"Burjuva
hoşgörülüdür oysa ;” der Adorno, “İnsanları oldukları gibi sever,
çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir.” Belki de, Robert
Musil “Niteliksiz Adam” adlı eserinde başkişi Ulrich’e, “olasılık
duygusu, olabilecek başkaca herşeyi de düşünme ve olanı olmayandan
daha çok düşünmeme yeteneği diye tanımlanabilir.” dedirtirken, Adorno’nun
Minima Moralia’da bahsettiği olasılık-karşıtı iktidarın psikolojisini
en iyi şekilde çözümler. Adorno’nun ‘iktidar’ı, ‘olan insan’a hoşgörü
gösterip ‘olası insan’dan nefret ederken, “...(olası bir yaşantı),
içinde çok tanrısal bir yan, bir ateş, bir kanatlanma, bir inşa
iradesi ve gerçeklikten ürkmeyen, ama gerçekliği bir görev ve yerine
getirilecek bir buluş olarak da ele alan, bilinçli bir ütopizmi
de içerir.” diyen Ulrich’in engin deneyimine itibar eder. Öyle ki,
iktidar olası bir yaşantıyı gerçekte yaşanılandan daha net görür
denilebilir. Spinoza’nın “olan en iyisidir” ilkesini şiar edinmiş
olan Adorno’nun ‘iktidar’ının nazarında olası bir köklere dönüş
olası bir devrim kadar nefret edilesidir ki, böylesi bir “olasılık
fobisi”nden muzdarip iktidar, şimdiyi olası bir geçmiş ya da gelecek
ile aklarken, döneminin en azılı ütopyacılarına kendi karşı-ütopyacı
evhamları nedeniyle kucak açar. Çünkü iktidarda Ulrich gibi, “Tanrının
da bu dünyayı yaratırken dünyanın aslında başka türlü de olabileceğini
düşündüğünü” bilir.
“Olası insan nefreti” kaynaklı “marjinaliteyi
kabulleniş teknikleri” geliştiren “hoşgörülü iktidar”, gerçek ile
olası arasında gördüğü çizgiyi marjinalite ile sıradanlık arasında
da görür. Sıradanlıkların marjinalleşmesinden endişe ettiğinden,
marjinalitenin çizginin beri tarafına geçmesine izin verir. İktidarın,
kendi bünyesindeki ‘öteki’lere tahammülsüzlüğü “marjinalitenin konformizmi”ne
neden olur. İktidar eliyle yaratılan bir takım hoşgörü-kabulleniş
ağları vardır ki; marjinalite bu konforunu sıradanlığın hoşgörüsüne
borçludur. Hegelvari bir deyişle; iktidar marjinalite krizini içleyerek
aşar.
Çizginin ‘marjinal tarafı’nın ‘sıradanlık tarafı’ndan daha yoğun
olduğu bazı “toplumsal çözülüş eşikleri” vardır ki; bu gibi durumlarda
iktidar, ‘gerçek’ ile ‘olası’ arasında gördüğü ince çizgiyi, ‘marjinalite’
ile ‘sıradanlık’ arasındaki çizgiden daha net görür. Marjinalitenin
çizginin beri tarafına çekilmesinin zorluğu, sıradanlığın çizginin
öte tarafına itilmesine neden olur. İktidarın, kendi bünyesindeki
‘beriki’lere dahi tahammül edemediği bu gibi “toplumsal çözülüş
eşikleri”nde “sıradanlığın nonkonformizmi” sözkonusudur. İktidar
eliyle yaratılan bir takım korku-nefret ağları vardır ki; sıradanlık
bu uyumsuzluğunu marjinalitenin nefretine borçludur. İktidar sıradanlık
krizini dışlayarak aşar.
Bakır Çağlar , 18 Nisan 2003 tarihli Bizim Gazete’de
yayımlanan “Tanör İçin” başlıklı makalesinde George Orwell’ın “Bin
Dokuzyüz Seksen Dört”teki işkencecisinin, “Eğer geleceğin fotoğrafını
görmek istiyorsanız bir insan suratını sonsuza kadar tekmeleyen
bir POSTAL düşünün.” şeklindeki ifadelerinden hareketle şöyle yazıyordu;
“ POSTAL-dinamikleri basit şemasına göre; farklı düşünenleri siyasi
sosyal düzene sokmakla yükümlü iktidarlar, ‘Ahlak’ı tekellerine
alarak, muhalifleri sanıklar, karşı konulmaz korku-nefret kompleksi
kurarak fertleri hoşgörüsüz çoğunluk içine çeker, koyun olma korkusu
ile kurtlarla birlikte uluma eğilimi yaratır. Nefret üretmek için
ise her zaman bir numaralı ‘Halk Düşmanları’ bulunur.” Bu ifadeler
tam da “toplumsal çözülüş eşikleri” dediğimiz süreçteki “hoşgörüsüz
iktidar pratiklerine” denk düşmektedir. Zira, Bakır Çağlar’ın odaklandığı
dönem, Türkiye’de, “Kurşun Yılları” olarak adlandırdığı gerçeğin
yaşandığı “toplumsal çözülüş eşiği”ne denk düşen bir dönemdi.
