Yukarıdaki
fotoğraf Elliot Erwitt’e ait, zaman 1950, mekan
Kuzey Carolina’da W.W. Norton&Company adlı müessesenin lâvabosu.
Fotoğraf 1988 yılında Londra’da sergilenmiş ve fotoğrafa rastladığım
kaynakta, fotoğrafın altına şu söz iliştirilmişti; “Dostlara
Adil Davranılır, Düşmanlara Yasa Uygulanır.” (1) Ancak,
ne yazık ki, yukarıda sergilenen fotoğraftaki enstantanenin üzerinden
elli beş yıl geçti ve elli beş yıl sonra yani günümüzde, tahakküm
ilişkilerini yukarıdaki anlık görüntüdeki kadar açık ve net yakalayabilmek
fazlasıyla zor. Bir tahakkümü, yukarıdaki fotoğrafın altına iliştirilen
sözdeki kadar duru bir ifadeyle açıklayabilmek ise, imkansız. Zaman
zor, zaman Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı
isimli romanının bir yerinde geçen, “Bir insan bir şeyin olduğunu
bilmiyorsa, onun bunu hatırlamasını beklemek imkansızdır.” (2) cümlesindeki
kadar amnezik. Çünkü biz, gönüllü-unutkanlar, bilinçli-bunaklar,
keskin-bakışlı körler bir bakıma, karmaşıklığın manasızlığına gark
olmuş beşeri varlıklar olarak, anlık görüntülere tekabül edecek
tahlillerde bulunmakta, haklı olarak zorlanırız.
Bu herc ü mercden, bu altüst olmuş, darmadağınık, karmakarışık politik
mekandan hürriyet elde etmenin yolu ise tahakküm odaklarını iyi
belirleyip, mukavemet noktalarını isabetli kılmak; gözüne bir iktidar
kestirip ona muhalefet etmekten ziyade, gizil tahakküm odaklarını
belirleyip ona mukavemet göstermek.
Öyledir çünkü; her iktidar-muhalefet ilişkisi bir sembiyoz ilişkisidir.
Gılles Deleuze, ‘SPİNOZA; Pratik Felsefe’ isimli
eserinde, “ Kederli ruhların desteklemek ve propagandasını yapmak
için bir despota ihtiyaçları olduğu gibi, despotun da amacına ulaşmak
için ruhların kederlenmesine ihtiyacı vardır.” (3) demiş ve bu keder-despot
diyalektiği herhangi bir iktidar-muhalefet ilişkisini kuşkuya yer
bırakmayacak bir biçimde özetlemişti. Öyledir, muhalefet kederlidir
çünkü, ‘hiçbir zaman iktidar olamayacaksın’ şeklindeki kaderi, kederle
karıştırır ve bu keder ‘hiçbir zaman iktidar olamayacaksın’ şeklindeki
kehaneti kırar ve her muhalefeti bir gün iktidar yapar.
Oysa mukavemetin niyeti, kendisine direnç gösterdiği tahakküm gibi,
bir gün bir şeylere hakim olmak değildir. Mukavemet bir buluştur;
bir tahakküm odağının keşfidir. Aldous Huxley’in Ses Sese
Karşı isimli romanın muhafazakar kahramanı Mrs. Quarles,
“Kok kömürü gibidir mutluluk:” demişti, “Başka bir şey yaparken,
bir yan ürün olarak elde edersiniz mutluluğu.” (4) Tahakküm de bir
yan üründür her zaman, bir başka şey yapılırken, bir farkındalık
sorunu yaratarak tahakkümü gizleyen bir hakim davranış şemasıdır.
Zaten unutkanlık bir farkındalık problemidir, hiçbir şeyin ayırdına
varılamayacak şartları haiz hallerde de bir buluş beklenir her zaman.
