkelerinde yaygın olan ve Buda’nın öğretilerinin
hiçbir modernizme ya da yoruma maruz kalmadan ( iddia edildiği
üzere) uygulandığı budizm türü. Buda’ya saygılarımı sunduktan
sonra tapınak bahçesinden çıkıp yoluma devam ediyorum. Artık hedefim
Wimbledon Commons’ı boydan boya yürüyüp Richmond parkına varmak.
(Richmond Park)
Yürürken binicilik yapan gençleri görüyorum,
zaman zaman onların patikalarını takip ediyorum. Bu bölgede atçılık
sporunun yaygın olduğu çok açık, biniciler için yapılmış özel
patikalar at gübrelerinden geçilmiyor. Wimbledon Commons’ın kıyısına
varınca haritama tekrar bakıp Richmond parkına nereden gireceğimi
tespit etmeye çalışıyorum. Ne yaparsam yapayım bir süre anayol
kenarından yürümek zorunda olduğum gerçeği canımı sıkıyor ama
sıkıntım hemen dağılıyor.
Kingston’dayım. Parkın güneyine doğru tepeye
tırmanırken Kingston Üniversitesinin kampüsünün yanından geçiyorum.
Okumak için muhteşem bir yer. Tepeye varınca sağ tarafımın boydan
boya Richmond Parkı olduğunu fark ediyorum. Parkın giriş kapılarından
birine çok yakınım, sağa dönüp içeri giriyorum. Bu bölgede geyikler
yaşıyor. Kendilerini göremiyorum ama geyiklerin özellikle çiftleşme
zamanı olan Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında yanlarına yaklaşılmamasını
söyleyen tabelayla burun buruna geliyorum. Eminim ki geyikler
böyle güneşli Pazar günlerinde ormanın derinliklerindeki gizli
yuvalarına saklanıp meydanı insanlara bırakıyorlar. Ne de olsa
Richmond Parkı içinde üç tane ayrı küçük orman barındırıyor. Yani
park deyince aklınıza Moda ya da Gülhane parkı gibi küçük yeşil
alanlar gelmesin. Londra Avrupa’nın en büyük yeşil alana sahip
metropolü. Bu anlamda kentin yoğun baskısından bunaldığınız zaman
bu doğal parklardan birini seçip yürüyüşe gidebilirsiniz.
(Kingston)
Nehre doğru devam ediyorum. Bitki örtüsü dikkatimi
çekiyor; etrafta ya çimenler ya da büyük ağaçlar var. Demek ki
geyikler küçük çalılıklar ve büyük otlarla besleniyorlar. Az ilerde
demir parmaklıklarla çevrili bir arazi ve büyük bir malikhane
görüyorum. Yüksek çalılıklardan bahçe net olarak görünmüyor, demir
kapıyı açıp içeri giriyorum. Kendimi son derece bakımlı bir gül
bahçesinde buluyorum. Ziyaretçilerin gezmeleri için yapılmış bahçe
yolunda ilerleyip malikhaneye varıyorum. Bir zamanlar 8. Henry’nin
av evi olan malikhane şimdi halka açık bir konaklama yeri. Giriş
katını olduğu gibi günü birlik konuklara çay, kahve hizmeti vermek
üzere çay bahçesine dönüştürmüşler. İçeride de oturacak yerler
var, ama güneş pırıl pırıl insanın kemiklerine kadar ısıtırken
kimsenin içeri girmeye niyeti yok. Herkes yüzünü güneşe dönmüş
masalarında keyifle sohbet edip çaylarını yudumluyorlar. Saatin
4:30 olduğunu fark ediyorum. Evet tam çay saati!
Yola onbeş dakika daha devam ettikten sonra
Richmond Park’ının kuzey kıyısına varıyorum. Tepeden ayaklarımın
altına serilmiş Thames nehrini, onun iki yakasına yayılmış Richmond
semtini ve eski taş köprüyü görüyorum. Güneş hafif alçalmış, nehre
gümüş pırıltılarını saçıyor; gözlerim kamaşıyor birden. Kendimi
tepeden aşağı bırakıyorum. Çimenlik bayırdan nehir kıyısına dek
koşuyorum. Varış noktasına yaklaşınca atağa kalkan koşucular gibi...
Yürüyüşümün bitiş noktası Thames nehrine sıfır mesafedeki Henry’nin
Pub’ı. Nehrin kenarında güneşin turuncu ışınlarını yüzümde keyifle
hissederek bir Guinness (siyah İrlanda birası) içiyorum.
( Thames nehri)
Süre: 3 saat - Başlangıç
Noktası: Wimbledon – Bitiş Noktası:
Richmond