Belgesel...
Arkaik ve çağdışı bir kelime gibi geliyor kulağa... Ama bunun hemen
ardından akla, bu kavramın etrafında örülen yüzlerce üretilmiş görüntüyü
yayınlayan “uzman” televizyon kanalları gelince “hiç de arkaik değil”
itirazları yükselebilir. Oysa sorun tam da burada başlıyor. Aslında
belgesel sinema, sinema kuramcılarının adını koyduğundan beri sürekli
yanlış anlaşılmaya, yanlış kullanılmaya elverişli, incitilebilir
bir açıklıkta olagelmiş.
Bu bir kelimeye sığdıralamayacak olgu, yüzyılı
aşkın bir hareketli görüntü tarihinin ardından belgeseller, araştırmacılar
tarafından hayli farklı şekillerde sınıflandırılıyorlar: Etnolojik
araştırma, yolculuk, doğa belgeselleri, haber-gerçek belgeseller,
doküdramalar ya da bavul belgeselleri v.s. Bu ayrımların bir televizyon
kurumunda rafların tasnifinin kolaylaştırması ya da bir araştırmacının
incelemelerini daha düzenli yapabilmesi dışında bir faydası olmadığı
için ayrıntılara girmek gerekli durmuyor.
Çabuk ve çok temelde ana hatlarla çizmek gerekirse
belgesel, hareketli bir görsel bir yapıya uygulanan (film, video),
belgeye dayanan bir çıkışa sahip dramatik bir yapı demektir; belgeye
dayanan gerçekçi ve tarafsız estetik özelliklere sahip, peliküle,
manyetik ya da dijital banda işlenmiş görüntü ve seslerden oluşan
yapılara belgesel adı veriliyor.
Bütün bu tartışma götürür tanımlar, kavramlar ve
sınıflandırmalar üzerine söylenecekler bir kenara bırakılırsa –ki
şimdilik bırakıyoruz- dünyada “gerçek belgesel” üretmeye çalışan
küçük bir grup olduğundan bahsedebiliriz. Bu küçük, dağınık grup
“gerçek belgesel” üretmeye çalışırken başka bir grup da (ya da kişi)
belgeselin yegane tüketim alanı olan gereçlere –televizyon, sinema
salonu- sahip olur ve her yolu deneyerek gereç ve alan ürerindeki
hakimiyetlerini güçlendirirler. Aslında bu
küçük “gerçek belgesel” üretmeye çalışanları diğerlerinden ayıran
onların “belgesel-gerçeklik” ilişkisini sorunlaştırmasıdır.
Kurmacaya karşı, ” gerçeğin
kendisini sunma” yanlış iddiasında teorileştirilen belgesel ile
gerçek arasındaki ilişki nedir? “Belgesel gerçeğin yeniden
üretimi midir?” Tabii ki değil. Öncelikle bu kadar basit bir amaç
için bu kadar bir efort sarfetmek anlamsız görünüyor. Dahası gerçeğin
tekrar üretimi olanaksızdır. Üretilenler aslında,
metinlerarası, anlamlandırmalar arası bir alanda uçuşurlar. Gerçeğe
bakışın kendisi sorunluyken onun kaydedilmesiyle, gerçekle olan
ilişki daha da sorunlaşır. Fotoğrafın ya da hareketli görüntünün
gerçekliğiyle ilgili ( bugüne kadar sıklıkla ve mükemmel bir şekilde
yapılmış tartışmalar vardır) çok daha genel ve kavrama yönelik bir
bakışla ele alındığında bile gerçekliğin ne kadar tartışmalı bir
kavram olduğu görülür. Bu tartışma sürdürülürse de hakikat durağına
ulaşılır ki gerçeğin herhangi bir değeri kalmışsa bu duraktan bakıldığında
o değer de yerini şüpheye bırakır. Çünkü hakikat
gerçeğin düşünsel bir ilişkiyle saptanması, bir anlamda yorumu şeklinde
ortaya çıkar. Bunun hangi ölçülerle yapılması gerektiği üzerine
tüm bir felsefe bile hakikat oldğunu düşünülen inançların yıkılıp
yeniden farklı şekillerde kurulduğu bir tarihe sahiptir. Özellikle
hakikatin saptanmasında bilimsellik ölçütlerine olan inancın parçalandığı
günümüzde görüntü, gerçek üzerine hakimiyetini ilan etmiş durumdadır.