Beşeri bilimlerde buluş yapmak fenni bilimlerdeki kadar kolay olmasa
da, Foucault bir buluş yapmış ve buluşunun adını da ‘biyo-iktidar’
koymuştu. Foucault, biyo-iktidar kavramıyla, iktidar kavramının
geleneksel yorumlarının güzümüzdeki iktidar uygulamalarını ve devlet
cihazını kavramaya tam olarak yetmediği saptamasından hareketle
yeni bir iktidar tasarımı geliştirmişti. Bu tasarıma göre biyo-iktidar,
yepyeni bir denetleme sistemine tekabül etmekte ve bu anlamda da
geleneksel ‘otorite’, ‘tekyetke’, ‘egemen’ gibi kavramlara başvurarak
anlaşılamaz ve eleştirilemez. Öyle ki, bu yeni iktidar şeması, eski
iktidar tasarımları gibi baskıcı ya da şiddet yanlısı olmayıp tam
tersine yaşamın güzelliklerini çoğaltarak yaşamı daha yaşanır hale
getirdiği için meşrudur, olumlu bir konumdadır ya da öyle görünür.
Dolayısıyla, günümüzün iktidar ve tahakküm ilişkileri ne şiddet
ya da mücadele alanında, ne sözleşme alanında ne de gönüllü kulluk
alanında aranmalıdır. (5) Bu üç isim ya da toplumların tarihini
sınıf savaşımları tarihi (6) olarak gören Karl Marx, iktidar ilişkilerinin
yönetenler ile yönetilenler arasında yapılan bir sözleşmeye dayandığını
savunan (7) Jean-Jacques Rousseau ve iktidara itaati gönüllü kulluk
(8) temelinde inşa eden Etienne de La Boétie kendi dönemlerini ve
belki de önlerindeki yüz yılı çok iyi analiz etseler de, günümüzün
iktidar ve tahakküm ilişkilerini analiz etmekte ve söz konusu ilişkilere
dair eleştirel bir dil geliştirmekte işlevsiz ve yetersiz değilse
de, eksik kalmaktadır. Günümüz iktidarı, geleneksel siyaset teorilerinin
üstüne bir de yeni sıfatını kullanabileceğimiz siyaset teknolojilerini
ekleyerek iktidarı tek bir merkezde toplayıp bireyleri baskılamak
yerine, iktidar ilişkilerini toplumun bütün noktalarına yayıp kişiyi
kendi kendisinin denetçisi konumuna getirmektedir. Bu anlamda yurttaşlarının
bütün sorumluluğunu üzerine alan iktidar, onların bütün bedensel
ihtiyaçlarını bir tür biyo-siyaset uyarınca gidererek, onlarda ruhsal
bir gerileme yaratmaktadır. Biyo-iktidarın bu yolla, “Beden ruhun
hapishanesidir” şeklindeki teolojik ifadeyi tersine çevirmiştir
denilebilir. Bu ifade bugün şu şekle bürünmüştür; “Bir siyasal anatominin
sonucu ve aleti olan ruh; bedenin hapishanesi olan ruh.”(9)
Bir buluş. Georges Perec, ben dahil her okuyanın olağanüstülükle
taçlandırdığı 1978 Medicis ödüllü romanı ‘Yaşam Kullanma
Klavuzu’nun yirmi yedinci bölümünün ilk satırlarında, Emilio
Grifalconi’nin isteği ve direktifleriyle ressam Valéne’nin yaptığı
tabloya dair şu yorumda bulunmuştu: “Donmuş kalmış, taş kesilmiş
bir anı gibi bir şey bu, Magritte’in tablolarına benziyor: taş mı
canlanmıştır yoksa hiçbir zaman silinmeyecek, solmayacak bir resim
gibi yaşam mı mumyalanmıştır, bilinmez.” (10)
Özgürlük iradesi mi taşlaşmıştır yoksa iktidar hiçbir değişim ve
talebe imkan vermeyecek ölçüde ve tarihin sonuna tanıklık etsin
diye bireyin bedenini mi mumyalamıştır, bilinmez. Ama şu kesindir
ki, sistem bu taşlaştırma ve mumyalama mekanizmasını, her yönüyle
apaçık olan bir sistemi sanki bir muammaymış gibi bireylerin beynine
zerk ederek, bireyin ruhunu yapacaklarıyla değerlendirmeyip olduklarıyla
sınırlayarak ve bu bağlamda sürüp giden bir sistemin sürüp gitmesini
sağlayacak meşruiyet bandıyla ya da güvenlik şeridiyle bireyi, bedeninin
sınırlarına denk düşecek bir biçimde sarıp sarmalayarak işletir.
