MİDİLLİ : HEM
ÇOK YAKIN, HEM DE ÇOK UZAK BİR ADA
Gökhan Orhan
Bir yer düşünün, hani aslında size çok yakındır.
Sabah akşam görürsünüz, hatta net görünüyor mu görünmüyor mu diye
sabah uyandığınızda ilk olarak oraya bakarsınız. Sabahları evlerini
plajlarını seçmeye çalışırsınız. Güneş oranın tepeleri üzerinden
batar ve sonrasında parlayan ışıklarını, otomobillerinin farlarını,
havaalanına inip kalkan uçaklarını izlersiniz. Hele Bademli Burnu
açıklarında balık tutarken ya da Assos’a inerken o kadar yakınınızdadır
ki; aslında anakaranın bir parçasıymış gibi düşünürsünüz karşı kıyıları.
Evet Midilli’den bahsediyorum.
Benim gibi kendini bildi bileli yaz tatillerini Kuzey Ege kıyılarında
geçiren biri için Midilli işte böyle bir yer. Oldukça yakın, ama
bir o kadar da uzak. Oldukça yakın gelmeli ki küçük ve iddiacı bir
çocukken iddianın ölçüsü bile Midilli imiş benim için. Oraya kadar
yüzebileceğimi ama çıktığımda yedek mayoya ihtiyaç duyacağımı iddia
edermişim. Ama bir o kadar da uzak, çünkü arada denizin ortasından
bir yerden geçen bir sınır var. Arada, 1974 yazında kamp yaptığımız
yerde uyandığımda siper kazan ve bize bir an önce o civarı terk
etmemiz tavsiyesinde bulunan ve daha sonraki yıllarda Salihler Köyü
altında kamp kurup dinleme yapan askerler var örneğin. Hepsi o coğrafyayla
olan ilişkilerimin önemli unsurları.
Korku? Sanmıyorum ama merak olduğu kesin. Çocukken rüzgarın Dikili
sahillerine attığı meşrubat kasalarındaki harfleri okuyamayıp ne
yazdığını merak ettiğimiz gibi. Görülen ama bilinmeyene olan merak.
Derken 1980’lerle birlikte bazı şeyler değişmeye
başladı. Darbe sonrası yıllarda az da olsa nefes almamızı sağlayan
Dikili Festivali’ni düzenleyenler, bir yıl festivali Midilli halkıyla
beraber yapmaya karar verdiler. Festivalin üç günü Dikili’de üç
günü de Midilli’de gerçekleştirilecekti. Bir gemi dolusu insan geldi
Midilli’den. Dikili’deki etkinliklere katıldılar ve sayelerinde
Dikili sokakları biraz daha şenlendi, EPT1 ve EPT2’den duyduğumuz
o hızlı hızlı konuşulan dil artık Dikili sokaklarındaydı. Akşam
her iki tarafın siyasetçileri konuşmalar yaptılar ve aklımda kalan
bir isim oldu, Belediye Başkanı Stratis Pallis. Malum bu arada gelenlerin
rengini de öğrenmiş ve onları biraz daha sevmiştik.
Ardından yurtdışındayken Yunanlılarla tanıştım,
hatta yurtta kalırken ilk tanıştığım arkadaşlar Yunanlılardı. Onlarla
her gün başka ortak bir şey keşfettik. Ortak yemekleri, ortak gelenekleri,
ortak sözcükleri ve yaşanan ortak acıları. Tanıştıklarımın büyük
çoğunluğunun kökleri Türkiye’dendi ve hemen hepsinin hüzünlü bir
hikayesi vardı. Tıpkı Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenlerde olduğu
gibi. Bu durum benim için aradaki mesafeyi daha da azaltmıştı. Arkadaşlarımız
ve aileleri bizleri Yunanistan’a davet ettiler. Biz de onları davet
ettik. Çünkü iki ulus arasındaki meselenin birbirini tanımamaktan
kaynaklandığı gün gibi aşikardı.
