"Herkes
Bizim Gibi Olamaz”1
Faruk Ulay’ın öykülerinden birinin adı. Öykü, “Bakma saatine. Saatine
bakarsan gidersin”
2 diye başlıyor ve öykünün bir yerinde, ilk bakışta çingeneye
benzer bir kadın, ‘Gitmek için saate bakmak gerekli midir?’, ‘Saate
bakmadan da gidilebilir mi?’ vb. üzerine beyanatlarda bulunuyordu.
Aslında her daim saate bakmalı ve gitmeli; bir, her yere ve her
şeye gecikmişlik duygusu yaratarak.
Ama bu arada, güncele dair yorumlarda bulunma sıkıntımdan dolayı
şu olguya kısaca değinmek istiyorum; “Bizi neden sevmiyorsunuz?”
Ya da şöyle dile getirilebilir; Türk kamuoyundaki anti-amerikan
tavırdan rahatsız olan bir grup şahıs var. Bu kamuoyunun spontane
gelişimi, kendiliğindenliği, re’sen vücut buluşu benim bu konuya
ilgi göstermemin nedeni oldu. Şunu söyleyebilirim ki; bir insanın
bir başkasından nefret etmesini yargılamam ama, ‘Beni neden sevmiyorsun?’
şeklindeki soruyu yargılamaya değer bulurum. Zira güçlü olan, kendisinden
nefret edenden, her daim, bu nefretin haksızlığını kanıtlayacak
bir vicdan azabı bekler. Emmanuel Levinas, Hitlerizmin Felsefesi
Üzerine Birkaç Düşünce isimli makalesinde şöyle demişti;
“Vicdan azabı –telafi edilemez olanı hiçbir şekilde telafi edemiyor
olmanın acı dolu ifadesi –affı doğuran pişmanlığın habercisidir
ve af telafi eder.”
3 Ve kendisine ilk defa bu kadar çok güvendiğim Türk kamuoyu,
kışkırtıcı bir aforizma olarak okunmamak kaydıyla, diyebilir ki;
telafi imkansızdır. Zira, Levinas’tan ödünç alınan bir ifadeyle
denilebilir ki; sana duyulan nefret, telafi edilemez olanı bir türlü
telafi edemiyor olmanın acı dolu ifadesidir. ‘Benden kimse nefret
edemez.’ şeklindeki kudretli perspektif zararlıdır çünkü af, kimi
zaman imkansızdır. Her savaş elbette bir gün biter ama, geriye kan
yerine kin dolu ruh akıtan derin yaralar kalır. Her düşmanın korkusu
kandan ziyade ruhtur, kırmızıdan ziyade gridir. Türk kamuoyuna ilk
defa bu kadar çok güveniyorum çünkü, ilk kez bu kadar kendiliğindendir,
spontanedir, resendir; manipule edilmemiştir.
Öyledir; her türlü kudreti haiz otoriter yapılar, manipulasyon yeteneklerinin
de sınır tanımadığına inanırlar. Öyle ya, her türlü iletişim teknolojisinin
ve devlet cihazının emirlerine amade olduğunu düşünürler. Öyledir;
kendi yapıp ettikleriyle narsist bir ilişki kurmuş güç odakları,
yaptıklarının yanlış olduğunu düşünenleri, gereksiz, yararsız ve
hatta yersiz muhalefet yapmakla yargılarlar. Bu aşırı ego-şişkinliği,
bu abartılmış kendine-güven, bu deviriyorsam yumruğum güçlüdür tavrı,
herhangi bir iletişim sürecinde karşı taraftakini, söz konusu iletişimin
bir öznesi değil nesnesi olarak algılar. Manipulasyon sürecinde,
kamuoyu iletişimin nesnesi, boş kap, doldurulmayı bekleyen bellek
olur. Ancak, yaptıkları hataların bile iyi bir amaca hizmet ettiğini,
dolayısıyla bunların doğru-hatalar olduğunu düşünen aşırı-ergonomik
yapılar, kendi doğru-hatalarına katılmayanları patolojik olmakla
suçlarlar. Ve genellikle barış elçisi olarak gönderdikleri, sürdüregeldikleri
ve sürdürecekleri thanato-siyaset’leridir; ölüm-siyaseti.
Nuray Mert, bir söyleşisinde, “Bize kimse ne düşüneceğimizi öğretemez.”
demişti. Eklemek gerekir, “Çünkü hiç kimse, doldurulmaya hazır boş
bellek değil, üzerine yazı yazılmaya hazır tabula-rasa’larsa hiç
değil.”
“Herkes Bizim Gibi Olamaz” isimli öykünün kahramanı kadına, “Çingene
misiniz?” diye sormuş ve kadın suale yanıt olarak şöyle demişti;
“Kimin ne olduğunu öğrenmenin kabalıktan geçmeyen yolları da vardır.”
4
Ve son olarak şunu söyleyebilirim ki, bizler Jean Paul Sartre’den
‘muhalefetin estetiği’ni, Michel Foucault’tan ise, ciddi bir muhalif
olabilmek için, ille de asık suratlı olmak gerekmediğini öğrendik.
Bir suali cevap hakkı doğmadan yanıtlamanın da yolları vardır.
“Bizi neden sevmiyorsunuz?” şeklindeki suali yanıtlamaya çalışırken...
DİPNOTLAR 1 ULAY, Faruk (2003), “Herkes Bizim Gibi
Olamaz”, Tuhaf İnsanlar Zamanı, içinde, Birinci Baskı, YKY, İstanbul,
s. 93-101.
2 A.g.k., 93.
3 LEVİNAS, Emmanuel (2003), “Hitlerizmin Felsefesi Üzerine Birkaç
Düşünce”, Sonsuza Tanıklık, içinde, Çev. Medar Atıcı, Birinci Baskı,
Metis Yayınları, 41-49.
4 Bkz. (1), ULAY, 96.