Ne kadar bilimsel ve arkeolojik bir tespit olur bilmem ama; taşlar
ve mumyalar, her ne kadar da tarihsel bir delil olsalar da, tarihi
durduran nesnelerdir ya da belki de tarihi durdurabildikleri oranda
tarihsel delillerdir. Bu anlamda, globalleşmenin nesnesi olan her
birey, üzerlerinde fosiller taşıyan taşlar ve zaten ölmüş bir bedenin
bari çürümesine engel olacak mumyalar olarak, tarihin sonunu ilan
eden tarihsel delillerdir. Ancak, bir önceki cümleden de anlaşılabileceği
gibi, ‘tarihin sonu’ kavramı kendi içinde bir çelişki taşır; bir
‘son’un gerçekten bir ‘son’ olarak anlaşılabilmesi ya da adlandırılabilmesi
için, söz konusu ‘son’un tarih olması gerekir. Bu bağlamda, ‘Bir
daha asla!’ cümlesi herhangi bir birey için aptalcadır. Zira, neyin
son olduğu daha şimdiden bilinemez, bunu tarih yazacaktır; üzerindeki
fosillere hürmeten değişime dirayet gösteren taşlarla, cesedine
hürmeten çürümeye mukavemet eden mumyalarla, yazarına hürmeten silinmemeye
yemin etmiş elyazmalarıyla ya da kendisini biriktirene hürmeten
tozlu raflarda kalmaya boyun eğmiş arşivlerle. Kısacası, ileriye
dönük bir tarih yazılabilir ancak, kimin ya da neyin tarih olduğu
daha şimdiden anlaşılamaz. ‘Tarihin sonu’nu ilan etmek şu an yaşayan
bir bireyin işi olamaz, bizzat tarih ilminin geçmişe dönük bir tahlili
olabilir.
Bu taşlaştırma ve mumyalama mekanizması, Foucault’a hürmeten ve
O’nun diline özenmiş bir şahsın ifadeleriyle şu biçimde özetlenebilir;
globalleşmenin ürettiği bireyin ruhu, henüz varlığını sürdürürken
ya da daha şimdiden bedenleri tarafından mumyalanmıştır ve aynı
ruh yüzeyinde, üzerinden binlerce yılın geçmesine gerek kalmadan,
ideolojik fosiller bulunur.
Bu, beden tarafından mumyalanmış ve daha şimdiden ideolojik fosiller
taşıyan ruh, aynı ruhun tarih üretmesine engel olan mumya-bedenden
ve üzerinde şimdinin fosilini taşıyan ideolojik kalıntılardan nasıl
kurtulur?
Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin Anti-Oedipus
adlı eserine yazdığı önsözde, yukarıda bahsini ettiğimiz ‘taşlaştırma
ve mumyalama mekanizmaları’na karşı mukavemet göstermemizde de yardımcı
olacak, yedi öneride bulunmuştu.(11) Bu önerilerden bir kaçı, şu
ifadelerden oluşutordu;
• ÖNERİ 1; “Siyasi eylemi her türlü birlikçi (unitaire)
ve bütünselleştirici paranoya biçimlerinden kurtarın.”
Ya da denilebilir ki, insanı ‘ne’lik boyutuna indirgeyecek kadar
bir bireycilik mitosuna kapılmamak kaydıyla, kişisel tercihleri
unutturacak denli bir kolektif-yaratıcılık mitosu yaratmayın. Alternatif
siyasi akışların önüne ideolojik barajlar kurarak hem alternatif
siyasi akışların yavaşlamasına hem de kimi yaşam alanlarının sular
altında kalmasına neden olmayın. Mücadele alanını heryerdeleştirip
siyasal eylemi paranoidleştirerek, akışı kemikleştirmeyin (‘Kemik=Tarihin
Sonu’ formülünü önemseyin).
• ÖNERİ 2; “Batı düşüncesinin, iktidar biçimi ve
gerçeğe erişme kipi olarak uzun süre kutsallaştırdığı eski Negatif’in
kategorilerinden (yasa, sınır, iğdiş etme, yokluk, boşluk) kurtulun.
Pozitif ve doğal olan şeyi tercih edin, farklılığı tekbiçimliliğe,
akımları birliklere, hareketli düzenleri sistemlere tercih edin.
Üretken olanın yerleşik değil göçebe olduğunu kabul edin.”
