SAYI 31 / 07 MART 2005

 

“MARJiNALiTEYi KABULLENiŞ TEKNiKLERi” VE
ADORNO’DA “HOŞGÖRÜLÜ İKTİDAR” KAVRAMI ÜZERİNE

Mustafa Murat Tatlı






"Burjuva hoşgörülüdür oysa ;” der Adorno, “İnsanları oldukları gibi sever, çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir.” Belki de, Robert Musil “Niteliksiz Adam” adlı eserinde başkişi Ulrich’e, “olasılık duygusu, olabilecek başkaca herşeyi de düşünme ve olanı olmayandan daha çok düşünmeme yeteneği diye tanımlanabilir.” dedirtirken, Adorno’nun Minima Moralia’da bahsettiği olasılık-karşıtı iktidarın psikolojisini en iyi şekilde çözümler. Adorno’nun ‘iktidar’ı, ‘olan insan’a hoşgörü gösterip ‘olası insan’dan nefret ederken, “...(olası bir yaşantı), içinde çok tanrısal bir yan, bir ateş, bir kanatlanma, bir inşa iradesi ve gerçeklikten ürkmeyen, ama gerçekliği bir görev ve yerine getirilecek bir buluş olarak da ele alan, bilinçli bir ütopizmi de içerir.” diyen Ulrich’in engin deneyimine itibar eder. Öyle ki, iktidar olası bir yaşantıyı gerçekte yaşanılandan daha net görür denilebilir. Spinoza’nın “olan en iyisidir” ilkesini şiar edinmiş olan Adorno’nun ‘iktidar’ının nazarında olası bir köklere dönüş olası bir devrim kadar nefret edilesidir ki, böylesi bir “olasılık fobisi”nden muzdarip iktidar, şimdiyi olası bir geçmiş ya da gelecek ile aklarken, döneminin en azılı ütopyacılarına kendi karşı-ütopyacı evhamları nedeniyle kucak açar. Çünkü iktidarda Ulrich gibi, “Tanrının da bu dünyayı yaratırken dünyanın aslında başka türlü de olabileceğini düşündüğünü” bilir.

“Olası insan nefreti” kaynaklı “marjinaliteyi kabulleniş teknikleri” geliştiren “hoşgörülü iktidar”, gerçek ile olası arasında gördüğü çizgiyi marjinalite ile sıradanlık arasında da görür. Sıradanlıkların marjinalleşmesinden endişe ettiğinden, marjinalitenin çizginin beri tarafına geçmesine izin verir. İktidarın, kendi bünyesindeki ‘öteki’lere tahammülsüzlüğü “marjinalitenin konformizmi”ne neden olur. İktidar eliyle yaratılan bir takım hoşgörü-kabulleniş ağları vardır ki; marjinalite bu konforunu sıradanlığın hoşgörüsüne borçludur. Hegelvari bir deyişle; iktidar marjinalite krizini içleyerek aşar.

Çizginin ‘marjinal tarafı’nın ‘sıradanlık tarafı’ndan daha yoğun olduğu bazı “toplumsal çözülüş eşikleri” vardır ki; bu gibi durumlarda iktidar, ‘gerçek’ ile ‘olası’ arasında gördüğü ince çizgiyi, ‘marjinalite’ ile ‘sıradanlık’ arasındaki çizgiden daha net görür. Marjinalitenin çizginin beri tarafına çekilmesinin zorluğu, sıradanlığın çizginin öte tarafına itilmesine neden olur. İktidarın, kendi bünyesindeki ‘beriki’lere dahi tahammül edemediği bu gibi “toplumsal çözülüş eşikleri”nde “sıradanlığın nonkonformizmi” sözkonusudur. İktidar eliyle yaratılan bir takım korku-nefret ağları vardır ki; sıradanlık bu uyumsuzluğunu marjinalitenin nefretine borçludur. İktidar sıradanlık krizini dışlayarak aşar.

