SAYI 29 / 01 ŞUBAT 2005

 

BELGESEL, GERÇEKLER, ENGELLER (1999 – 2005)

Ethem Özgüven

 



Belgesel... Arkaik ve çağdışı bir kelime gibi geliyor kulağa... Ama bunun hemen ardından akla, bu kavramın etrafında örülen yüzlerce üretilmiş görüntüyü yayınlayan “uzman” televizyon kanalları gelince “hiç de arkaik değil” itirazları yükselebilir. Oysa sorun tam da burada başlıyor. Aslında belgesel sinema, sinema kuramcılarının adını koyduğundan beri sürekli yanlış anlaşılmaya, yanlış kullanılmaya elverişli, incitilebilir bir açıklıkta olagelmiş.

Bu bir kelimeye sığdıralamayacak olgu, yüzyılı aşkın bir hareketli görüntü tarihinin ardından belgeseller, araştırmacılar tarafından hayli farklı şekillerde sınıflandırılıyorlar: Etnolojik araştırma, yolculuk, doğa belgeselleri, haber-gerçek belgeseller, doküdramalar ya da bavul belgeselleri v.s. Bu ayrımların bir televizyon kurumunda rafların tasnifinin kolaylaştırması ya da bir araştırmacının incelemelerini daha düzenli yapabilmesi dışında bir faydası olmadığı için ayrıntılara girmek gerekli durmuyor.

Çabuk ve çok temelde ana hatlarla çizmek gerekirse belgesel, hareketli bir görsel bir yapıya uygulanan (film, video), belgeye dayanan bir çıkışa sahip dramatik bir yapı demektir; belgeye dayanan gerçekçi ve tarafsız estetik özelliklere sahip, peliküle, manyetik ya da dijital banda işlenmiş görüntü ve seslerden oluşan yapılara belgesel adı veriliyor.

Bütün bu tartışma götürür tanımlar, kavramlar ve sınıflandırmalar üzerine söylenecekler bir kenara bırakılırsa –ki şimdilik bırakıyoruz- dünyada “gerçek belgesel” üretmeye çalışan küçük bir grup olduğundan bahsedebiliriz. Bu küçük, dağınık grup “gerçek belgesel” üretmeye çalışırken başka bir grup da (ya da kişi) belgeselin yegane tüketim alanı olan gereçlere –televizyon, sinema salonu- sahip olur ve her yolu deneyerek gereç ve alan ürerindeki hakimiyetlerini güçlendirirler. Aslında bu küçük “gerçek belgesel” üretmeye çalışanları diğerlerinden ayıran onların “belgesel-gerçeklik” ilişkisini sorunlaştırmasıdır.

Kurmacaya karşı, ” gerçeğin kendisini sunma” yanlış iddiasında teorileştirilen belgesel ile gerçek arasındaki ilişki nedir? “Belgesel gerçeğin yeniden üretimi midir?” Tabii ki değil. Öncelikle bu kadar basit bir amaç için bu kadar bir efort sarfetmek anlamsız görünüyor. Dahası gerçeğin tekrar üretimi olanaksızdır. Üretilenler aslında, metinlerarası, anlamlandırmalar arası bir alanda uçuşurlar. Gerçeğe bakışın kendisi sorunluyken onun kaydedilmesiyle, gerçekle olan ilişki daha da sorunlaşır. Fotoğrafın ya da hareketli görüntünün gerçekliğiyle ilgili ( bugüne kadar sıklıkla ve mükemmel bir şekilde yapılmış tartışmalar vardır) çok daha genel ve kavrama yönelik bir bakışla ele alındığında bile gerçekliğin ne kadar tartışmalı bir kavram olduğu görülür. Bu tartışma sürdürülürse de hakikat durağına ulaşılır ki gerçeğin herhangi bir değeri kalmışsa bu duraktan bakıldığında o değer de yerini şüpheye bırakır. Çünkü hakikat gerçeğin düşünsel bir ilişkiyle saptanması, bir anlamda yorumu şeklinde ortaya çıkar. Bunun hangi ölçülerle yapılması gerektiği üzerine tüm bir felsefe bile hakikat oldğunu düşünülen inançların yıkılıp yeniden farklı şekillerde kurulduğu bir tarihe sahiptir. Özellikle hakikatin saptanmasında bilimsellik ölçütlerine olan inancın parçalandığı günümüzde görüntü, gerçek üzerine hakimiyetini ilan etmiş durumdadır. Aslında bu anlamda görüntünün kaydı, gerçeği resmetme iddiasıyla izleyenin hakikatla olan sorgusal ilişinin çerçevesini hazır bir şekilde çizmektedir. Özellikle belgesel bu suçu işlemeye en yatkın görüntü türü olarak karşımızdadır. Bu yönüyle öznesi olmayan bir propoganda –en gerçek budur, sunulandır, gösterilendir. Çünkü göremeyeceklerinizi, gösteriyoruz- yaratmaya elverişlidir.????