Şöyle de denilebilir ki, negatif kategorilerin doğal sonucu kavramperestliktir,
terim-tapıncıdır. Bir cümlenin öğelerini yerleştirmeyi ibadete,
herhangi bir okumayı zikre, dinlemeyi de sadakate dönüştürmeyin.
Doğal yatağından çıkmış yazı-akışına, yer yön zarfını kaybedip dal
budak salmış eylem şemalarına güvenin. Sistemli bir biçimde önemsetilmiş
söz dağarcığına değil, irticalen bahsi geçen anlatıları önemseyin.
Hikmet-i hükümete değil, ütopyaların fantazmagorik auralarına gönül
indirin. Her defasında aynı nehre girmenin ani-heraklit bir tavır
olduğunu ve ‘anti-heraklit=tarihin sonu’ birinci dereceden denklemini
de unutmayın.
• ÖNERİ 3; “Bireyin ‘haklar’ını, felsefenin tanımladığı
şekilde yerleştirmesini siyasetten talep etmeyin. Birey, iktidarın
ürünüdür. Gerekli olan şey, çoğalma ve yer değiştirme yoluyla çeşitli
düzenlemeleri ‘bireysizleştirmek’tir. Grup, hiyerarşikleştirilmiş
bireyleri birleştiren organik bağ olmamalı, sürekli bir ‘bireysizleştirme’
kaynağı olmalıdır.
Thomas Hobbes, ‘ homo homini lupus (insan insanın kurdudur)’ şeklindeki
savıyla insanın özünde ‘kötü’ bir canlı olduğu fikrini benimsemiş
ve devletini de bu yabanıl canlıyı terbiye edip evcilleştirecek
bir yapı olarak kurmuştu. Hümanizm, ‘inanın özünde iyi bir canlı
olduğu’ şeklindeki tekil hümanist savını evrensel ya da genel-geçer
bir doğru olarak dünyaya benimsetmiş ve bu süreç bir bakıma, bir
birey için siyaseti geçersiz ve gereksiz kılmıştı. Zira, insanın
özü etik bağlamdan öte doğal olarak ‘iyi’ sıfatına şayan görülüyorsa,
insanın ‘iyi’ özünü tahrip eden ‘kötü’, toplumsal ve kültürel ilinekler
olarak bir siyaseti gerektirmeyecek kadar önemsizleşir. Burada devlet,
bireyin ‘iyi’ olan özünü, ‘kötü’ ilineklerden koruyacak araçtır
ama, bireyi siyasetten men etmek pahasına. Georg Wilhelm Friedrich
Hegel, ‘devlet tanrının yeryüzünde yürüyüşüdür’ şeklindeki savıyla,
devleti en yüksek iyi ve en büyük amaca dönüştürerek, yurttaşlığı
ibadete dönüştürmüştü. Hegel’de, (artık, bir özel isim olmasından
dolayı değil, bir büyüklük nişanesi olmasından dolayı büyük harfle
başladığımız) Devlet, yüzyıllardır yeryüzünde yaşananlara müdahale
etmemiş ama en sonunda bu davranışından nadim olmuş bir Tanrının
tebdil-i kıyafetidir ve bu haliyle Tanrı-Devlet, yurttaş-kullarına
haddini bildirmeye bizzat değilse de Devlet olarak gelmiş bir Tanrı’dır.
Émile Durkheim, ‘homo homini Deus (insan insanın Tanrısıdır)’ şeklindeki
savıyla ve organik toplum modeliyle, insanın insanla ilişkisini
dinsel bir ayine, insanın toplumsal konumunu da bir kadere ve bu
anlamda da aşılamaz bir role yükseltmişti. Günümüz liberal demokrasi
modeli ise, ‘insan’dan ziyade ‘birey’i tanrısallaştırmakta ve bu
mantık doğrultusunda toplumsal ilişkileri ibadete, bireysel talepleri
duaya, kişisel haykırışları günah çıkartmaya dönüştürmektedir. Bireyselleşmenin
sınırının insani kemikleşme olduğunu (insani kemikleşme=tarihin
sonu) unutmayın.
• ÖNERİ 4; “İktidara aşık olmayın.”
Bu kendiliğinden açık bir öneriyse de, mealen belirtmek gerekirse;
partnerini ya da kiminle dans edilip edilmeyeceğini iyi belirleyeceksin.