Bakır Çağlar , 18 Nisan 2003 tarihli Bizim Gazete’de yayımlanan “Tanör İçin” başlıklı makalesinde George Orwell’ın “Bin Dokuzyüz Seksen Dört”teki işkencecisinin, “Eğer geleceğin fotoğrafını görmek istiyorsanız bir insan suratını sonsuza kadar tekmeleyen bir POSTAL düşünün.” şeklindeki ifadelerinden hareketle şöyle yazıyordu; “ POSTAL-dinamikleri basit şemasına göre; farklı düşünenleri siyasi sosyal düzene sokmakla yükümlü iktidarlar, ‘Ahlak’ı tekellerine alarak, muhalifleri sanıklar, karşı konulmaz korku-nefret kompleksi kurarak fertleri hoşgörüsüz çoğunluk içine çeker, koyun olma korkusu ile kurtlarla birlikte uluma eğilimi yaratır. Nefret üretmek için ise her zaman bir numaralı ‘Halk Düşmanları’ bulunur.” Bu ifadeler tam da “toplumsal çözülüş eşikleri” dediğimiz süreçteki “hoşgörüsüz iktidar pratiklerine” denk düşmektedir. Zira, Bakır Çağlar’ın odaklandığı dönem, Türkiye’de, “Kurşun Yılları” olarak adlandırdığı gerçeğin yaşandığı “toplumsal çözülüş eşiği”ne denk düşen bir dönemdi.

Öyle ise, “POSTAL-dinamikleri basit şeması”ndan “marjinaliteyi kabulleniş teknikleri basit şeması”na geçilirken iktidar-toplum düzeneğinin işleyişinde de bir takım farklılıklar kendini gösterir. Halkın neler yapabileceğini gören, Çağlar’ın “hoşgörüsüz iktidar”ı, olanı olduğu gibi kabul eden, Adorno’nun “hoşgörülü iktidar”ına dönüşür böylece.

“Hoşgörülü iktidar” yine “farklı olanı siyasi sosyal düzene sokmakla yükümlü”dür ancak, bu sefer bunu, farklı ahlaklıların kendine özgü davranış kurallarına saygı duyarak, muhalifleri sanıklayarak değil onları kanıksayarak, karşı konulmaz hoşgörü-kabulleniş ağları kurup marjinalleri hoşgörülü sıradanlar içine çekerek, koyunların kurtlaşmasına engel olmak için kurtları koyunlaştırıp onlarla birlikte meleme eğilimi yaratarak yapar. “Hoşgörülü iktidar” böylelikle, ‘sıradan-marjinallikleri’ ve ‘marjinal-sıradanlıkları’ huzur içinde hepbirlikte yaşama mezaliminin cenderesine sokarak hoşgörü giydirilmiş otoritesini kuvvetlendirir.

Öyle ise sıvıdır geç kapitalist burjuva ve iktidar; yayılır. Her türlü marjinalitenin üstünü şefkatle örterek onun şeklini alır ve Giorgio Agamben’in diliyle, “kendisini kendisinin dışına taşırır.” Geç kapitalist yayılmacı anlayışın tezahürüdür bu; inkar edilemeyecek bir özgürlük ortamında yaşanıldığı zannı yaratarak bütün karşı çıkış imkanlarını ortadan kaldırır. Adorno’nun Minima Moralia’nın başka bir pasajında zamanının cimrisi için yaptığı şu yorum zamanımızın iktidarı için de kolaylıkla söylenebilir; “Zamanımızın cimrisi ise kendisine hiçbir şeyi, başkasına ise herşeyi pahalı gören kişidir. Eşdeğerlik hesaplarıyla düşünür ve bütün özel yaşamını o yasaya, kişinin aldığından azını vermesini ama yine de birşeyler almasını sağlayacak kadarını vermesini öngören yasaya bağımlı kılmıştır.” Zamanımızın iktidarı da bu yasaya bağımlı kılmıştır kendisini biraz; bireye, zannettirdiğinden azını yaşatır ama asıl durumun ne olduğunu ayırdedebileceği kadar tutsak da etmez onu. Mevcut durumdakinden daha yaşanılası bir özgürlük yoktur, olsa bile uğruna mücadele etmeye değmeyecektir; mevcut durumdakinden daha çoğulcu bir toplum yoktur, olsa bile daha fazlası tahammül sınırlarını zorlayacak niteliktedir; bundan daha özgürlükçü bir hukuk yoktur, çünkü daha fazlası bazılarının özgürlüğüne müdahale anlamına gelecektir. Sınır durumu değil de eşik durumu düşünür hep geç kapitalist iktidar; ‘bir fazlasının bütün öncekileri yok edeceği’ tehdidiyle sürdürür mevzubahis özgürlükler ortamını. Öyle ise özgürlük henüz tamamıyla aklanmış değildir yerkürede ve halk hala daha fena özgürlükleri yaşamamak için itaat eder iktidara.


Adorno’nun, bireylerin yaşantıladığı ahlaki alana dair şu sözleri, günümüz bireylerinin yaşantıladığı özgürlükler ortamı için de uygun düşer; “Beden gibi ruhsal organizma da çapı kendisiyle orantılı deneyimleri algılamaya yatkındır. Deneyimin konusu bireye oranla fazla büyüdüğünde birey de onu deneyimlemek yerine sezgisel bilgiden tümüyle kopuk kavramlarla doğrudan doğruya kaybeder: Yaşanan dışsal bir şeydir artık, ölçülemeyen, karşılaştırılamayan bir şey: Facia ona karşı nasıl kayıtsızsa, o da ona öyle kayıtsızdır.”

