SAYI 19 / 08 KASIM 2004

 

MERASİM-İ İYD-İ CUMHURİYET’E DAİR EFKÂR
(CUMHURİYET BAYRAMI TÖRENLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER)

Oğuzhan Bekir Keskin




29 Ekim 2004 ve uyumakta olduğum yatağın içinde bulunduğu apartman bir ilköğretim okulunun karşısına denk geldiği için “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa/ adın yazılacak mücevher taşa” adlı marşı (!) seslendiren okul korosu eşliğinde “cebren ve hile ile” ve de totaliterce uyan(dırıl)dım.

Ne kadar ruhsuz bir çocuk olmuşum. Oysa ki 4-5 yıl öncesine kadar böyle miydim? (evet yaşamımın ilk 14 yılını kapsayan bu döneme devr-i cahiliye adını veriyorum) Bir an kendimi vatan haini gibi duyumsadım. Oysa ki şu sıralar son demlerini yaşamakta olduğum 12 yıllık okul yaşamımın büyük bir bölümünde (devr-i cahiliye) aptal bir cahilin inanmışlığı edasıyla nasıl da söylerdim hepsini, hala ezberimdeler; örneğin: “Mus-ta-fa Kemal/ Öz-gür-lük demek/ En güzel şarkıdır dudaklaaaarrdaa…” Çok iyi anımsıyorum bu tümce beni rahatsız etmeye başladığında orta sondaydım. Bir insan nasıl özgürlüğe eşit olabilir? Bir kişi, kim olursa olsun, ne yapmış olursa olsun, etten ve kemikten oluşagelmiş bir kişi özgürlük denilen insanın bu en yüce duygusuna eşit olabilir miydi? Sonra kendime kızdım bunları düşündüm diye, suç işliyormuşum gibi geldi (örtülü şiddetin bu kadarı!), sonra yine kendime kızdım ancak bu kez biraz önce kendime kızdığım içindi kızgınlığım.. Bugün ben kendi düşüncelerime ket vurursam yarın kimler vurmazdı? Artık bir kızgınlıklar silsilesidir başlamıştı bende.. (“Devr-i Cahiliye”min bitiminin başlangıcı) Öğrendikçe kızıyordum; tabii kızdıkça da yıkılıyordum, bizi neden böyle eğitiyorlardı, evet tam anlamıyla eğitiliyorduk, onların istediği gibi, yumuşakken daha istedikleri şekle giriveriyorduk, çark böyle işliyordu, bunun içindir ki sürekli sorduğum bu soruların sonundaki soru imleri hiçbir işe yaramıyorlardı: “Neden bu denli yalan, yanlış anlatıyorlardı?; Niye bizi düşünmeye yönlendirmiyorlardı?; Hadi yönlendirmeyi geçtik, niye engelliyorlardı?; Bu kadar mı çarpıtılırdı konular?” Ve en önemli soru ise: “Neden bütün yeteneklerimiz belli bir dizge içinde köreltiliyordu; bu muydu cumhuriyet mantığı?” “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür…” Pöööhh! Külahıma anlat! (Pardon külah şapka devrimi dolayısıyla “günah” sayılıyordu galiba, “frakıma anlat!”)

İlk büyük yıkıntım, Kemalizm’in aslında bir ideoloji olmadığını öğrendiğim gündü. Kemalist sözcüğü ilk defa 1922 yılında Times Dergisinde (ya da türevi bir dergide) kullanılmıştı; adamlar Kuvay-ı Milliye adını duymadıklarından (ya da anlamadıklarından) Kemalistler demişlerdi bizimkilere, (Mustafa) Kemal’le birlikte olanlar anlamında... Hadi diyeceksiniz e, iyi de kardeşim sonra da bir düşünce dizgesi oluşturmuş adam(lar), adını da öyle bırakmışlar, ben de öyle düşünüyordum; ta ki “Atatürk İlkeleri”nin Atatürk İlkeleri olmadığını öğrenene kadar… (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Fransız İhtilali’nden; Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik ise Rus Devrimi’nden alınmadır.)

