Hey
Sen...
Sana diyorum şaşkın surat...
Hakkında hiçbir şey bilmediğim et bütünü...
Ne de sen bilirsin bendekini...
Şimdi sana desem ki her şey önceden belliydi, diyeceğin bana, bilirim
ki “Hayır, olan biten henüz bitmeyenlerin yanında çayırotu devedikeni...”
Peki var mıydı bizim bir sahibimiz? Yok hayır biz sahipsizdik ve
önümüze geleni tekmelerdik.
..................
Ben bir aydınım. Bildiklerimin yanına ulaşamazsınız. Bildiklerimin
ve daha ötesi bileceklerimin hayalini bile kuramazsınız. Bir köpek
sürüsü gibi havlasanız da nasıl her gün güneş doğacaksa bildiklerim
de her yeni günle tekrar yeryüzüne dönecek, her uykumun peşisıra.
Bazen unutsam da birkaç şeyi onları nerelerde unuttuğumu biliyorum.
Gider alırım siz daha uyanmadan hem de... Sokaklarda gergin dolaşmamın
sebebi bilmediklerim de olsa, bildiklerim bana gardiyandır. Damarlarım
kesilse kıpkırmızı kanımdan akıllar fikirler fışkırır. Kitaplar
okurum. Kitaplar satarım. Kitaplar yazarım. Mürekkep yalarım. Başka
bir şey değil...
....................
Entelektüel olmak kolay iş değil. Yığınla şey bileceksin. Bildiklerini
karıştırmayacaksın. Bildiklerin bilmediklerini gizlemeli. Herhangi
bir tartışmada sukabağı gibi kalmamalısın. Entelektüel olmak zor
iş. Sadece bilmek mi? Bilmekle kalsaydı bilgisayarlar da entelektüel
olurdu. Ya da okurdun bir ansiklopediyi otuz kere otuz ciltten hem
de “ençokveneiyibenbilirimgillerin” korkulu rüyası olurdun. Entelektüel
olmak ya da şu sözcüğü Türkçe eyleyelim artık, “Aydın” olmak nasıl
bir şeydir? Kimin başına beladır? Gaz mıdır? Saz mıdır?
.......................
Aydın olmanın şüphesiz ki en büyük güçlüğü kişinin kendini “aydın”
olarak nitelemesinden önce birtakım çevrelerin çerçevelerin bu sıfatı
kişiye uygun görebilmesi, çerçevenin tam ortasına kişiyi çekiçlemesidir.
Canına yandığımın standardının ulusal veya duyusal bir standart
enstitüsü de yok ki, ISO 9000 küsür belgesi alır gibi bir çeşit
“Aydın Belgesi” alasın da gözleri gönülleri boyalayasın. Ya da bu
işin bir okulu, mektebi hayriyesi de yok ki, kapı gibi “Aydınlık
diploması” gösteresin her yeni işe başvurduğunuzda sanki işverenlerin
pek bir umuru kuburundaymış gibi... Ya da yok ki bir “Aydın Okulu”ki
aldığın belgeyi gösteresin her çeşit felsefi ve düşünsel çevirmenin
akabinde... Hattızatında bu işin polisi olsa bile ehliyeti yok ki
sarhoş ve ruhsatsız yakalandığınız her çevirmeden rüşvetle yakayı
sıyırabilesiniz. Ha, zaten olsaydı bile bu diplomanın, ehliyetin
ekmek davalarında ne kadar işe yarayacağı da ayrı bir konu ya, biz
yine de meseleyi ekmek davası ile sınırlayıp dünyevi gerçelliklere
gömülmeyelim.
Aydın olmaya en yakın soyut kavramlar arasında akla ilk gelenlerden
biri “sorumluluk” olsaydı ne olurdu? Sorumsuz bir kimseye “aydın”
denir mi? Kendini hiçbir konuda sorumlu hissetmeyen, daha doğrusu
görmeyen ve göstermeyen bir kimseye “aydın” demek istisnai durumlar
yaratsa da kolay değil. Zaten bu tür kimselere “bohem” demeyi keşfetmişiz
ya içimiz rahat. Zaten o tür kimseler de kendilerine “bohem” denildi
mi yeme de yanında “altısı sarhoş olmak kaydıyla 12 saat yat” demeyi
tercih ediyorlar. O yüzden “sorumsuz” kimseleri şimdilik ve hatta
nihai olarak meselemizin istikbalinden eleyebiliriz.
“Aydın” olmanın kuşkusuz en büyük güçlüğü azınlıkta olma hali veya
bu hali göze alma hali olsa gerek. Ne var ki en büyük yanılgılarımızdan
biridir ki, bu azınlık halini “ideolojik birliktelik” halinde azınlık
sanmaktayızdır. Öte yandan ideolojik açıdan çoğunluk sistemine dayalı
haller ve durumlar eksenlerinde iktidar sahibi olabilmeniz elbette
mümkündür ama yine de “aydın” kimliğiniz azınlıkta kalıp acı da
çekebilir (Son cümle-i edebiyi anlamaya gayret ediyorsanız yüzde
yüz entelektüel demeksinizdir. Hayırlısı olsun. İlaveten “geçmiş
olsun”...).
