SAYI 37 / 11 NİSAN 2005

 

ENTELEKTÜELİN 3 HALİ

Gürkan Haydar Kılıçarslan






Hey Sen...
Sana diyorum şaşkın surat...
Hakkında hiçbir şey bilmediğim et bütünü...
Ne de sen bilirsin bendekini...
Şimdi sana desem ki her şey önceden belliydi, diyeceğin bana, bilirim ki “Hayır, olan biten henüz bitmeyenlerin yanında çayırotu devedikeni...”
Peki var mıydı bizim bir sahibimiz? Yok hayır biz sahipsizdik ve önümüze geleni tekmelerdik.
..................
Ben bir aydınım. Bildiklerimin yanına ulaşamazsınız. Bildiklerimin ve daha ötesi bileceklerimin hayalini bile kuramazsınız. Bir köpek sürüsü gibi havlasanız da nasıl her gün güneş doğacaksa bildiklerim de her yeni günle tekrar yeryüzüne dönecek, her uykumun peşisıra. Bazen unutsam da birkaç şeyi onları nerelerde unuttuğumu biliyorum. Gider alırım siz daha uyanmadan hem de... Sokaklarda gergin dolaşmamın sebebi bilmediklerim de olsa, bildiklerim bana gardiyandır. Damarlarım kesilse kıpkırmızı kanımdan akıllar fikirler fışkırır. Kitaplar okurum. Kitaplar satarım. Kitaplar yazarım. Mürekkep yalarım. Başka bir şey değil...
....................
Entelektüel olmak kolay iş değil. Yığınla şey bileceksin. Bildiklerini karıştırmayacaksın. Bildiklerin bilmediklerini gizlemeli. Herhangi bir tartışmada sukabağı gibi kalmamalısın. Entelektüel olmak zor iş. Sadece bilmek mi? Bilmekle kalsaydı bilgisayarlar da entelektüel olurdu. Ya da okurdun bir ansiklopediyi otuz kere otuz ciltten hem de “ençokveneiyibenbilirimgillerin” korkulu rüyası olurdun. Entelektüel olmak ya da şu sözcüğü Türkçe eyleyelim artık, “Aydın” olmak nasıl bir şeydir? Kimin başına beladır? Gaz mıdır? Saz mıdır?
.......................
Aydın olmanın şüphesiz ki en büyük güçlüğü kişinin kendini “aydın” olarak nitelemesinden önce birtakım çevrelerin çerçevelerin bu sıfatı kişiye uygun görebilmesi, çerçevenin tam ortasına kişiyi çekiçlemesidir. Canına yandığımın standardının ulusal veya duyusal bir standart enstitüsü de yok ki, ISO 9000 küsür belgesi alır gibi bir çeşit “Aydın Belgesi” alasın da gözleri gönülleri boyalayasın. Ya da bu işin bir okulu, mektebi hayriyesi de yok ki, kapı gibi “Aydınlık diploması” gösteresin her yeni işe başvurduğunuzda sanki işverenlerin pek bir umuru kuburundaymış gibi... Ya da yok ki bir “Aydın Okulu”ki aldığın belgeyi gösteresin her çeşit felsefi ve düşünsel çevirmenin akabinde... Hattızatında bu işin polisi olsa bile ehliyeti yok ki sarhoş ve ruhsatsız yakalandığınız her çevirmeden rüşvetle yakayı sıyırabilesiniz. Ha, zaten olsaydı bile bu diplomanın, ehliyetin ekmek davalarında ne kadar işe yarayacağı da ayrı bir konu ya, biz yine de meseleyi ekmek davası ile sınırlayıp dünyevi gerçelliklere gömülmeyelim.

Aydın olmaya en yakın soyut kavramlar arasında akla ilk gelenlerden biri “sorumluluk” olsaydı ne olurdu? Sorumsuz bir kimseye “aydın” denir mi? Kendini hiçbir konuda sorumlu hissetmeyen, daha doğrusu görmeyen ve göstermeyen bir kimseye “aydın” demek istisnai durumlar yaratsa da kolay değil. Zaten bu tür kimselere “bohem” demeyi keşfetmişiz ya içimiz rahat. Zaten o tür kimseler de kendilerine “bohem” denildi mi yeme de yanında “altısı sarhoş olmak kaydıyla 12 saat yat” demeyi tercih ediyorlar. O yüzden “sorumsuz” kimseleri şimdilik ve hatta nihai olarak meselemizin istikbalinden eleyebiliriz.

“Aydın” olmanın kuşkusuz en büyük güçlüğü azınlıkta olma hali veya bu hali göze alma hali olsa gerek. Ne var ki en büyük yanılgılarımızdan biridir ki, bu azınlık halini “ideolojik birliktelik” halinde azınlık sanmaktayızdır. Öte yandan ideolojik açıdan çoğunluk sistemine dayalı haller ve durumlar eksenlerinde iktidar sahibi olabilmeniz elbette mümkündür ama yine de “aydın” kimliğiniz azınlıkta kalıp acı da çekebilir (Son cümle-i edebiyi anlamaya gayret ediyorsanız yüzde yüz entelektüel demeksinizdir. Hayırlısı olsun. İlaveten “geçmiş olsun”...).