Öyle ise, “POSTAL-dinamikleri basit şeması”ndan
“marjinaliteyi kabulleniş teknikleri basit şeması”na geçilirken
iktidar-toplum düzeneğinin işleyişinde de bir takım farklılıklar
kendini gösterir. Halkın neler yapabileceğini gören, Çağlar’ın “hoşgörüsüz
iktidar”ı, olanı olduğu gibi kabul eden, Adorno’nun “hoşgörülü iktidar”ına
dönüşür böylece.
“Hoşgörülü iktidar” yine “farklı olanı siyasi
sosyal düzene sokmakla yükümlü”dür ancak, bu sefer bunu, farklı
ahlaklıların kendine özgü davranış kurallarına saygı duyarak, muhalifleri
sanıklayarak değil onları kanıksayarak, karşı konulmaz hoşgörü-kabulleniş
ağları kurup marjinalleri hoşgörülü sıradanlar içine çekerek, koyunların
kurtlaşmasına engel olmak için kurtları koyunlaştırıp onlarla birlikte
meleme eğilimi yaratarak yapar. “Hoşgörülü iktidar” böylelikle,
‘sıradan-marjinallikleri’ ve ‘marjinal-sıradanlıkları’ huzur içinde
hepbirlikte yaşama mezaliminin cenderesine sokarak hoşgörü giydirilmiş
otoritesini kuvvetlendirir.
Öyle ise sıvıdır geç kapitalist burjuva ve iktidar;
yayılır. Her türlü marjinalitenin üstünü şefkatle örterek onun şeklini
alır ve Giorgio Agamben’in diliyle, “kendisini kendisinin dışına
taşırır.” Geç kapitalist yayılmacı anlayışın tezahürüdür bu; inkar
edilemeyecek bir özgürlük ortamında yaşanıldığı zannı yaratarak
bütün karşı çıkış imkanlarını ortadan kaldırır. Adorno’nun Minima
Moralia’nın başka bir pasajında zamanının cimrisi için yaptığı şu
yorum zamanımızın iktidarı için de kolaylıkla söylenebilir; “Zamanımızın
cimrisi ise kendisine hiçbir şeyi, başkasına ise herşeyi pahalı
gören kişidir. Eşdeğerlik hesaplarıyla düşünür ve bütün özel yaşamını
o yasaya, kişinin aldığından azını vermesini ama yine de birşeyler
almasını sağlayacak kadarını vermesini öngören yasaya bağımlı kılmıştır.”
Zamanımızın iktidarı da bu yasaya bağımlı kılmıştır kendisini biraz;
bireye, zannettirdiğinden azını yaşatır ama asıl durumun ne olduğunu
ayırdedebileceği kadar tutsak da etmez onu. Mevcut durumdakinden
daha yaşanılası bir özgürlük yoktur, olsa bile uğruna mücadele etmeye
değmeyecektir; mevcut durumdakinden daha çoğulcu bir toplum yoktur,
olsa bile daha fazlası tahammül sınırlarını zorlayacak niteliktedir;
bundan daha özgürlükçü bir hukuk yoktur, çünkü daha fazlası bazılarının
özgürlüğüne müdahale anlamına gelecektir. Sınır durumu değil de
eşik durumu düşünür hep geç kapitalist iktidar; ‘bir fazlasının
bütün öncekileri yok edeceği’ tehdidiyle sürdürür mevzubahis özgürlükler
ortamını. Öyle ise özgürlük henüz tamamıyla aklanmış değildir yerkürede
ve halk hala daha fena özgürlükleri yaşamamak için itaat eder iktidara.
Adorno’nun, bireylerin yaşantıladığı ahlaki alana dair şu sözleri,
günümüz bireylerinin yaşantıladığı özgürlükler ortamı için de uygun
düşer; “Beden gibi ruhsal organizma da çapı kendisiyle orantılı
deneyimleri algılamaya yatkındır. Deneyimin konusu bireye oranla
fazla büyüdüğünde birey de onu deneyimlemek yerine sezgisel bilgiden
tümüyle kopuk kavramlarla doğrudan doğruya kaybeder: Yaşanan dışsal
bir şeydir artık, ölçülemeyen, karşılaştırılamayan bir şey: Facia
ona karşı nasıl kayıtsızsa, o da ona öyle kayıtsızdır.”
