TÜRKİYE’DE EDEBİYAT
PSİKOSOSYOLOJİSİNİN EKSİKLİĞİ ÜZERİNE
Bora Ercan
Olay
ve olguları anlamak ve açıklamakta en önemli yollardan biri de olay
ve olgular arasında neden-sonuç ilişkileri kurmaktır. Bu ilişki
bir şekilde diyalektik bir sürecin de tetikleyicisi ve sürdürümcüsüdür.
Ülkemizde gerek gündelik yaşantıda gerek siyasal yaşantıda ve gerekse
bilim, sanat ve kültür yaşantısında bu ilişkinin, ne yazık ki, tek
yönlü olduğunu görüyoruz. Sonuçlarla ilgileniliyor hep, nedenler
ikinci planda. Hatta bir nedenselleştirme süreci daha başlangıç
aşamasındayken başka bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu topraklarda yetişmiş
ve hala daha bu topraklarda yaşayarak dünya çapında bir yeri olan
sporcu, biliminsanı, sanatçı vs., sayısının genel nüfusa oranının
azlığı bile bir sonuçtur örneğin, ancak bunun nedenlendirilmesi,
sorunsallaştırılması ve çözümlenmesi gerçekleşmemektedir. Bu kısa
denemede bir açıdan böyle bir şey yapmaya çalışacağım.
Osmanlı İmparatorluğunun yayıldığı geniş coğrafya
göz önüne alındığında, özellikle Anadolu’da bile homojen olmayan
kültür ve üretim-tüketim ilişkisi gereği kültürel kalıtlarının çok
sınırlı olduğu görülür. Diyesim koskoca Osmanlı İstanbul, Bursa,
Edirne ve Konya gibi birkaç Anadolu şehrinin dışında neredeyse yoktur.
Balkanlar ve Ortadoğu’daki eserler elbette önemlidir ancak Osmanlı
ile karşılaştırılabilecek diğer büyük bir imparatorluk olan Roma
İmparatorluğunun izleri günümüzde Kuzey Afrika’dan, Orta Doğu ve
İran, Pakistan, Afganistan’da hala daha görülebilir de Osmanlı’nın
adı vardır sadece tarihte.
İstanbul’a sıkışmış bir Osmanlı; 19. yüzyılda bile
10 katlı apartmanlarla dolu bir şehir, birkaç kilometre öteye gidildiğinde
ise Anadolu’da toprak damlı kerpiç evler. İzmir’de bile 6 katlı
apartmanlar 1970’lerde inşa edilmeye başlanmıştı. Bu örneği verme
nedenim bugün sancısı çekilen çarpık kentleşme ve bir nüfus dağılım
planlaması olmamasıdır. Böyle olunca bütün ekonomik etkinliklerin
İstanbul için yapıldığı bir üretim durumu söz konusu Anadolu’da.
Bu konuda Suraiya Faroqhi’nin kitapları oldukça belirleyici.
Her ne kadar Cumhuriyetin kurulması ve Ankara’nın
başkent ilan edilmesiyle bu dengesizliğin, Anadolu’yu güçlendirerek
aşılmasının yolu açılmışsa da 1950 sonrası günü kurtarma politikaları
sonucu günümüz İstanbulu’na gelmiş bulunmaktayız. Osmanlı’nın tüm
sanatsal etkinliğinin, üretiminin de İstanbul’da olması kaçınılmazdı
böylece. Cumhuriyet sonrasında Ankara’ya yazarların yerleşmesi,
örneğin Kültür Bakanlığı’nın bir Çeviri Bürosu kurması, bir de buna
paralel politikalarla Köy Enstitüleri olgusu sanatın diğer dallarında
olmasa bile edebiyatta Anadolu etkinliğinin artmasını tartışmasız
sağlamıştır.
Şüphe yok ki ülkemizde eğitim ve kültür çalışmalarının
homojen dağılımını sağlayacak tek kültür politikaları bu politikalardı.