Belgesel sinemanın uğraştığı, başlangıcından bu yana incelediği en önemli konulardan biri olan gerçeklik sorunu, görüntü oluşturan elektronik sistemlerdeki müthiş gelişme ve medyaların tekelleşmesindeki korkutucu boyutlar yukardaki bağlamla birleşince günümüzde daha da önem kazanmıştır.

Teknolojik gelişmeler, yönetmene gerçek olmayanı gerçekmiş gibi gösterme olanağını eskiden kullanılan yöntemlerden daha inandırıcı bir biçimde verme yollarını sağlar. Bugünün teknolojik olanaklarıyla farklı yüzyıllarda yaşayan insanların aynı görüntü ortamında gerçeğinden ayrıtedilemeyecek bir teknik mükemmellikte biraraya getirilmesinin , ses üzerinde harflere varan kurguların hissettirilmeden yapılabilmesinin belgesel-gerçeklik ilişkisi üzerine yapabileceği etkiler değerlendirilmelidir.

Aslında bir başka açıdan bakıldığında ise teknolojik gelişmelerin gerçek belgesel çalışmaların önüne önemli bir olanak çıkardığını görürüz. Bir belgesel oluşturmak artık eskiden olduğu gibi bir bireyin hayal bile edemeyeceği durumda değildir. Kameralar, manyetik bantlar, ve son yıllarda ucuzlayan kurgu olanakları ve gene bu gereçlerin teknik özelliklerindeki gelişmeler –ışığa duyarlık, ses kaydındanki yetkinleşme vs.- arzu eden bireyleri belgesel yönetmenliğine yaklaştırmıştır. (Bu söylenen evrensel bir geçerlilik taşımamaktadır. Belçikada her yirmi kişiden birine video kamera düşerken bu rakam Gana ve Çad’da yüzbinde bir oranındadır.)

Belgesel, sinemanın ilk yıllarını bir kenara bırakırsak, iki dünya savaşı sırasında yoğunlukla sinemada gösterilen haber filmlerinin döneminin dışında sinema salonlarına çok az kabul edildi. Zaten böyle kriz anlarında ancak gerçeğe olan arzu yükselir. Bu arzuya karşı farkedilmesiyle de başlayan hemen sonra ortaya çıkan süreçte televizyonlar hergün eve gelen bir gazete gibi gerçeklikle ilişkiye başka bir yatak açmaya yetti. Diğer TV türleri yoluna başlarken ve çeşitlenirken bu haber-belgesel türünün yeri zaten hazırdı. Savaşlarda her ülkenin kendi halkına cepheden ve ülkenin gelişmesinden haber verdiği düşünüldüğünde propoganda özelliğinin işin içine nasıl girebileceği çok da muamma olmasa gerek. Yayını süresince istediği tek şey görüntü olan televizyonun bu anlamda genelde kurmaca olmayan anlamında “belgesel”in en önemli mecrası olması da kaçınılmazdı. Şimdi belgesel dendiğinde ilk akla gelen olanak televizyon olarak duruyor. Bunun nedeni belgeselin yanlış kullanımını erkenden olnaklı kılması açısından televizyonun varlık alanına çıkması, bunun da yaygınlığının evin içine girmesi boyutunda inanılmaz bir hakimiyete sahip olması, anlamları diğer bütün medyadan daha hazır paketlemesi ve tabii sinema salonu aracının belgeselle ilişkisi arasında aranabilir. Dolayısıyla “gerçek belgesel” ancak festival ve “toplumsal uyum”un ötesinde görünürlüğe ve az bir kitleye ulaşmaktadır.