Bugün geç kapitalist iktidarın sunduğu ya da yaşattığı özgürlük tam da bunun gibi bir özgürlük halidir; aslında içsel bir deneyim olarak yaşanması gereken özgürlükler bile o kadar dışsallaştırılmış ve ulvileştirilmiştir ki, adeta bireyin deneyim kapasitesini aşmaktadır. Her türlü aşkınlığa karşı aldığı tavırda olduğu gibi, birey ölçülemeyen, karşılaştırılamayan, ele gelmeyen özgürlük karşısında da iki şekilde davranabilir aslında; ya ona tapmak ya da onu umursamamak; inanmak ya da kayıtsız kalmak. Özgürlük tapınılası bir şeymiş gibi uzaklara itildiğinde her tanrı gibi ulaşılması güç ve baskıcı olur, ona karşı kayıtsız bir tavır benimsendiğinde ise, her kayıtsızlık durumunda olduğu gibi, umursanmayan şeyin olmasının ya da olmamasının arasındaki farkın yitirildiği bir boyutta düşünülür. “Özgürleşmenin tüm hedeflerini çoktan ardımızda bıraktık.” diyordu Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı’nda. Yani ona göre ‘aşkın’ değil ‘aşılmış’ bir şeydi özgürlük ama ‘aşkın’a gösterdiği aynı hoşgörüyü ‘aşılmış’ada gösterir iktidar. Aşkın olana tapmakla aşılmış olanı küçümsemek arasında çok büyük bir fark görmez.

Her ne kadar da özgürlüğün iktidar eliyle dışsallaştırılması ve ulvileştirimesi onun ölçülüp karşılaştırılamaz hale gelmesine neden oluyorsa da, bu durum özgürlüğün belli bir toplumda sabit miktarda olduğu anlayışının kaynağıdır. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin dördüncü maddesine göre; “Özgürlük, başkalarına zarar vermeyen her şeyi yapabilme erkidir.” Bu ifadenin bir başka okuması, toplumda özgürlüğün sabit miktarda olduğu ve bu özgürlük pastasından herkese eşit miktarda pay verildiğidir ki, böylesi bir sıfır toplamlı oyun modelinde birinin her artı özgürlüğü bir başkasına verdiği eşit miktarda tutsaklıkla ölçülür. Özgürlüğü yücelten tüm insan hakları bildirilerinde özgürlüğün karşıtı tutsaklık olarak değil suç olarak düşünülür böylece: Suçtan arındırılmış bir toplum özgür bir toplumdur.

Hasan Ali Topbaş’ın “Bin Hüzünlü Haz” ismli romanının kahramanını ise “...en çok suçtan arınmışlığı tedirgin...” ediyordu. İnsan aklının tasavvur edebileceği en pis ve belalı sokaklara girip, “...dünyada insanoğlunun işleyebileceği ne kadar suç varsa hepsini kocaman bir mıknatıs gibi varlığında toplamak...” istiyordu ama bunu bir türlü başaramıyordu. “Binbir hevesle peşlerine takıldığım tilki suratlı üçkağıtçılar, pörtlek gözlü ayyaşlar, ya da kararsız bir rüzgar gibi beni oradan oraya sürükleyen düşük çeneli serseriler, herhangi bir suçun eşiğine yaklaştığımız sırada birdenbire meleğe dönüşüyorlar çünkü.” diye yakınıyordu. “Onların meleğe dönüşmüşlüğünü geçip de ben işte o zaman suça ulaşamıyorum bir türlü.” diye iç geçiriyordu. İktidarın en baskıcı otoritesinin birdenbire en şefkatli hoşgörüye dönüşmesi, dünyanın en azılı suçlularının aniden en merhametli meleğe dönüşmesi gibi birşeydir belki de. Bu “hoşgörülü iktidarın” marjinaliteyi kabulleniş tekniğidir. Hiçbir marjinallik iktidarın o yüce hoşgörüsünü geçip de daha aşırısına ulaşamaz; tam da tutsaklığını idrak etmek üzereyken gözlerinin önüne çekilen özgürlük perdesini aralayıp da perdenin o tarafı ile bu tarafı arasındaki farkın ayırdına varacağı yerde, gözlerini perdeye dikip tutsaklığını unutur yeniden.