Ülkemizde
çıkan matematik kitaplarının isimlerinde ki ortak konu "korku"
olmuştur. "Kim korkar Matematikten", "Matematik ve
Korku", ya da Türkçe’ye çevrilen "Bir Matematikçinin Savunması"
isimli kitaplar, matematik ile uğraşanların farkına vardıkları bir
olguyu belirler. Matematiği sevdirmeye çalışmak asıl amaçları olmuşsa
da, kitap içinde sözü geçmeyen korku kavramını kitap ismi olarak
kullanmışlardır. Korku kavramının kullanımının altında yatan neden,
matematiğin korkuttuğu ve insanların matematikten korktuğudur.
Bir düşman saldırısını haber vermek için uyandırılan
Napolyon'un, uyandıktan sonra ilk tepkisinin "Hay Allah, bende
matematik sınavı var sandım" olduğu söylenir. Bir ordu komutanını
korkutan böylesi bir konuda, henüz öğrenmeye yeni başlayan çocukların
tepkisinin daha olumlu olmasını bekleye bilir misiniz?
Matematiği bu kadar korkutucu kılan şeyin, ezbere
dayalı eğitim sistemi ve öğretmenler olduğu söylenebilir. Peki ya
Matematiğin bu konuda hiçbir sorumluluğu yok mudur?
Matematiğin soyut kavramlarını ve yöntemlerini
algılayabilmek için bir öğretmene gereksinim duyulması; öğrenme
sürecinde öğretmen-öğrenci ilişkisinde disipliner bir yöntem kullanılması;
matematiksel problemlerin sonuçlarının kesin oluşu ve yoruma açık
olmayışı; okulda ki başarının ağırlıkla matematik dersi ile açıklanması
ve dilinin yabancı oluşu, öğrencinin matematikten uzak kalmasına
gerekçe olarak anılabilir.
Bunların ötesinde başka bir gerekçe ise, matematiğin "maddi
dünyanın" bir dili olmasıdır. Duyguları ile hareket eden ve
şeylerin "niceliğinden" çok "niteliği" ile ilgilenen
bir çocuğun, ilk tepkisidir "korku" ve "nefret".
Büyüklerinin milyonlarca değerinde olduğunu söylediği bir oyuncak
çocuk için zamanını paylaştığı, hayal dünyasını genişleten bir can
dostu, arkadaşıdır. Çocuk, oyuncağını ederi dışındaki özellikleriyle
tanımlar. Kırılması, yok olması hüzünlü bir olaydır çocuk için.
Büyük tavrı ise "ne olacak canım, şu kadar para değil mi bir
tane daha alırız", yada "dikkat etsene, onun kaç paraya
mal olduğunu biliyor musun" dur. Köşedeki ev çocuk için "gelinciklerle
bezenmiş arka bahçesinde oyunlar oynanan, önündeki ağaçlarda kuşların
yuva yaptığı ev"dir, büyükler için ise "altı yatak odası,
iki banyosu olan 500 milyarlık ev". Çocuğa sorulan "beni
seviyor musun?" sorusuna aldığımız yanıt yeterli olmaz çoğu
zaman, arkasından başka bir soru sorarız "ne kadar?".
Beklentimiz, çocuğun ölçülerle değerlendirme yapmasıdır.
Çocuğun dünyasındaki şeyleri niteliksel değerlendirmesine karşı,
biz büyükler niceliksel önemlerini vurgularız. Yaratılan dünyada,
şeylerin değerinin maddi olarak belirlenmesi gerektiğini öğretiriz
onlara. Ölçülemeyen değerler için dahi ölçüler oluşturur ve bunları
öğretiriz.
Toplumda bir "yer" edinebilmesi, toplumsal yaşamın içinde
olabilmesi için, bu yaşamın sorumluluklarını -üretmek ve tüketmek
eylemlerini- edinebilmesinin yolunun, oluşturduğumuz "maddi
dünyaya" alışmasından ve o dünyanın kavramlarını algılayabilmesinden
geçtiğini düşünürüz. "Sağlıklı", "normal" ve
"uyumlu" olması üretebilmesine bağlıdır. Bizden biri olması
için üretime destek olmasını isteriz ondan.
Geleceği ile ilgili en büyük sorun, bir iş sahibi olması ve “iyi”
bir aile kurarak geleceğe “iyi” nesiller yetiştirmesidir. Dün ebeveynlerinin
bizler için düşlediği geleceği onlar için kurar ve kurgularız.
İlk önce parayla tanıştırırız onu. Parayı kullanmasını
öğrenmesini bekleriz. ‘Ederin’ ve ‘emeğin’ anlamını ve önemini vurgularız.
Paranın ne kadar zor kazanıldığı, bunun karşılığında ne kadar kolay
harcanabileceğini öğretiriz.
Aile içinde toplumsal yaşama alışabilmesi için verilen eğitim, sonrasında
okulda da sürdürülür. Belirli bir yaşa geldiğinde "et-kemik
pazarlığı" ile devletin ellerine teslim ederiz onları. Eğitilmesi
ve bir meslek sahibi olması devletin sorumluluğundadır artık.
Ve eğer okulda matematik öğrenmeye tepki gösteriyorsa
çocuk, bu birazda matematiğin maddi yaşamın dili olduğunu görmesindendir.
Konu ile ilgisi olduğundan yazıya bir fıkra ile
son versem ne dersiniz?
Ebeveynler 7 yaşına gelen çocuklarını eğitimi
için normal bir okula yazdırırlar. Dönem başından itibaren sürekli
sorun olur matematik dersi çocuk için. Özel dersler alınır, özel
öğretmenler tutulur fakat çocuk bu dersten bir türlü başarılı olamaz.
Dönem sonunda karnede görülen başarısız notun sonunda aile bir araya
gelir ve başka bir çözüm düşünürler. Sonunda kilisede verilen eğitimde
matematiğin fazlaca önemli tutulmadığını da düşünerek, çocuklarını
dini okula yazdırırlar.
Yeni dönemin ilk gününde anne ve baba çocukları ile birlikte okula
gider ve teslim ederler onu. Çocuk, daha ilk günden başlayarak okuldan
geldiğinde doğrudan odasına kapanacak ve sürekli çalışacaktır. Bütün
dönem boyunca sürer bu. Dönem sonu geldiğinde alınan karnede bütün
notlar ‘iyi’dir, matematik ise mükemmel. Şaşkındır anne baba, onca
uğraş sonucunda yakalayamadıkları şeyi çocuk kendi başına başarmıştır.
Çocuklarını karşılarına alır, matematikteki başarının nedenini sorarlar.
Yanıt şöyledir: “ Beni yeni okuluma götürdüğünüz ilk gün, artı işareti
üzerinde asılı olan genç adamı gördüğümde, matematiğin önemini anladım.
Başarılı olamazsam beni de artı ya da çarpı işaretine çivileyeceklerini
düşündüm”