Ben Mustafa Kemal’i seviyorum hâlâ, onun bir kuramcı olmadığını söylemem ne onu küçültür, ne beni vatan haini yapar.. Ben yine fikrimi, vicdanımı ve irfanımı tutsaklıktan kurtarma girişimlerimi inatla sürdürüyorum; bu girişimlerimin bana Atatürk’e göre benim fikrimi, vicdanımı, irfanımı hürleştirmesi gereken sevgili öğretmen(!)lerim tarafından “karnede not düşümü” olarak geri döndürülmesine karşın..

Alışmış kudurmuştan beterdir ya, artık koymuyor bana bu yukarıdaki gibi traji-komedyalar.. Örneğin okul dergisinin editörüyken iç kapağa Atatürk’ün gençliğe vasiyeti niteliğindeki “Bursa Söylevi”ni basma isteğim reddedilmişti “imtiyaz sahibi” Kemalist (!) müdür tarafından!

Ben bunları yazarken, penceremin karşısında tören hala sürüyor. “Cumhuriyet, cumhuriyet, en güzel şey hürriyet/ nice emek, nice zahmet verdi sana bu millet” Zavallı çocuklar, işte onlar da benim birkaç yıl önceki durumum gibi aptal bir cahilin yenilemez inanmışlığının coşkusuyla söylüyorlar, acaba benim bildiklerimi –ki bildiklerim bilmediklerimin yanında bir “hiç”ten öteye gidemez- bilseler ne hissederlerdi? Hiçbir şey! Çünkü ağaçlar tam eğilecek yaşta, ve benim dediklerimi anlayacakları zaman dilimi de sanırım bundan biraz geçkince.. Nereden mi biliyorum? Kendimden.. Çünkü benim hala, daha bu satırları yazarken, içimden, derinlerden ve artık fısıltılaşmış da olsa “devr-i cahiliye”min sesleri geliyor, hala hafif bir suçluluk duygusu hissettiriyor eski inanmışlıklarım.. İnsanın inandıklarının yıkımı ne de zor..

Bizleri büyük önder Atatürk ve silah arkadaşlarının manevi huzurunda bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyor, olasılıkla Beden Öğretmeni olacak kişi.. Büyük önder… Silah arkadaşları… Ne garip değil mi koskoca Kuvay-i Milliye anılarken bile Atatürk’e muhtaç.. Büyük önder ve (onun) silah arkadaşları… Ben bunları söyleyerek vatan haini mi oluyorum? Hepimiz vatan hainiyiz, düşünen eşittir hain… Ne güzel söylemişti Vatan Haini (!) Nazım Hikmet “Şehitler, Kuvay-i Milliye şehitleri/(…)/siz toprak altında ulu köklerimizsiniz..” İlla hain olacaksa biri, onlar hain! Onlar işte, kim olacak! Onlar, Karayılan’dan, Sütçü İmam’dan, Şahin Bey’den, Yörük Ali Efe’den –ve adlarını sayamadığımız daha nicelerinden- habersiz olan ve bizi habersiz bırakanlar! Mustafa Kemal’i insanlıktan çıkarıp bir serge (totem) durumuna sokanlar! Her 19 Mayıs’ta, 23 Nisan’da, 29 Ekim’de “Büyük Atatürk” diye söze başlayanlar! Mustafa Kemal size gülüyor*… Ben de…

*"Büyük olmak için hiç kimseye dalkavukluk etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes sana karşı çıkacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, fakat sen buna dayanıklı olacaksın, önüne sonu gelmeyen engeller çıkacaktır. Kendini büyük değil; küçük, zayıf, kimsesiz ve araçsız kabul edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanmış olarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana "BÜYÜKSÜN" derlerse bunu söyleyenlere güleceksin!...

Mustafa Kemal ATATÜRK