Bu arada Midillililerle de tanıştım. Adanın solculuğu,
uzosu ve zeytinyağı hep ilk anlatılan şeyler oldular. Sonradan tanıştığım
ama zamanında askerliğini Midilli’de yapan Yunanlı arkadaşlar, yaklaşık
olarak Bademli karşısına gelen gözetleme noktasında, boğazdaki göçmen
kaçırma teşebbüslerini Türk yetkililerle işbirliği içinde nasıl
engellediklerini anlattılar. O dönem yaptığım uçak yolculuklarında
eğer hava açıksa ve ben de uçağın sol yanındaysam uçak İzmir’den
Çanakkale Boğazı’na doğru süzülürken Midilli Adası’nı bir kabartma
harita gibi seyrederdim. Aradaki mesafe sanki bir adımda atlanabilecekmiş
gibi gelirdi. Ailemle de zaman zaman “Karşıya geçmek lazım, görmek,
tanımak, bilmek lazım.” desek bile iki adım ötemizdeki bu coğrafyaya
adım atmak uzun yıllar nasip olmadı. Malum sorunlar, aslını isterseniz
bahaneler, yüzünden “Kim vize alacak, kim uğraşacak, günübirlik
bir tur olsa, vize istemeseler neyse ama vs. vs.” derken o planlar
hep plan olarak kaldı.
Bu yıl Midilli Adası’nda kurulu Ege Üniversitesi’nin
düzenlediği bir uluslararası konferans ilanını görünce hemen başvurdum.
Başvurum kabul edildikten sonra pasaporttu, vizeydi, rezervasyondu,
feribot saatleri derken bir cuma öğleden sonra adaya hareket için
Ayvalığa ulaştım. Hareket saatleri adadan gelenlere düzenlendiği
için feribotlar sabah Midilli’den akşam Ayvalıktan kalkıyor. Çalışanların
anlattığı kadarıyla seyahat edenlerin büyük çoğunluğu karşıdan Türkiye’ye
gelenler. Özellikle de tatilini orada geçirenler ve alışveriş için
gelenler, bir de sonradan öğrendiğim dini ayinler için günübirlik
gelenler oluşturuyormuş yolcu portföyünü. Türkiye’den geçenlerin
sayısı oldukça sınırlıymış.
İşin doğrusu yola çıkarken hiç de yabancı bir yere
gidiyormuş gibi hissetmedim kendimi. Evet gümrükten ve pasaport
kontrolünden geçtik, ama yola çıktıktan sonra bildiğimiz Ayvalık
adaları arasında seyrettik. Açık denize çıktığımızda solumuzda hep
tanıdık sahiller vardı. Sarımsaklı, Altınova, Salihleraltı, Kabakum,
Dikili, uzakta Bademli Burnu derken zaten yolu yarılamıştık. Bir
süre sonra da zaten kalesi ve elektrik santralıyla başlayarak Midilli
şehri göründü ve 18 millik yolu tam bir buçuk saatte aldık. Artık
pozisyonum değişmişti ve bu sefer Dikili’nin ve karşı sahillerin
ışıkları parlıyordu. Peki değişen başka ne vardı? Doğrusunu isterseniz
değişenler çok fazla değil. En doğrusunu isterseniz orada kaldığım
üç gece belki iyi bir değerlendirme yapmak için yeterli değil ve
hatta oldukça kısa bir süre, ama yine de satırbaşlarıyla ada izlenimlerim.
İnsanları
İşin doğrusu orada da hiç yabancılık çekmedim çünkü ev sahipleri
oldukça ilgiliydi ve hatta mihmandar olarak beni karşılamaya limana
bir öğrenci göndermişlerdi. Toplantının düzenleyicilerinden Sophia
Türkiye’deki Giritliler üzerine araştırma yapmış bir antropolog,
Türkçesi oldukça iyi diyebilirim. Yine Türkiye’de alan çalışması
yapan başka bir antropolog Aimilia Voulvouli (Bülbüli diye okunuyor,
ailesi Türkiye’den Midilli’ye yerleşmeden önce soyadları Bülbül’ken
orada sonuna sadece bir –i eklenmiş) bana oldukça yardımcı oldular.
