MERASİM-İ İYD-İ
CUMHURİYET’E DAİR EFKÂR (CUMHURİYET BAYRAMI TÖRENLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER)
Oğuzhan Bekir Keskin
29
Ekim 2004 ve uyumakta olduğum yatağın içinde bulunduğu apartman
bir ilköğretim okulunun karşısına denk geldiği için “Yaşa
Mustafa Kemal Paşa yaşa/ adın yazılacak mücevher taşa”
adlı marşı (!) seslendiren okul korosu eşliğinde “cebren ve hile
ile” ve de totaliterce uyan(dırıl)dım.
Ne kadar ruhsuz bir çocuk olmuşum. Oysa ki 4-5 yıl öncesine kadar
böyle miydim? (evet yaşamımın ilk 14 yılını kapsayan bu döneme devr-i
cahiliye adını veriyorum) Bir an kendimi vatan haini gibi duyumsadım.
Oysa ki şu sıralar son demlerini yaşamakta olduğum 12 yıllık okul
yaşamımın büyük bir bölümünde (devr-i cahiliye) aptal bir cahilin
inanmışlığı edasıyla nasıl da söylerdim hepsini, hala ezberimdeler;
örneğin: “Mus-ta-fa Kemal/ Öz-gür-lük demek/ En güzel
şarkıdır dudaklaaaarrdaa…” Çok iyi anımsıyorum bu
tümce beni rahatsız etmeye başladığında orta sondaydım. Bir insan
nasıl özgürlüğe eşit olabilir? Bir kişi, kim olursa olsun, ne yapmış
olursa olsun, etten ve kemikten oluşagelmiş bir kişi özgürlük denilen
insanın bu en yüce duygusuna eşit olabilir miydi? Sonra kendime
kızdım bunları düşündüm diye, suç işliyormuşum gibi geldi (örtülü
şiddetin bu kadarı!), sonra yine kendime kızdım ancak bu kez biraz
önce kendime kızdığım içindi kızgınlığım.. Bugün ben kendi düşüncelerime
ket vurursam yarın kimler vurmazdı? Artık bir kızgınlıklar silsilesidir
başlamıştı bende.. (“Devr-i Cahiliye”min bitiminin başlangıcı) Öğrendikçe
kızıyordum; tabii kızdıkça da yıkılıyordum, bizi neden böyle eğitiyorlardı,
evet tam anlamıyla eğitiliyorduk, onların istediği gibi, yumuşakken
daha istedikleri şekle giriveriyorduk, çark böyle işliyordu, bunun
içindir ki sürekli sorduğum bu soruların sonundaki soru imleri hiçbir
işe yaramıyorlardı: “Neden bu denli yalan, yanlış anlatıyorlardı?;
Niye bizi düşünmeye yönlendirmiyorlardı?; Hadi yönlendirmeyi geçtik,
niye engelliyorlardı?; Bu kadar mı çarpıtılırdı konular?” Ve en
önemli soru ise: “Neden bütün yeteneklerimiz belli bir dizge içinde
köreltiliyordu; bu muydu cumhuriyet mantığı?” “Fikri hür, vicdanı
hür, irfanı hür…” Pöööhh! Külahıma anlat! (Pardon külah şapka devrimi
dolayısıyla “günah” sayılıyordu galiba, “frakıma anlat!”)
İlk büyük yıkıntım, Kemalizm’in
aslında bir ideoloji olmadığını öğrendiğim gündü. Kemalist
sözcüğü ilk defa 1922 yılında Times Dergisinde (ya da türevi bir
dergide) kullanılmıştı; adamlar Kuvay-ı Milliye adını duymadıklarından
(ya da anlamadıklarından) Kemalistler demişlerdi bizimkilere, (Mustafa)
Kemal’le birlikte olanlar anlamında... Hadi diyeceksiniz e, iyi
de kardeşim sonra da bir düşünce dizgesi oluşturmuş adam(lar), adını
da öyle bırakmışlar, ben de öyle düşünüyordum; ta ki “Atatürk İlkeleri”nin
Atatürk İlkeleri olmadığını öğrenene kadar… (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik,
Laiklik, Fransız İhtilali’nden; Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik
ise Rus Devrimi’nden alınmadır.)