Bundan sonra hep kültürsüzleştirme politikaları baskın çıktı. Başlangıçta
sözünü ettiğim neden-sonuç ilişkisinin Demokrat Parti iktidarı öncesindeki
kültür politikalarında var olduğu söylenebilir. Köy Enstitüleri
bir sonuçtu, eğitimin eksikliği ise bir neden; Köy Enstitüleri’nin
Anadolu’nun değişik yerlerinde kurulması bir sonuçtu, Anadolu’nun
geri bırakılmışlığı ise bir neden; örnekler çoğaltılabilir. Demokrat
Partinin de kendine göre bir neden-sonuç ilişkisi gereği bu politikaları
sona erdirdiği de başka bir gerçeklik, fakat, her ne kadar çelişki
gibi algılansa da onların politikalarının sonucu bu neden-sonuç
ilişkilerinin yavaş yavaş yok olmasıdır. Bugün ülkemiz eğitim sisteminde
‘neden’ diye soran öğrenci sayısı yok denecek kadar azdır, öğrencisine
neden diye sorma olanağı tanıyan öğretmen de, dolayısıyla neden
diye soramayan insanların oluşturduğu bir topluluk; neden diye soramadıklarının
de nedenini soramayan....
2000’li yıllarda Türkiye Kültürü bireysel çabalar
olmasa devletin güdük kültür politikalarına sıkışıp kalacak. (Milli)
Eğitim Bakanlığı, ne trajikomiktir değil mi, 1950 öncesi çeviri
bürosunun çevirdiği kitapları basmakta.
Bugün İstanbul dünya çapında bir metropol. En küçük
bir doğa olayında hayatın durduğu bir yer aynı zamanda. Yanlış politikaların
bir sonucu: iç göç Anadolu’yu yok ederken İstanbul’u da yok etti.
Günümüzde sanatsal ve kültürel üretimin merkezi hiç kuşkusuz İstanbul.
Aslında ne yazık ki İstanbul da değil, İstanbul’daki bir kaç semt.
Anadolu ise kültürel açıdan çok ama çok üretimsiz. Anadolu’nun büyük
ve zengin kentlerinden olan Kayseri’de Michel Moore’un yönetmeni
olduğu Fahreneit filmini 4 gün boyunca kimsenin izlememesi (bu şehirde
üniversite var en azından) nasıl açıklanır.
Son günlerin hararetli tartışması Türkiye’de romanın
patladığı üzerinedir. İlginçtir, bundan 3-4 yıl önce İstanbul’a
geldiğim ilk günlerde Türkiye’de şair ve şiir enflasyonu üzerine
yazılar yazılıyor, saptamalarda bulunuluyordu. Ne tip bir borsadır
bu, şimdi şiir kitaplarının sayısı inanılmaz düşmüş. İlginç olan
başka bir nokta da sanatın diğer dallarındaki nicelik artışının
o sanatı üretenler tarafından negatif algılanmaması; örneğin ressam,
fotoğraf sanatçısı, sinema yönetmeni bolluğunun ya da filmlerin
çoğalmasının, resim sergilerinin artmasının enflasyonist bir tarzda
açıklanmaması. Gelin görün ki yazarlara yine en büyük kötülük yazarlardan
gelir ve herkes neden roman yazmaya başladı diye düşünülmeden, herkesin
roman yazması eleştiri konusu olur. Yazarların payları diğer sanat
dallarına göre daha küçük olduğu için bir paylaşım sorunu olsa gerek
bu tepkiler.
Bu süreçte nitelik düşüşü kaçınılmazdır elbette,
eleştirmenlerin (kaç kişiler?) haklı oldukları noktalardır bunlar
ancak sahiden neden roman Türkiye’de patladı sorusuna bir yanıt
arayalım. Batı edebiyatı, daha doğrusu sanayileşmiş ülkelerin edebiyatları
incelendiğinde o ülkelerde de romanın diğer türlere göre her zaman
çok sattığı görülür. Ancak orada, örneğin İngiltere’de, ABD’de yazınsal
değeri düşük, daha çok popüler olan ‘fiction-kurmaca’ türü eserlerin
baskın olduğu görülür. Başka bir deyişle yazınsal değeri yüksek
olan romanlar orada da satmamaktadır diğerlerine kıyasla. Neden
olarak ise metro kültürünü verebilirim. Binlerce insan sabah işlerine
giderken metroda çevrelerine bakmaktansa, ki görebilecekleri bir
yer yok, kafalarını kitaplarına gömüp bu sıkıntıdan kurtulmak istemektedirler.