Kısaca olumlu bir gelişme gibi görünen televizyon kanalları ve günümüzde onların çoğalması durumu özellikle Türkiye gibi ülkelerde ve dünyada bir spektrum genişlemesi ve bir olanak sağlama açısında hiç de göründüğü gibi olumlu etkiler yaratmamaktadır. Aksine tüm dünyada tv kanallarının bilgilendirmeyi bilgilendirmeme ve çarpıtarak ve bozarak bilgilendirme olarak olarak değerlendirdiklerini görürüz. Liberalizm ve küreselleşme adı altında dünya medyası da (belki) Mobil ve BP’nin sebeplerinden pek farklı olmayan sebeplerden tekelleşmektedirler. Aynı reklamlarda olduğu gibi resimler ve sesler çoğalmakta, ancak hakikat daha derinlere inerek boğulmaktadır. Bahsi geçen çoğalma aynı enstrumandan çıkan seslerin daha geniş alana yayılması şeklinde gerçekleşmekte, yeni seslerin çıkması ya da niteliksel bir değişim hergün daha da olanaksızlaşmaktadır. Bu nedenle kanalların sayısındaki artış daha geniş bir yelpaze içinde bir program ve farklı görüşlerin temsili açısından hiçbir yenilik getirmemektedir.

Türkiye ve benzeri ülkelerde belgeselle televizyon kanalı arasındaki ilişkide televizyon, üretilen hizmet ya da ürünün değerlendirileceği ya da tüketileceği yer olarak görülmemelidir. Aksine televizyon bir başka deyişle “ulusal televizyon kanalları” ürünün önüne üretim ve gösterim aşamalarında önemli bir engel olarak çıkar. Aslında üretim ve tüketimden başka bir aşama da yoktur. İzleyici diye tanımlayacağımız geniş kitlenin büyük bir kısmı, belgeselcilerle aralarındaki bir engel olan kanal sahiplerini asla aşamaz. Aslında aşikar olan, böyle bir niyetin olmadığıdır ama bunu tartışma konusu yapmak farklı ufuklar açacak bir potansiyel taşır: Seyirci dediğimizde kastettiğimiz, ürünün alımlanabileceği tüm seyretme kodlarıyla donanımlı kitle, arada bir engel olduğunun farkında bile olmamakla beraber, böyle bir engeli sezebilecek olanlar için bile giderek daha az önemli görünmektedir. Bu durum kitle dediğimiz alımlayanın önemli sorunu ya da konusu değildir ve diğer tüm günlük hayatın hegemonik ilişkilerinde daha da gereksiz bir yere oturtulur. Görüntüyü “şimdi ve burada” olma özelliğiyle, gerçekliği sanallıkla yoğuran televizyonun sunduklarının yaygın kabulü, kitlenin, oradan yansıyan “belgesel” adlı yapımları gerçek belgesel zannetmesinin zeminini sağlamlaştırmıştır çoktan. Seyirci ve televizyon ilişkisinde, görselliğin parçalara ayrılmış türsel akışı kodları böylece yerleştirmiş olduğundan sorgulama ikinci planda kalır ve gerçek-belgesel örneğini karşılaştıracak bilgisi olmadığından –doğal olarak- gösterilenleri belgesel dahası gerçek olarak alımlamaya yatkın bir izleme alışkanlığı geliştirir.

Tüm bunların ötesinde “gerçek belgesel”ler için asıl engel gösterime girme aşamasıdır. Onların gösterime girip girmemesinde belirleyici olan “gerçek belgesel değerler” değildir. Aksine, sıklıkla gerçeği tahrif eden yapımlar, gösterime ve dağıtıma sokulur. Dağıtıma girme ve üretebilme imkanları ulusal ve küresel dağıtım tekelleriyle uzlaşmada yatar. Bu dağtımlar, “gerçek” ve “estetik” ten farklı kaygıları öne çıkaran dinamiklere sahiptir.