Yine oradaki üniversitede görevli arkadaşlardan Stratos Georgoulas
başta olmak üzere, Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Sotiris Htouris
ve rektör yardımcısı Prof. Sofia Daskalopoulos’da oldukça ilgilendiler
ve yardımcı oldular.
Oradaki
ilgi ve alaka sadece akademik camianın gösterdiği bu
ilgi ve dostlukla sınırlı kalmadı. Taverna işletmecisinden, taksicisine
kadar hemen tanıştığım herkes Türkiye’den geldiğimi ve özellikle
de memleketimin çok yakın olduğunu duyunca çok ciddi yakınlık gösterdiler.
Tanıştığım insanların hemen tamamının aileleri mübadele sırasında
Dikili, Ayvalık, Çandarlı, Edremit ve Bergama civarından gelmişler.
Hemen hepsi derdini anlatabilecek kadar Türkçe biliyor, derdini
anlatamasa bile anlatılanı anlıyor. Daha da önemlisi, bizden farklı
olarak hepsi 5-10 sefer karşıya geçmişler, Türkleri tanıma fırsatı
bulmuşlar ve bu bağlamada davranışlarını önyargıdan çok kendi deneyimleri
belirliyor. Ama sanırım denizin diğer tarafı için bu durum daha
geçerli değil. Vize ve benzeri (fon gibi) faktörler hala daha oldukça
sınırlayıcı ve bu yüzden birbirine bu kadar yakın olan iki kültürün
bir araya gelmesini engelliyor. Ancak orada konuştuğum hemen herkes
bölgesel entegrasyondan bahsetti, tekneyle Dikili’ye bir saat, Ayvalığa
bir buçuk, Atina’ya ise feribotla
12-13 saat mesafedeler ve böylesi bir entegrasyonun getireceği açılımların
farkındalar. Ayrıca ada en büyük ekonomik krizini de ürettiği yağı
pazarlayan İzmir ve Ayvalıkla bağlantısının koptuğu Osmanlı'dan
ayrılma sürecinde yaşamış. Bu anlamda tarihi ve aslında doğal olarak
birbirine bu kadar entegre olan bu bölgelerin bugünkü birbirinden
kopuk hali gerçekten de eşyanın tabiatına aykırı. Ama durun, işbirliği
hiç yok diyemeyiz. Türk tarafındaki balıkçılar tuttukları balıkları
zaman zaman açık denizde Yunanlı balıkçılara satıyormuş. Özellikle
de Türkiye’de pek yenmeyen yavru köpekbalıklarını. Ayrıca bu aralar
olimpiyatlar nedeniyle Yunan tarafının balık talebi oldukça fazlaymış
ve bu talebi Türkiye tarafı karşılıyormuş. Bu yaz balık fiyatları
pahalı diyenleriniz varsa muhtemel nedenlerinden biri de bu.
Diğer yandan insanları yemeyi-içmeyi ve eğlenmeyi
daha çok seviyorlar. Merkezde özellikle Liman bölgesinde her zevke
hitap eden sıra sıra mekanlar var. Gençler gece geç saatlere kadar
dışarıdalar. Hele hele Euro 2004’te Fransa’yı eledikleri gece her
yer panayır yerine döndü. Toplantıya katılanların tamamının kaldıkları
oteller Liman bölgesindeydi ve ertesi sabah toplantıya gelenlerin
büyük bölümü kutlamaların gürültüsü nedeniyle uykusuz bir gece geçirdiklerinden
dem vuruyordu. Özellikle de Güney Afrika, İngiltere ve Amerika’dan
gelen katılımcılardan bu şikayetleri duydum. Bir kısmı ise bu kutlama
şeklini anlamakta zorluk çekiyordu. “Ne yani bir tur atladınız diye
herkesi rahatsız etmek zorunda mısınız,” veya “Bizim uyku hakkımız
ne olacak,” Ben mi? Hem Yunanlıları anlıyordum, hem de o kadar yorgundum
ki bütün o gürültü ninni gibi geldi.