Aslında bu anlamda görüntünün kaydı, gerçeği resmetme iddiasıyla
izleyenin hakikatla olan sorgusal ilişinin çerçevesini hazır bir
şekilde çizmektedir. Özellikle belgesel bu suçu işlemeye en yatkın
görüntü türü olarak karşımızdadır. Bu yönüyle öznesi
olmayan bir propoganda –en gerçek budur, sunulandır, gösterilendir.
Çünkü göremeyeceklerinizi, gösteriyoruz- yaratmaya elverişlidir.????
Belgesel sinemanın uğraştığı, başlangıcından bu yana incelediği
en önemli konulardan biri olan gerçeklik sorunu, görüntü oluşturan
elektronik sistemlerdeki müthiş gelişme ve medyaların tekelleşmesindeki
korkutucu boyutlar yukardaki bağlamla birleşince günümüzde daha
da önem kazanmıştır.
Teknolojik gelişmeler, yönetmene gerçek olmayanı
gerçekmiş gibi gösterme olanağını eskiden kullanılan yöntemlerden
daha inandırıcı bir biçimde verme yollarını sağlar. Bugünün teknolojik
olanaklarıyla farklı yüzyıllarda yaşayan insanların aynı görüntü
ortamında gerçeğinden ayrıtedilemeyecek bir teknik mükemmellikte
biraraya getirilmesinin , ses üzerinde harflere varan kurguların
hissettirilmeden yapılabilmesinin belgesel-gerçeklik ilişkisi üzerine
yapabileceği etkiler değerlendirilmelidir.
Aslında bir başka açıdan bakıldığında ise teknolojik
gelişmelerin gerçek belgesel çalışmaların önüne önemli bir olanak
çıkardığını görürüz. Bir belgesel oluşturmak artık eskiden olduğu
gibi bir bireyin hayal bile edemeyeceği durumda değildir. Kameralar,
manyetik bantlar, ve son yıllarda ucuzlayan kurgu olanakları ve
gene bu gereçlerin teknik özelliklerindeki gelişmeler –ışığa duyarlık,
ses kaydındanki yetkinleşme vs.- arzu eden bireyleri belgesel yönetmenliğine
yaklaştırmıştır. (Bu söylenen evrensel bir geçerlilik taşımamaktadır.
Belçikada her yirmi kişiden birine video kamera düşerken bu rakam
Gana ve Çad’da yüzbinde bir oranındadır.)
Belgesel, sinemanın ilk yıllarını
bir kenara bırakırsak, iki dünya savaşı sırasında yoğunlukla sinemada
gösterilen haber filmlerinin döneminin dışında sinema salonlarına
çok az kabul edildi. Zaten böyle kriz anlarında ancak gerçeğe olan
arzu yükselir. Bu arzuya karşı farkedilmesiyle de başlayan hemen
sonra ortaya çıkan süreçte televizyonlar hergün eve gelen bir gazete
gibi gerçeklikle ilişkiye başka bir yatak açmaya yetti. Diğer TV
türleri yoluna başlarken ve çeşitlenirken bu haber-belgesel türünün
yeri zaten hazırdı. Savaşlarda her ülkenin kendi halkına cepheden
ve ülkenin gelişmesinden haber verdiği düşünüldüğünde propoganda
özelliğinin işin içine nasıl girebileceği çok da muamma olmasa gerek.
Yayını süresince istediği tek şey görüntü olan televizyonun bu anlamda
genelde kurmaca olmayan anlamında “belgesel”in en önemli mecrası
olması da kaçınılmazdı. Şimdi belgesel dendiğinde ilk akla gelen
olanak televizyon olarak duruyor. Bunun nedeni belgeselin yanlış
kullanımını erkenden olnaklı kılması açısından televizyonun varlık
alanına çıkması, bunun da yaygınlığının evin içine girmesi boyutunda
inanılmaz bir hakimiyete sahip olması, anlamları diğer bütün medyadan
daha hazır paketlemesi ve tabii sinema salonu aracının belgeselle
ilişkisi arasında aranabilir. Dolayısıyla “gerçek belgesel” ancak
festival ve “toplumsal uyum”un ötesinde görünürlüğe ve az bir kitleye
ulaşmaktadır.