Bu dinamikler, gittikçe küreselleşen dünyanın ve gittikçe liberalleşen bireyin bulunduğu tüm mekanlarda belgesel yapmanın belli zorluklarının da nedenidir. Küreselleşme denen çılgınlığın (hileli zırvalığın) sözde yükselmesiyle dünyada belgesel yapmanın zorlaşması aynı oranda artmaktadır. Sözümona özgürleşen dünya, kendisine dair herhangi bir gerçeği araştırmak ve duyurmak isteyen bireyleri çiğner ve dışarı atar (tükürür). Burada çelişki -veya çelişkiler- daha doğru bir deyişle kocaman bir yalan olduğu açıkça ortadadır: Belgeselci (ya da değil) bireylerin bilgiye ulaşmada ortaya çıkan kolaylıklarla özgürleştiği... Gerçekte olansa özgürlüğün daha da fazla daralması ve yokolmasıdır. Olsa olsa insanlar ehlileşmekte, bizzat kendilerinin günlük yaşamın içinde varoluş anlamlarını biçimlendiren öğeleri görmezden gelen bir teslimiyet içinde bulunmakta olabilirler. Olsa olsa kendi aktif oyunlarından vazgeçip dayatılan oyunları oynuyor olabilirler. Şu veya bu sebeple, sonu hiç belli değilmiş gibi görünen bir süreç boyunca bir oyunu oynamaya zorlanan insanoğlu, bir müddet sonra bu dayatılan oyunu kendi varoluşuyla bir tutmaya hatta hoşlanmaya bile başlayarak, oyunu zamansal ve mekansal bağlamda yayan araç olarak oyuncu olur. Bu anlamda kitelesel bir akışın içinde olmanın huzuruyla sorunları azaltıp yaşamını hafifletebilir. Bu aslında tek kelimeyle “uyum” dediğimiz şeydir. Yavaş yavaş uymaya başlanır, uyumun getirdiği avantajlar yaşanmaya başlanır ve bir müddet sonra kendi söylediklerinin gerçek olduğunu inanmaya başlanır, bu da tam televizyonun bireye söyleyip durduğu şeyin aksisedasıdır. Çünkü inanmak rahatlatıcıdır, sistemin ve onun öğretileri içselleştirlir, işte ondan sonra düşünceyi kontrol eden ayrıcalıklı kesimden biri olunur. Bu yeri sürdürmek o zamana kadarki süreçte ezberletilen oyunun kendisini daha güçlü bir şekilde savunarak mümkün olur. ( Bu her zaman böyledir. Birşey söyleyip de başka bir şeye inanan ve bunu sürdüren yok gibidir. Söylemek gerekli ve sana faydalı olduğu için bir şey söyler ve bir müddet sonra bu söylediğine inanırsın. Noam Chomsky) Uyum konusunda sorunlar yaşayan tüm belgeselciler bu gerçeğin her geçen gün arttığını farkeder. “Bağımsızlık” gibi uyumun içinde sakıncalı titreşimler yaratan kavramlardan hareket eden, “bilimsel yaklaşımlar” dışındaki uyumlara uyum göstermekte zorlanan belgeselciler, gittikçe daralan bir yaşam alanını ciddi olarak hissederler.

Televizyonun kurumsal işleme mantığı onu hakim ideolojiyle yakın ilişkiler içine sokmasından dolayı onun, gerçek belgeselin en önemli üretim ve tüketim alanı olması gerekliliğinden uzaklaştırır ve bu aslında gerçek belgeselin yerine ikame edilen, uyumlu bir şekilde herkesce tanımlanmış “belgesel” başlıklı kuşaklarda gösterilenlerle sağlanır. Yani, “uyum”un sürmesi, sürdürülmesi oyunun birinci kuralıysa, oyun alanınından uzakta durmayı seçenlerin aykırı sesleri uyumlaştırılmadan bu akışın içine zor alınır.