Ama genelde ada oldukça sakin ve huzur dolu bir
yer diyebilirim. Pek çok yerde gerçekten de zaman durmuş gibi. Bu
belki de uzak bir ada olmanın getirdiği bir şey. Gerçekten de huzur
arayanlara bire bir gelecek mekanlar var adada. Sanırım Dikili ve
Ayvalık’tan temel farkı burada. Oralarda hemen herkes bir bölgeye
yığılmış üst üste apartmanlarda ya da birbiri ardına sıralanmış
villalarda yaşarken, yaz aylarında büyük bir kalabalık hemen her
yerde sizi rahat bırakmazken orada daha sakin bir ortamla karşılaşıyorsunuz.
Coğrafyası
Midilli’nin coğrafyası pek çok insanın kafasındaki,
(kayalık, kıraç, beyaz evlerden oluşmuş) geleneksel Yunan adası
imajından oldukça farklı. Burası tipik bir kuzey Ege manzarası sunuyor.
Aslında ada oldukça dağlık ve düz alan oldukça sınırlı. Bana söylendiği
ve benim de bir kısmını gördüğüm kadarıyla adada yer gök zeytin,
toplam 11 milyon ağaçtan söz ettiler. Midilli adası engebeleri,
yükseltileri, zeytin ve çam ormanları, ovaları, tuzlaları, sulak
alanları, kaplıcaları, kıraç alanları ve kayalıkları, kumsalları,
zakkumları, incirleri, dere yataklarındaki çınarları ve burada sayamadığım
bin bir türlü özelliğiyle ciddi çeşitlilik gösteren bir coğrafyaya
sahip. Dikkat ederseniz bu saydıklarım Anadolu’nun kuzey Ege bölgesiyle
de ciddi paralellikler gösteriyor. Belki de tek fark orada bir de
sönmüş volkan olması. Ayrıca yanlış anlamadıysam 500.000 adetlik
bir küçükbaş hayvan varlığından bahsedildi.
Mimariye gelince, pek çok yerde binaların içi modernize edilse de
dış görünüşü değiştirilmemiş. Yeni yerleşimler ve binalar genellikle
geleneksel mimariye uygun bir şekilde yapılmış. Bazı yerlerdeki
inşaatlarda dikkatimi çeken binanın yapısının betonarme olması ama
üzerine, daha doğrusu binanın dışına bir de taş duvar yapma suretiyle
geleneksel mimari doku ile uyumu koruyorlar. Diğer yandan apartmanlar
yok değil, özellikle de şehir merkezinde oldukça çoklar. Ama yeşil
örtünün içinde olduklarından, belki de çok yüksek olmamaları nedeniyle
fazla göze batmıyorlar. Bir de deniz kıyısında apartman yapma sevdaları
yok. Ama tepelere doğru tırmandıkça zeytinlikler arasına serpiştirilmiş
bir çok villa tarzı bahçeli ev görüyorsunuz. Yani betonlaşma orada
da var ama Türkiye’deki kadar insafsız değil diyebilirim. Molyvos
gibi tarihi ve turistik yerleşimlerde mimari doku çok daha hassas
bir şekilde korunmuş. Molyvos eski bir Türk köyü ve o nedenle orada
Türk mimarisinin izleri de görmek olası. Söylendiği kadar orada
devlet evini aslına uygun restore etmek isteyenlere gereken kolaylıkları
gösteriyormuş.
Yemekleri
Bu yazıyı yazarken aklıma geldi. “Acaba,” dedim
“yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat’ lafının çıkış
noktası ne olabilir”. Memleketten herhangi biri başka bir yere gittiğinde
hep yediğini içtiğini anlatıyor olmalı ki, halk arasında “yediğin
içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” gibisinden bir laf var.