Aydın da olsanız karanlıkta da kalsanız ortak bir haliniz vardır
insan olmakla aranızda. Yeme içme ve benzeri hallerden bahsetmiyorum
bile. O kadarcığına değil hayvanat, nebatat bile muhtaç. Her ne
kadar bu kadarcığına da bitkiler ve hayvanlar bile sahipse de “sürüye
ait olma” halidir bu ortak hal... “Yahu ben aydınım, ne sürüsü”
demenin kimseye faydası yok. Yeryüzünün tüm aydınlarında bir güdüdür
bu. Aksi halde kimliğinizin onaylanması mümkün değildir zaten. Bu
“sürüleşme” çoğunlukta azınlık olmak olmuş mühim değildir, ya da
pek bir tersini düşünüversek de desek ki, azınlıkta çoğunlukmuş
gibi olmaya teşebbüs hali ( “Bu da ne” diyesi-gelenlere vereceğimiz
en canlı ve hala tazeliğini koruyan ve son kullanma tarihi asla
gelmeyecekmiş gibi söz üreten örnek, 68 kuşağıdır. Onlar azınlıkta
çoğunluk gibi davranıp çoğunluğu azınlıklaştırabilen ender bir kuşaktır
ki bu başarıyı değil 78 yahut 89 kuşağı, ebemkuşağı bile gösterememiştir.
)
Peki sürüden ayrılanı kurt her zaman kapar mı? Duruma bağlı olmak
kaydıyla bu sözü eden atamızın hesaba katmadığı bir durum vardır.
Özellikle 78 kuşağının çok açık bir şekilde bu çeşit bir problemi
olmuş olsa bile kurt dediğimiz de bir çeşit hayvanattır ve de “sürü”
olmak zorundadır. (Onlar, yani 78’liler kurtlardan en çok çekmiş
olanlardır ve bu açıdan 68 kuşağından çok daha fazla hürmet ve saygıyı
haketmektedirler. Kabataş’ta bir avuç Amerikan denizciye genelev
yollarını kapatmayı devrimcilik zannedenlerin Türkiye’ye kazandırageldikleri
“statü-kör-düğüm” ortadır. Oysa ki 12 Eylül’ün gönülden teslimiyetçi
kuşağı 78’lilerin kurt ısırıklarının izleri hala kanamaktadır. )
Meselemizi kuşaklar boyutunda bırakacak değiliz. Elbette bu boyut
işimizin fay boyutudur. Oysa faylar kırılır ve sayısız küçük kırıklar
oluşur. “Aydın” olmanın dayanılmaz çelişkilerinden biridir bu. Hem
bir ailenin yahut sürünün içinde olacaksın ve hem de bir “birey”
olacaksın ki birey olabilmek için elinden geldiği kadar bölüneceksin,
kırılacaksın ve parçalanacaksın. Hattızatında öyle bir bölünecek
ve parçalanacaksın ki tek bir birey olarak kalsan bile bölünmeye
ve parçalanmaya devam edecek kendi bireysel sürülerini yaratacaksın.
Paranoyaklaşacaksın. Kendi içinde bölüneceksin. Kendi kimliğinden
sürüler üretecek onları bir de çatıştıracaksın. Kimse seni tutamayacak.
Hızını kesemeyecek ve önüne gelen her olguya “bir bölen” olacaksın.
Hiçbir şeyi hem beğenmeyecek ve hem de itirazsız sepetsiz torbasız
“eşşek” gibi kabul edeceksin. ( Bu son tanımsal çerçeve, 89 kuşağının
yahut önceki kuşakların seveceği bir biçimde ifade edersek 80 sonrası
kuşağının “misak-ı milli” çerçevesidir. Lakin bu halet-i huriye
salt bu kuşağa musallat olmamıştır da kokusunu en çok bu kuşağın
ruhuna sindirmiştir. Kendicağızımda bu kuşaktan olup başkaca bir
kuşak tarafından kuşlara yem edilmeyi reddetmiştir ki 89 kuşağının
yaşadığı genel bir problemdir bu... Nasıl ki 78’liler kurtlardan
çekmiş ise 89 kuşağı da bir “kuş” problemi yaşamıştır da pek çok
kimsenin haberi yoktur bu problemden. Şimdi lütfen anlattırmayın
bana “Bird” filmini... Bilmeyen lütfen temin etsin, seyretsin, yahut
okusun öğrensin. Fakat lütfen Alin Taşçıyan’dan değil, kuşağınıza
yakışır biçimde Atilla Dorsay’dan... Aksi halde tipik bir 90 sonrası
bireyi gibi fotosentez yapamayan bitkilerden, mesela mantarlardan
farkınız olmadığını anladığınızda zehirli olup olmadığınızı merak
bile etmezsiniz... )
.............................
Hey Sen...
Kendine “aydınım” diyen... Unutma ki senin halin bir sürüye ait
olmadıkça Aydın’ın “gaz” halidir. Lakin her ne vakit bir sürü bulsan
“sıvı” haline geçer ve pek çok zaman cıvıklaşırsın, ele avuca yapışırsın.
Öte yandan....
Ben senin katı halini de bilirim ya!...
Saskatoon, Kanada
29 Mart 2005 00:22
NOT: Bu yazı Megadeth
ile Iron Maiden dinleyerek ve çay içilerek yazılmıştır. Yazı yazıldığı
sırada kızılderili komşularımın kızılderili çocukları dinlediğim
musikinin gürültüsünü bile aşmayı başardıkları için yazı kısa
kesilmiş ve Aydın havası olmuştur.