Her nekadar son büyük ticari skandallar ve Irakla ilgili hukuk ve ahlak tanımayan yaklaşımlar nedeniyle örneklerdeki popülerliğini son zamanlarda biraz yitirmiş olsa da sık sık ABD’deki ya da Batı Avrupa’daki antitekel yaslardan, belli bir miktarda belgesel gösterme mecburiyeti getiren kurallardan ve bunlara benzer son derece dayanaksız savlardan sözediliyor. Başka ülkelerde böylesine bir demokratikleştirmenin olmadığını ön kabul eden bu savlar, gerece (televizyona) yasalarla bir kontrol bir düzeltme sağlanıyormuş izleniminin doğmasına neden olmaktadır. Oysa sorun, ülkelerin televizyona yaklaşım farklılıklarında değil, gerece kimin sahip olduğudur. Bu anlamda Yunanistan, ABD, Gana, Türkiye ya da Fransa arasındaki nüanslar genel yapıyı değiştirmez. Sahip olanların ait olduğu ortak bir sınıf var mı, sahip olanların ortak özellikleri neler gibi basit cevaplı sorular, gerecin belgeselle, daha da ötesi demokrasi, sosyal adalet vb. kavramlarla ilişkisini açıklayacaktur. Bu durum Türkiye ve gibi ülkelerde daha kabaca ve sınır tanımaz bir şekilde işlemesine karşın temelde diğer ülkelerde de aynı gözükmektedir.

Üçüncü dünya olarak adlandırılan ülkelerle diğer ülkelerdeki medyanın özellikle televizyonun belgesele bakışında farklılık varmış yanılsamasını yaratan “adab-ı muhaşeret” konusundaki farktır. Aradaki tüm fark “miş gibi” yapabilmedeki düzey farkıdır.

Belgesel de televizyon da, toplumu ve insanı ilgilendiren, topluma ve insana ait tüm kavramlarla ilişkisinden soyutlanarak ele alınamaz. Bu nedenle yazının öznesini oluşturan belgeseli, üretimini, ve sorunlarını açıklarken sözü geçen her toplumların diğer kavramlarla ilişkisinden yararlanabiliriz: Türkiye gibi bir ülkede insanlar, “farklı düşünen” insanları yakarlar ve onlar yanarken haykırarak, kendilerinden geçerek izlerler. Gelişmiş Avrupalılar da süresi dolmuş ve bozulmuş ilaçları, besinleri Afrika’ya, Bosna’ya kullanmak üzere gönderirler. Görüldüğü gibi temelde işleyiş ve davranış aynıdır. Bu temel bağlamında, İngiliz televizyonlarında balinalarla ilgili birçok belgesel izleyebilirken İngilizlerin bir yüzyıl önce Afrika’da ya da Hindistan’daki faaliyetlerine dair çok az şey bulabiliriz. ABD televizyonlarında “zenciler ve crack” üzerine fazlaca bir yapıt bulmanız olası değildir. Bu gösteriyormuş gibi yapma yöntemi, bizdeki göstermeme yönteminden belki de daha tehlikeli durmaktadır. Çünkü ortada toplumsal olarak tatmin etme-olma durumu vardır. Belgesel izletilmekte ve izlenmektedir ama gerçeği değil onu ikame (idame) için yapılanı. Almanya ve Fransa’da özgür bir ülkede yaşadığı yanılsamasına tüm yaşamı boyunca inanan, bunu hisseden ve devletin kendilerinden birşey saklamadığını düşünen çok geniş bir kitle olduğunu kesin olarak biliyoruz. Üçüncü dünyalıların gazetecilerinin “herkesin elinde bir kitap var, banliyö treninde bile okuyor adamlar diye övdüğü bu kitle gerçekten de okudukları kitap ve -etin Altan’ın sık sık uygar insanı tanımlamada anlamlı bir belirleyen ya da önemli bir ölçütmüş gibi vurguladığı- tükettikleri diş macunu ve tuvalet kağıdına göre uygar olan bu kitlenin gerçekten de bu saçma ve sıkıcı masallara inandıkları, en azından inanıyormuş gibi göründükleri de ortada.

Türkiye özelinden bakarak dünyada belgesel ve onun ilişkilerine, yukardaki temel aynılıkları unutmadan bakmak daha tanıdık olması dolayısıyla konuyu da daha net açmayı sağlayacak. Ancak daha kararlı ve anlamlı olabilme olasılığı taşıyan bir tartışma için belgeslin doğuş ve gelişme süreçlerine ve sürekli kısa kısa ama tekrar tekrar değindiğimiz alternatif alan ve alternatif belgeselciye ” de yeniden bakmak gerekecek.

(Ayla Kanbur tarafından yayına hazırlandı)