Bugün geç kapitalist iktidarın sunduğu ya da yaşattığı
özgürlük tam da bunun gibi bir özgürlük halidir; aslında içsel bir
deneyim olarak yaşanması gereken özgürlükler bile o kadar dışsallaştırılmış
ve ulvileştirilmiştir ki, adeta bireyin deneyim kapasitesini aşmaktadır.
Her türlü aşkınlığa karşı aldığı tavırda olduğu gibi, birey ölçülemeyen,
karşılaştırılamayan, ele gelmeyen özgürlük karşısında da iki şekilde
davranabilir aslında; ya ona tapmak ya da onu umursamamak; inanmak
ya da kayıtsız kalmak. Özgürlük tapınılası bir şeymiş gibi uzaklara
itildiğinde her tanrı gibi ulaşılması güç ve baskıcı olur, ona karşı
kayıtsız bir tavır benimsendiğinde ise, her kayıtsızlık durumunda
olduğu gibi, umursanmayan şeyin olmasının ya da olmamasının arasındaki
farkın yitirildiği bir boyutta düşünülür. “Özgürleşmenin tüm hedeflerini
çoktan ardımızda bıraktık.” diyordu Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı’nda.
Yani ona göre ‘aşkın’ değil ‘aşılmış’ bir şeydi özgürlük ama ‘aşkın’a
gösterdiği aynı hoşgörüyü ‘aşılmış’ada gösterir iktidar. Aşkın olana
tapmakla aşılmış olanı küçümsemek arasında çok büyük bir fark görmez.
Her ne kadar da özgürlüğün iktidar eliyle dışsallaştırılması
ve ulvileştirimesi onun ölçülüp karşılaştırılamaz hale gelmesine
neden oluyorsa da, bu durum özgürlüğün belli bir toplumda sabit
miktarda olduğu anlayışının kaynağıdır. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları
Bildirisi’nin dördüncü maddesine göre; “Özgürlük, başkalarına zarar
vermeyen her şeyi yapabilme erkidir.” Bu ifadenin bir başka okuması,
toplumda özgürlüğün sabit miktarda olduğu ve bu özgürlük pastasından
herkese eşit miktarda pay verildiğidir ki, böylesi bir sıfır toplamlı
oyun modelinde birinin her artı özgürlüğü bir başkasına verdiği
eşit miktarda tutsaklıkla ölçülür. Özgürlüğü yücelten tüm insan
hakları bildirilerinde özgürlüğün karşıtı tutsaklık olarak değil
suç olarak düşünülür böylece: Suçtan arındırılmış bir toplum özgür
bir toplumdur.
Hasan Ali Topbaş’ın “Bin Hüzünlü Haz” ismli
romanının kahramanını ise “...en çok suçtan arınmışlığı tedirgin...”
ediyordu. İnsan aklının tasavvur edebileceği en pis ve belalı sokaklara
girip, “...dünyada insanoğlunun işleyebileceği ne kadar suç varsa
hepsini kocaman bir mıknatıs gibi varlığında toplamak...” istiyordu
ama bunu bir türlü başaramıyordu. “Binbir hevesle peşlerine takıldığım
tilki suratlı üçkağıtçılar, pörtlek gözlü ayyaşlar, ya da kararsız
bir rüzgar gibi beni oradan oraya sürükleyen düşük çeneli serseriler,
herhangi bir suçun eşiğine yaklaştığımız sırada birdenbire meleğe
dönüşüyorlar çünkü.” diye yakınıyordu. “Onların meleğe dönüşmüşlüğünü
geçip de ben işte o zaman suça ulaşamıyorum bir türlü.” diye iç
geçiriyordu. İktidarın en baskıcı otoritesinin birdenbire en şefkatli
hoşgörüye dönüşmesi, dünyanın en azılı suçlularının aniden en merhametli
meleğe dönüşmesi gibi birşeydir belki de. Bu “hoşgörülü iktidarın”
marjinaliteyi kabulleniş tekniğidir. Hiçbir marjinallik iktidarın
o yüce hoşgörüsünü geçip de daha aşırısına ulaşamaz; tam da tutsaklığını
idrak etmek üzereyken gözlerinin önüne çekilen özgürlük perdesini
aralayıp da perdenin o tarafı ile bu tarafı arasındaki farkın ayırdına
varacağı yerde, gözlerini perdeye dikip tutsaklığını unutur yeniden.