Kısaca olumlu bir gelişme gibi görünen televizyon
kanalları ve günümüzde onların çoğalması durumu özellikle Türkiye
gibi ülkelerde ve dünyada bir spektrum genişlemesi ve bir olanak
sağlama açısında hiç de göründüğü gibi olumlu etkiler yaratmamaktadır.
Aksine tüm dünyada tv kanallarının bilgilendirmeyi bilgilendirmeme
ve çarpıtarak ve bozarak bilgilendirme olarak olarak değerlendirdiklerini
görürüz. Liberalizm ve küreselleşme adı altında dünya medyası da
(belki) Mobil ve BP’nin sebeplerinden pek farklı olmayan sebeplerden
tekelleşmektedirler. Aynı reklamlarda olduğu gibi resimler ve sesler
çoğalmakta, ancak hakikat daha derinlere inerek boğulmaktadır. Bahsi
geçen çoğalma aynı enstrumandan çıkan seslerin daha geniş alana
yayılması şeklinde gerçekleşmekte, yeni seslerin çıkması ya da niteliksel
bir değişim hergün daha da olanaksızlaşmaktadır. Bu nedenle kanalların
sayısındaki artış daha geniş bir yelpaze içinde bir program ve farklı
görüşlerin temsili açısından hiçbir yenilik getirmemektedir.
Türkiye ve benzeri ülkelerde belgeselle televizyon
kanalı arasındaki ilişkide televizyon, üretilen hizmet ya da ürünün
değerlendirileceği ya da tüketileceği yer olarak görülmemelidir.
Aksine televizyon bir başka deyişle “ulusal televizyon kanalları”
ürünün önüne üretim ve gösterim aşamalarında önemli bir engel olarak
çıkar. Aslında üretim ve tüketimden başka bir aşama da yoktur. İzleyici
diye tanımlayacağımız geniş kitlenin büyük bir kısmı, belgeselcilerle
aralarındaki bir engel olan kanal sahiplerini asla aşamaz. Aslında
aşikar olan, böyle bir niyetin olmadığıdır ama bunu tartışma konusu
yapmak farklı ufuklar açacak bir potansiyel taşır: Seyirci dediğimizde
kastettiğimiz, ürünün alımlanabileceği tüm seyretme kodlarıyla donanımlı
kitle, arada bir engel olduğunun farkında bile olmamakla beraber,
böyle bir engeli sezebilecek olanlar için bile giderek daha az önemli
görünmektedir. Bu durum kitle dediğimiz alımlayanın önemli sorunu
ya da konusu değildir ve diğer tüm günlük hayatın hegemonik ilişkilerinde
daha da gereksiz bir yere oturtulur. Görüntüyü “şimdi ve burada”
olma özelliğiyle, gerçekliği sanallıkla yoğuran televizyonun sunduklarının
yaygın kabulü, kitlenin, oradan yansıyan “belgesel” adlı yapımları
gerçek belgesel zannetmesinin zeminini sağlamlaştırmıştır çoktan.
Seyirci ve televizyon ilişkisinde, görselliğin parçalara ayrılmış
türsel akışı kodları böylece yerleştirmiş olduğundan sorgulama ikinci
planda kalır ve gerçek-belgesel örneğini karşılaştıracak bilgisi
olmadığından –doğal olarak- gösterilenleri belgesel dahası gerçek
olarak alımlamaya yatkın bir izleme alışkanlığı geliştirir.
Tüm bunların ötesinde “gerçek belgesel”ler için
asıl engel gösterime girme aşamasıdır. Onların gösterime girip girmemesinde
belirleyici olan “gerçek belgesel değerler” değildir. Aksine, sıklıkla
gerçeği tahrif eden yapımlar, gösterime ve dağıtıma sokulur. Dağıtıma
girme ve üretebilme imkanları ulusal ve küresel dağıtım tekelleriyle
uzlaşmada yatar. Bu dağtımlar, “gerçek” ve “estetik” ten farklı
kaygıları öne çıkaran dinamiklere sahiptir.