Ben Mustafa Kemal’i seviyorum hâlâ, onun bir kuramcı
olmadığını söylemem ne onu küçültür, ne beni vatan haini yapar..
Ben yine fikrimi, vicdanımı ve irfanımı tutsaklıktan kurtarma girişimlerimi
inatla sürdürüyorum; bu girişimlerimin bana Atatürk’e göre benim
fikrimi, vicdanımı, irfanımı hürleştirmesi gereken sevgili öğretmen(!)lerim
tarafından “karnede not düşümü” olarak geri döndürülmesine karşın..
Alışmış kudurmuştan beterdir ya, artık koymuyor
bana bu yukarıdaki gibi traji-komedyalar.. Örneğin okul dergisinin
editörüyken iç kapağa Atatürk’ün gençliğe vasiyeti niteliğindeki
“Bursa Söylevi”ni basma isteğim reddedilmişti “imtiyaz sahibi” Kemalist
(!) müdür tarafından!
Ben bunları yazarken, penceremin karşısında tören
hala sürüyor. “Cumhuriyet, cumhuriyet, en güzel şey
hürriyet/ nice emek, nice zahmet verdi sana bu millet”
Zavallı çocuklar, işte onlar da benim birkaç yıl önceki durumum
gibi aptal bir cahilin yenilemez inanmışlığının coşkusuyla söylüyorlar,
acaba benim bildiklerimi –ki bildiklerim bilmediklerimin
yanında bir “hiç”ten öteye gidemez- bilseler ne hissederlerdi?
Hiçbir şey! Çünkü ağaçlar tam eğilecek yaşta, ve benim dediklerimi
anlayacakları zaman dilimi de sanırım bundan biraz geçkince.. Nereden
mi biliyorum? Kendimden.. Çünkü benim hala, daha bu satırları yazarken,
içimden, derinlerden ve artık fısıltılaşmış da olsa “devr-i cahiliye”min
sesleri geliyor, hala hafif bir suçluluk duygusu hissettiriyor eski
inanmışlıklarım.. İnsanın inandıklarının yıkımı ne de zor..
Bizleri büyük önder Atatürk ve silah arkadaşlarının
manevi huzurunda bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyor, olasılıkla
Beden Öğretmeni olacak kişi.. Büyük önder… Silah arkadaşları… Ne
garip değil mi koskoca Kuvay-i Milliye anılarken bile Atatürk’e
muhtaç.. Büyük önder ve (onun) silah arkadaşları… Ben bunları söyleyerek
vatan haini mi oluyorum? Hepimiz vatan hainiyiz, düşünen eşittir
hain… Ne güzel söylemişti Vatan Haini (!) Nazım Hikmet “Şehitler,
Kuvay-i Milliye şehitleri/(…)/siz toprak altında ulu köklerimizsiniz..”
İlla hain olacaksa biri, onlar hain! Onlar işte, kim olacak! Onlar,
Karayılan’dan, Sütçü İmam’dan, Şahin Bey’den, Yörük Ali Efe’den
–ve adlarını sayamadığımız daha nicelerinden-
habersiz olan ve bizi habersiz bırakanlar! Mustafa Kemal’i insanlıktan
çıkarıp bir serge (totem) durumuna sokanlar! Her 19 Mayıs’ta, 23
Nisan’da, 29 Ekim’de “Büyük Atatürk” diye söze başlayanlar! Mustafa
Kemal size gülüyor*… Ben de…
*"Büyük olmak için hiç kimseye
dalkavukluk etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket
için gerçek ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes
sana karşı çıkacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır,
fakat sen buna dayanıklı olacaksın, önüne sonu gelmeyen engeller
çıkacaktır. Kendini büyük değil; küçük, zayıf, kimsesiz ve araçsız
kabul edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanmış olarak bu engelleri
aşacaksın. Bundan sonra da sana "BÜYÜKSÜN" derlerse bunu
söyleyenlere güleceksin!...