Aydın da olsanız karanlıkta da kalsanız ortak bir haliniz vardır insan olmakla aranızda. Yeme içme ve benzeri hallerden bahsetmiyorum bile. O kadarcığına değil hayvanat, nebatat bile muhtaç. Her ne kadar bu kadarcığına da bitkiler ve hayvanlar bile sahipse de “sürüye ait olma” halidir bu ortak hal... “Yahu ben aydınım, ne sürüsü” demenin kimseye faydası yok. Yeryüzünün tüm aydınlarında bir güdüdür bu. Aksi halde kimliğinizin onaylanması mümkün değildir zaten. Bu “sürüleşme” çoğunlukta azınlık olmak olmuş mühim değildir, ya da pek bir tersini düşünüversek de desek ki, azınlıkta çoğunlukmuş gibi olmaya teşebbüs hali ( “Bu da ne” diyesi-gelenlere vereceğimiz en canlı ve hala tazeliğini koruyan ve son kullanma tarihi asla gelmeyecekmiş gibi söz üreten örnek, 68 kuşağıdır. Onlar azınlıkta çoğunluk gibi davranıp çoğunluğu azınlıklaştırabilen ender bir kuşaktır ki bu başarıyı değil 78 yahut 89 kuşağı, ebemkuşağı bile gösterememiştir. )

Peki sürüden ayrılanı kurt her zaman kapar mı? Duruma bağlı olmak kaydıyla bu sözü eden atamızın hesaba katmadığı bir durum vardır. Özellikle 78 kuşağının çok açık bir şekilde bu çeşit bir problemi olmuş olsa bile kurt dediğimiz de bir çeşit hayvanattır ve de “sürü” olmak zorundadır. (Onlar, yani 78’liler kurtlardan en çok çekmiş olanlardır ve bu açıdan 68 kuşağından çok daha fazla hürmet ve saygıyı haketmektedirler. Kabataş’ta bir avuç Amerikan denizciye genelev yollarını kapatmayı devrimcilik zannedenlerin Türkiye’ye kazandırageldikleri “statü-kör-düğüm” ortadır. Oysa ki 12 Eylül’ün gönülden teslimiyetçi kuşağı 78’lilerin kurt ısırıklarının izleri hala kanamaktadır. )

Meselemizi kuşaklar boyutunda bırakacak değiliz. Elbette bu boyut işimizin fay boyutudur. Oysa faylar kırılır ve sayısız küçük kırıklar oluşur. “Aydın” olmanın dayanılmaz çelişkilerinden biridir bu. Hem bir ailenin yahut sürünün içinde olacaksın ve hem de bir “birey” olacaksın ki birey olabilmek için elinden geldiği kadar bölüneceksin, kırılacaksın ve parçalanacaksın. Hattızatında öyle bir bölünecek ve parçalanacaksın ki tek bir birey olarak kalsan bile bölünmeye ve parçalanmaya devam edecek kendi bireysel sürülerini yaratacaksın. Paranoyaklaşacaksın. Kendi içinde bölüneceksin. Kendi kimliğinden sürüler üretecek onları bir de çatıştıracaksın. Kimse seni tutamayacak. Hızını kesemeyecek ve önüne gelen her olguya “bir bölen” olacaksın. Hiçbir şeyi hem beğenmeyecek ve hem de itirazsız sepetsiz torbasız “eşşek” gibi kabul edeceksin. ( Bu son tanımsal çerçeve, 89 kuşağının yahut önceki kuşakların seveceği bir biçimde ifade edersek 80 sonrası kuşağının “misak-ı milli” çerçevesidir. Lakin bu halet-i huriye salt bu kuşağa musallat olmamıştır da kokusunu en çok bu kuşağın ruhuna sindirmiştir. Kendicağızımda bu kuşaktan olup başkaca bir kuşak tarafından kuşlara yem edilmeyi reddetmiştir ki 89 kuşağının yaşadığı genel bir problemdir bu... Nasıl ki 78’liler kurtlardan çekmiş ise 89 kuşağı da bir “kuş” problemi yaşamıştır da pek çok kimsenin haberi yoktur bu problemden. Şimdi lütfen anlattırmayın bana “Bird” filmini... Bilmeyen lütfen temin etsin, seyretsin, yahut okusun öğrensin. Fakat lütfen Alin Taşçıyan’dan değil, kuşağınıza yakışır biçimde Atilla Dorsay’dan... Aksi halde tipik bir 90 sonrası bireyi gibi fotosentez yapamayan bitkilerden, mesela mantarlardan farkınız olmadığını anladığınızda zehirli olup olmadığınızı merak bile etmezsiniz... )
.............................
Hey Sen...
Kendine “aydınım” diyen... Unutma ki senin halin bir sürüye ait olmadıkça Aydın’ın “gaz” halidir. Lakin her ne vakit bir sürü bulsan “sıvı” haline geçer ve pek çok zaman cıvıklaşırsın, ele avuca yapışırsın.
Öte yandan....
Ben senin katı halini de bilirim ya!...


Saskatoon, Kanada
29 Mart 2005 00:22

NOT: Bu yazı Megadeth ile Iron Maiden dinleyerek ve çay içilerek yazılmıştır. Yazı yazıldığı sırada kızılderili komşularımın kızılderili çocukları dinlediğim musikinin gürültüsünü bile aşmayı başardıkları için yazı kısa kesilmiş ve Aydın havası olmuştur.