Bu basit örnek elbette semboliktir, bunun altında yatan sanayileşmiş
toplum insanlarının psikolojik durumlarıdır. Eğitim sisteminin ideolojilerüstü
bir yapıda olması, sözlü toplum olmamaları, dillerinin belirli bir
yapıda olmaları, nüfuslarının ve ekonomik yapılarının Türkiye’ye
göre homojen dağılmış olması gibi daha ciddi ve elle tutulur nedenler
de verilebilir.
İstanbul’da geçmiş yıllara göre oldukça farklılaşan
sosyal yapı günümüz Türkiye edebiyatına damgasını vurmuştur. Bugün
örneğin Levent’te iş kulelerinde (19.yüzyıl Osmanlısının 10 katlı
binalarıyla karşılaştırılabilir), çalışan binlerce insan, iş kollarının
dallanması, budaklanması, çeşitlenmesi kısacası; bu iş kollarında
çalışan insanların eğitim durumlarının, ekonomik durumlarının iyi
olması, kadınların geçmişe oranla belli bir konum kazanması ve bu
insanların yaşadıkları özellikle aşk temelli sıkıntılar. Bu sıkıntılar
en iyi düzyazıyla, ancak sanat değeri düşük bir düzyazıyla ifade
edilebilir. Batı toplumları örneğinde olduğu gibi kendini en iyi
ifade aracı, anlaşılabilirlik ve paylaşılabilirlik bağlamında yazınsal
ve dolayısıyla düşünsel değeri düşük olan kurmaca türüdür. Bu türe
Anadolu’dan pek ses çıkmamaktadır. Anadolu insanı kendini ifade
aracı olarak şiiri tercih etmektedir, örnek olarak şiir ağırlıklı
taşra edebiyat dergileri verilebilir.
Bu noktada teknolojik gelişmelerden özellikle bilgisayar
ve internetten de kısaca söz etmeliyiz. Başka bir yazımda bilgisayarda
hızla üretilen metinlerin aynı hızla basılıp tüketileceğini vurgulamıştım
(Hürriyet Gösteri, Ocak 2004). Günümüz kurmaca yazınının olmazsa
olmaz araçlarından biridir bilgisayarlar. Bir başka nokta ise bilgisayarın
fantastik edebiyatın yaygınlaşmasında büyük bir etken olması. Tolkien’in
yıllar yıllar sonra Türkiye’de keşfedilmesinin başka ne gibi bir
açıklaması olabilir. Teknolojinin basım yayın işlerini ne denli
kolaylaştırdığı ise başka bir gerçeklik. Bu hız para akışını da
hızlandırıp, maliyetleri düşürmekte. Örneğin bir kitabın yeniden
dizilmesi söz konusu olmamakta. Yazar zaten bilgisayarda yazmaktadır.
Ancak bu hız tutkusu, çağımızın hastalığı, yineleyelim, niteliği
düşürmekte.
Bugün Türkiye’nin ne şaire ne romancıya ne
de öykücüye gereksinimi vardır. Madem birkaç yılda yazarların ve
toplumun eğilimi böylesine birden değişiveriyor, o halde gelecekte
düşünsel ağırlığı yüksek deneme, inceleme, araştırma ve yine yazınsal
değeri yüksek romanlar yaygınlaşabilir, inanın bu tip ürünlerin
sayısının artmasıyla toplum da değişecektir. Çünkü belki bütün bu
yazıdan çıkarılacak tek sonuç günümüzde yaşanan (düşünsel) sancının
geçmiştekinden farklı olarak devletin politikalarının toplumu değiştirmesi
değil, edebiyatın değişen topluma uymasıdır, başka bir deyişle edebiyatın
toplumu dönüştürmede geri kalmasıdır.