Bu dinamikler, gittikçe küreselleşen dünyanın ve
gittikçe liberalleşen bireyin bulunduğu tüm mekanlarda belgesel
yapmanın belli zorluklarının da nedenidir. Küreselleşme denen çılgınlığın
(hileli zırvalığın) sözde yükselmesiyle dünyada belgesel yapmanın
zorlaşması aynı oranda artmaktadır. Sözümona özgürleşen dünya, kendisine
dair herhangi bir gerçeği araştırmak ve duyurmak isteyen bireyleri
çiğner ve dışarı atar (tükürür). Burada çelişki -veya çelişkiler-
daha doğru bir deyişle kocaman bir yalan olduğu açıkça ortadadır:
Belgeselci (ya da değil) bireylerin bilgiye ulaşmada ortaya çıkan
kolaylıklarla özgürleştiği... Gerçekte olansa özgürlüğün daha da
fazla daralması ve yokolmasıdır. Olsa olsa insanlar ehlileşmekte,
bizzat kendilerinin günlük yaşamın içinde varoluş anlamlarını biçimlendiren
öğeleri görmezden gelen bir teslimiyet içinde bulunmakta olabilirler.
Olsa olsa kendi aktif oyunlarından vazgeçip dayatılan oyunları oynuyor
olabilirler. Şu veya bu sebeple, sonu hiç belli değilmiş gibi görünen
bir süreç boyunca bir oyunu oynamaya zorlanan insanoğlu, bir müddet
sonra bu dayatılan oyunu kendi varoluşuyla bir tutmaya hatta hoşlanmaya
bile başlayarak, oyunu zamansal ve mekansal bağlamda yayan araç
olarak oyuncu olur. Bu anlamda kitelesel bir akışın içinde olmanın
huzuruyla sorunları azaltıp yaşamını hafifletebilir. Bu aslında
tek kelimeyle “uyum” dediğimiz şeydir. Yavaş yavaş uymaya başlanır,
uyumun getirdiği avantajlar yaşanmaya başlanır ve bir müddet sonra
kendi söylediklerinin gerçek olduğunu inanmaya başlanır, bu
da tam televizyonun bireye söyleyip durduğu şeyin aksisedasıdır.
Çünkü inanmak rahatlatıcıdır, sistemin ve onun öğretileri içselleştirlir,
işte ondan sonra düşünceyi kontrol eden ayrıcalıklı kesimden biri
olunur. Bu yeri sürdürmek o zamana kadarki süreçte ezberletilen
oyunun kendisini daha güçlü bir şekilde savunarak mümkün olur. (
Bu her zaman böyledir. Birşey söyleyip de başka bir şeye inanan
ve bunu sürdüren yok gibidir. Söylemek gerekli ve sana faydalı olduğu
için bir şey söyler ve bir müddet sonra bu söylediğine inanırsın.
Noam Chomsky) Uyum konusunda sorunlar yaşayan tüm belgeselciler
bu gerçeğin her geçen gün arttığını farkeder. “Bağımsızlık” gibi
uyumun içinde sakıncalı titreşimler yaratan kavramlardan hareket
eden, “bilimsel yaklaşımlar” dışındaki uyumlara uyum göstermekte
zorlanan belgeselciler, gittikçe daralan bir yaşam alanını ciddi
olarak hissederler.
Televizyonun kurumsal işleme mantığı onu hakim
ideolojiyle yakın ilişkiler içine sokmasından dolayı onun, gerçek
belgeselin en önemli üretim ve tüketim alanı olması gerekliliğinden
uzaklaştırır ve bu aslında gerçek belgeselin yerine ikame edilen,
uyumlu bir şekilde herkesce tanımlanmış “belgesel” başlıklı kuşaklarda
gösterilenlerle sağlanır. Yani, “uyum”un sürmesi, sürdürülmesi oyunun
birinci kuralıysa, oyun alanınından uzakta durmayı seçenlerin aykırı
sesleri uyumlaştırılmadan bu akışın içine zor alınır.