Şu konuda herkesin mutabık olmuş olması gerekir ki; bir tangocuyla
bir misket oyuncusunun dansı sağlıklı ve estetik bir görüntü arz
etmeyecektir. İktidara talip olan ve demokratik bir ilkenin ürünü
olarak muhalefet, iktidarla yaşadığı sembiyoz ilişkisini bir aşka
dönüştürdüğünde baskıcı iktidarı aşmanın yollarını başka ilişkilerde
aramak gerekecektir.
Hasan Ali Toptaş, Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en iyi kara-romanı
olarak nitelenen eseri olan ‘Sonsuzluğa Nokta’
isimli kitabının baş kişisine bir kaza ve sakatlanma sonucu bitkisel-hayat
yaşatmıştı. Romanın baş kişisi, bitkisel-hayata girmeden önce, her
daim içinde bulunulan odanın kapısının açık bırakılmasını isterken,
kaza ve ardından gelen bitkisel-hayattan sonra aynı talepte bulunamamıştı.
Romanın baş kişisi, ona bu haliyle bakmak durumunda olan eşinden
bu tür taleplerde bulunamamanın sebebini, “yatağımın altındaki sidik
ve bok kabım, açlığım, susuzluğum ve hala yeryüzünde bulunuşumla,
hatta bütün bunları bir süre daha sürdürebilme olasılığımla o denli
yük oluyorum ki, ‘Kapıyı açık bırakır mısın?’ tümcesinin omuzlarına
yeni bir ağırlık vermesinden korkuyorum.”(12) İfadeleriyle açıklıyordu.
Bugün ise, muhalefetin otçul-yaşamına alternatif oluşturacak ve
onu iktidarın omuzlarında bir yük olmaktan kurtarıp baskıcı iktidar
aygıtlarının bütün kapılarının ardına kadar açılmasına neden olacak
farklı politik mekanlar var; Porto Allegre, Chipas vb.
DİPNOTLAR
1 Doğu Batı; Düşünce Dergisi, Yıl; 4, Sayı;
13, Kasım-Aralık-Ocak; s.114.
2 ROY, Arundhati (2000), Küçük Şeylerin Tanrısı, Çev. İlknur Özdemir,
Altıncı Baskı, Can Yayınları, İstanbul; s. 287.
3 DELEUZE, Deleuze (2005), Spinoza Pratik Felsefe, Çev. Ulus Baker,
Birinci Baskı, Norgunk Yayıncılık, İstanbul; s. 33.
4 HUXLEY, Aldous (2003), Ses Sese Karşı, Çev. Mina Urgan, Birinci
Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul; s. 491.
5 FOUCAULT, Mıchel (2005), “Özne ve İktidar”, Der. I. Ergüden-T. Birkan,
Çev. Osman Akınhay, Özne ve İktidar, İkinci baskı, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul; s. 75.
6 MARX, K.-ENGELS, F. (2003), Komünist Manifesto, Çev. Levent Kavas,
Birinci Baskı, İthaki Yayınları, İstanbul; s.69.
7 ROUSSEAU, Jean-Jacques (1984), Toplum Sözleşmesi, Çev. Vedat Günyol,
İkinci Baskı, Adan Yayıncılık, İstanbul; 24-27.
8 de LA BOÉTİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Çev.
Mehmet Ali Ağaoğulları, İkinci Baskı, İmge Yayıncılık, Ankara; s.
19-69.
9 FOUCAULT, Mıchel (2000), Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay,
İkinci Baskı, İmge Yayıncılık, Ankara; s.68.
10 PEREC, Georges (2005), Yaşam Kullanma Kılavuzu, Çev. İsmail Yerguz,
Üçüncü Baskı; YKY, İstanbul; s. 147.
11 FOUCAULT, Mıchel (2005), “Anti-Oedipus’a Önsöz”, Der. I. Ergüden-T.
Birkan, Çev. Işık Ergüden, Entellektüelin Siyasi İşlevi, İkinci Baskı;
Ayrıntı Yayınları, İstanbul; s. 57-58.
12 TOPTAŞ, Hasan Ali (2002), Sonsuzluğa Nokta, Birinci Baskı, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul; s. 15.