SAYI 23 / 20 Aralık 2004

 

MATEMATİK KORKUTUR

Nurettin Çalışkan




Ülkemizde çıkan matematik kitaplarının isimlerinde ki ortak konu "korku" olmuştur. "Kim korkar Matematikten", "Matematik ve Korku", ya da Türkçe’ye çevrilen "Bir Matematikçinin Savunması" isimli kitaplar, matematik ile uğraşanların farkına vardıkları bir olguyu belirler. Matematiği sevdirmeye çalışmak asıl amaçları olmuşsa da, kitap içinde sözü geçmeyen korku kavramını kitap ismi olarak kullanmışlardır. Korku kavramının kullanımının altında yatan neden, matematiğin korkuttuğu ve insanların matematikten korktuğudur.

Bir düşman saldırısını haber vermek için uyandırılan Napolyon'un, uyandıktan sonra ilk tepkisinin "Hay Allah, bende matematik sınavı var sandım" olduğu söylenir. Bir ordu komutanını korkutan böylesi bir konuda, henüz öğrenmeye yeni başlayan çocukların tepkisinin daha olumlu olmasını bekleye bilir misiniz?

Matematiği bu kadar korkutucu kılan şeyin, ezbere dayalı eğitim sistemi ve öğretmenler olduğu söylenebilir. Peki ya Matematiğin bu konuda hiçbir sorumluluğu yok mudur?

Matematiğin soyut kavramlarını ve yöntemlerini algılayabilmek için bir öğretmene gereksinim duyulması; öğrenme sürecinde öğretmen-öğrenci ilişkisinde disipliner bir yöntem kullanılması; matematiksel problemlerin sonuçlarının kesin oluşu ve yoruma açık olmayışı; okulda ki başarının ağırlıkla matematik dersi ile açıklanması ve dilinin yabancı oluşu, öğrencinin matematikten uzak kalmasına gerekçe olarak anılabilir.
Bunların ötesinde başka bir gerekçe ise, matematiğin "maddi dünyanın" bir dili olmasıdır. Duyguları ile hareket eden ve şeylerin "niceliğinden" çok "niteliği" ile ilgilenen bir çocuğun, ilk tepkisidir "korku" ve "nefret".

Büyüklerinin milyonlarca değerinde olduğunu söylediği bir oyuncak çocuk için zamanını paylaştığı, hayal dünyasını genişleten bir can dostu, arkadaşıdır. Çocuk, oyuncağını ederi dışındaki özellikleriyle tanımlar. Kırılması, yok olması hüzünlü bir olaydır çocuk için. Büyük tavrı ise "ne olacak canım, şu kadar para değil mi bir tane daha alırız", yada "dikkat etsene, onun kaç paraya mal olduğunu biliyor musun" dur. Köşedeki ev çocuk için "gelinciklerle bezenmiş arka bahçesinde oyunlar oynanan, önündeki ağaçlarda kuşların yuva yaptığı ev"dir, büyükler için ise "altı yatak odası, iki banyosu olan 500 milyarlık ev". Çocuğa sorulan "beni seviyor musun?" sorusuna aldığımız yanıt yeterli olmaz çoğu zaman, arkasından başka bir soru sorarız "ne kadar?". Beklentimiz, çocuğun ölçülerle değerlendirme yapmasıdır.

Çocuğun dünyasındaki şeyleri niteliksel değerlendirmesine karşı, biz büyükler niceliksel önemlerini vurgularız. Yaratılan dünyada, şeylerin değerinin maddi olarak belirlenmesi gerektiğini öğretiriz onlara. Ölçülemeyen değerler için dahi ölçüler oluşturur ve bunları öğretiriz.

Toplumda bir "yer" edinebilmesi, toplumsal yaşamın içinde olabilmesi için, bu yaşamın sorumluluklarını -üretmek ve tüketmek eylemlerini- edinebilmesinin yolunun, oluşturduğumuz "maddi dünyaya" alışmasından ve o dünyanın kavramlarını algılayabilmesinden geçtiğini düşünürüz. "Sağlıklı", "normal" ve "uyumlu" olması üretebilmesine bağlıdır. Bizden biri olması için üretime destek olmasını isteriz ondan.
Geleceği ile ilgili en büyük sorun, bir iş sahibi olması ve “iyi” bir aile kurarak geleceğe “iyi” nesiller yetiştirmesidir. Dün ebeveynlerinin bizler için düşlediği geleceği onlar için kurar ve kurgularız.

İlk önce parayla tanıştırırız onu. Parayı kullanmasını öğrenmesini bekleriz. ‘Ederin’ ve ‘emeğin’ anlamını ve önemini vurgularız. Paranın ne kadar zor kazanıldığı, bunun karşılığında ne kadar kolay harcanabileceğini öğretiriz.

Aile içinde toplumsal yaşama alışabilmesi için verilen eğitim, sonrasında okulda da sürdürülür. Belirli bir yaşa geldiğinde "et-kemik pazarlığı" ile devletin ellerine teslim ederiz onları. Eğitilmesi ve bir meslek sahibi olması devletin sorumluluğundadır artık.

Ve eğer okulda matematik öğrenmeye tepki gösteriyorsa çocuk, bu birazda matematiğin maddi yaşamın dili olduğunu görmesindendir.

Konu ile ilgisi olduğundan yazıya bir fıkra ile son versem ne dersiniz?

Ebeveynler 7 yaşına gelen çocuklarını eğitimi için normal bir okula yazdırırlar. Dönem başından itibaren sürekli sorun olur matematik dersi çocuk için. Özel dersler alınır, özel öğretmenler tutulur fakat çocuk bu dersten bir türlü başarılı olamaz.

Dönem sonunda karnede görülen başarısız notun sonunda aile bir araya gelir ve başka bir çözüm düşünürler. Sonunda kilisede verilen eğitimde matematiğin fazlaca önemli tutulmadığını da düşünerek, çocuklarını dini okula yazdırırlar.

Yeni dönemin ilk gününde anne ve baba çocukları ile birlikte okula gider ve teslim ederler onu. Çocuk, daha ilk günden başlayarak okuldan geldiğinde doğrudan odasına kapanacak ve sürekli çalışacaktır. Bütün dönem boyunca sürer bu. Dönem sonu geldiğinde alınan karnede bütün notlar ‘iyi’dir, matematik ise mükemmel. Şaşkındır anne baba, onca uğraş sonucunda yakalayamadıkları şeyi çocuk kendi başına başarmıştır. Çocuklarını karşılarına alır, matematikteki başarının nedenini sorarlar. Yanıt şöyledir: “ Beni yeni okuluma götürdüğünüz ilk gün, artı işareti üzerinde asılı olan genç adamı gördüğümde, matematiğin önemini anladım. Başarılı olamazsam beni de artı ya da çarpı işaretine çivileyeceklerini düşündüm”