Her nekadar son büyük ticari skandallar ve Irakla
ilgili hukuk ve ahlak tanımayan yaklaşımlar nedeniyle örneklerdeki
popülerliğini son zamanlarda biraz yitirmiş olsa da sık sık ABD’deki
ya da Batı Avrupa’daki antitekel yaslardan, belli bir miktarda belgesel
gösterme mecburiyeti getiren kurallardan ve bunlara benzer son derece
dayanaksız savlardan sözediliyor. Başka ülkelerde böylesine bir
demokratikleştirmenin olmadığını ön kabul eden bu savlar, gerece
(televizyona) yasalarla bir kontrol bir düzeltme sağlanıyormuş izleniminin
doğmasına neden olmaktadır. Oysa sorun, ülkelerin televizyona yaklaşım
farklılıklarında değil, gerece kimin sahip olduğudur. Bu anlamda
Yunanistan, ABD, Gana, Türkiye ya da Fransa arasındaki nüanslar
genel yapıyı değiştirmez. Sahip olanların ait olduğu ortak bir sınıf
var mı, sahip olanların ortak özellikleri neler gibi basit cevaplı
sorular, gerecin belgeselle, daha da ötesi demokrasi, sosyal adalet
vb. kavramlarla ilişkisini açıklayacaktur. Bu durum Türkiye ve gibi
ülkelerde daha kabaca ve sınır tanımaz bir şekilde işlemesine karşın
temelde diğer ülkelerde de aynı gözükmektedir.
Üçüncü dünya olarak adlandırılan ülkelerle diğer ülkelerdeki medyanın
özellikle televizyonun belgesele bakışında farklılık varmış yanılsamasını
yaratan “adab-ı muhaşeret” konusundaki farktır. Aradaki tüm fark
“miş gibi” yapabilmedeki düzey farkıdır.
Belgesel de televizyon da, toplumu ve insanı ilgilendiren,
topluma ve insana ait tüm kavramlarla ilişkisinden soyutlanarak
ele alınamaz. Bu nedenle yazının öznesini oluşturan belgeseli, üretimini,
ve sorunlarını açıklarken sözü geçen her toplumların diğer kavramlarla
ilişkisinden yararlanabiliriz: Türkiye gibi bir ülkede insanlar,
“farklı düşünen” insanları yakarlar ve onlar yanarken haykırarak,
kendilerinden geçerek izlerler. Gelişmiş Avrupalılar da süresi dolmuş
ve bozulmuş ilaçları, besinleri Afrika’ya, Bosna’ya kullanmak üzere
gönderirler. Görüldüğü gibi temelde işleyiş ve davranış aynıdır.
Bu temel bağlamında, İngiliz televizyonlarında balinalarla ilgili
birçok belgesel izleyebilirken İngilizlerin bir yüzyıl önce Afrika’da
ya da Hindistan’daki faaliyetlerine dair çok az şey bulabiliriz.
ABD televizyonlarında “zenciler ve crack” üzerine fazlaca bir yapıt
bulmanız olası değildir. Bu gösteriyormuş gibi yapma yöntemi, bizdeki
göstermeme yönteminden belki de daha tehlikeli durmaktadır. Çünkü
ortada toplumsal olarak tatmin etme-olma durumu vardır. Belgesel
izletilmekte ve izlenmektedir ama gerçeği değil onu ikame (idame)
için yapılanı. Almanya ve Fransa’da özgür bir ülkede yaşadığı yanılsamasına
tüm yaşamı boyunca inanan, bunu hisseden ve devletin kendilerinden
birşey saklamadığını düşünen çok geniş bir kitle olduğunu kesin
olarak biliyoruz. Üçüncü dünyalıların gazetecilerinin “herkesin
elinde bir kitap var, banliyö treninde bile okuyor adamlar diye
övdüğü bu kitle gerçekten de okudukları kitap ve -etin Altan’ın
sık sık uygar insanı tanımlamada anlamlı bir belirleyen ya da önemli
bir ölçütmüş gibi vurguladığı- tükettikleri diş macunu ve tuvalet
kağıdına göre uygar olan bu kitlenin gerçekten de bu saçma ve sıkıcı
masallara inandıkları, en azından inanıyormuş gibi göründükleri
de ortada.
Türkiye özelinden bakarak dünyada belgesel
ve onun ilişkilerine, yukardaki temel aynılıkları unutmadan bakmak
daha tanıdık olması dolayısıyla konuyu da daha net açmayı sağlayacak.
Ancak daha kararlı ve anlamlı olabilme olasılığı taşıyan bir tartışma
için belgeslin doğuş ve gelişme süreçlerine ve sürekli kısa kısa
ama tekrar tekrar değindiğimiz alternatif alan ve alternatif belgeselciye
” de yeniden bakmak gerekecek.