Bu da gösteriyor ki insanımız için yediği içtiği gördüğünden, manzaradan
daha önemli. Tabi manzaraya karşı yiyip içme durumu varsa o da mönünün
bir parçası olarak algılanıp “yani denize karşı oturduk, şunu yedik,
bunu içtik, manzarayla da mükemmel gidiyordu ha” tarzı ifadelerin
kullanılmasına da neden olabiliyor. Ama bu durumda da galiba manzara
bir araç, asıl mesele ne yiyip içtiğin. Diğer bir konu da şu ki,
iki coğrafya birbirine bu kadar yakınsa ve iklim aynıysa yeme içme
konusunda herhangi bir sorun çekmiyorsunuz, çünkü her şey birbirinin
aynısı oluyor. Bu durumda da bana anlatacak fazla bir şey kalmıyor
desem yeridir.
İlk akşam Midilli Belediye Başkanı’nın davetlisi
olarak birinci körfezdeki denize nazır bir tavernaya gittik. Halen
faaliyette olan bir hamamın üst katındaki terasa kurulmuş masalarda
yedik yemeğimizi. Haritaya bakarsanız birinci körfezin girişi çok
dar ve bu durum da sizin orayı hemen hemen etrafı dağlarla çevrili
bir göl gibi algılamanıza neden oluyor. Deniz oldukça güzel, koyu
bir mavilikte, ayrıca zeytin ormanlarının yeşiliyle çok güzel bir
uyum içinde. Bir de dağlardaki kekikler açmış ve ortalıkta mis gibi
bir kekik kokusu var. Burada ada zeytinyağıyla başlayan sonrasında
Yunan cacığı, yaprak sarma, muhtelif peynirli börekler, salatalar,
peynirler derken devam eden, ana yemek olarak limonla servis edilen
ızgara piliç ve meyve ikramıyla son bulan bir yemek yedik. Yemekte
tavernanın kendi beyaz şarabından ikram edildi. Muhtemelen Limni’den
gelen bu şarap oldukça hafif içimi ve meyve aromalarıyla yemeğe
oldukça güzel eşlik etti ve o sıcak günün akşamında bizi serinletti.
Dikkatimi çeken ise yemekte sadece bir kişinin uzo içmesiydi.
İkinci gün akşam üzeri Çandarlı- Aliağa-Foça üçgeninin
karşısına gelecek bir yerdeki bir koydaki sakin bir kır lokantasına
gittik. Deniz ürünleri ağırlıklı bir yemek oldu. Deniz ürünü olarak
sardalye ızgara, (bizde pek yenmeyen) köpekbalığı tavası ve kalamar
vardı. Kalamar maalesef kayış gibiydi. Meze olarak ise hatırlayabildiğim
kadarıyla Yunan cacığı, soslu patlıcan, soslu biber, börülce salatası,
peynirli börek, peynir ve bol bol salata vardı. Daha başka bir şeyler
de vardı ama aklımda bunlar kalmış. Hikaye yine aynı bu sefer de
mezelerin bizdekilerden herhangi bir farkı yoktu. Bu akşam ben uzo
içtim. Orada bizdekinin aksine büyük şişe uygulaması yok 20’lik
küçük şişeler var, seçtiğim markanın içimi oldukça hafifti.
Son gün ise Molyvos’a tepeden bakan bir tavernada
geleneksel olduğu söylenen bir mönü sunuldu. Bu sefer garsonlar
yaklaşık iki saat içinde hemen hemen hiç durmadan devamlı yemek
taşıdılar. Salata, zeytinyağlı ve kekikli koyun peyniri, peynirli
börek, otlu börek, yaprak sarma, cacık, köfte patates kızartması,
patates köftesi, domates dolması, lazanya ile devam eden ikramlar
irmik helvası ikramıyla son buldu. Kimsenin ne olduğunu anlayamadığı
bir kızartma ise benim için tek yenilikti. Dolmasını severek yediğim
kabak çiçeğini burada içine peynir doldurup, ve una-yumurtaya bulayıp
bol yağda kızartmışlar. Gerçekten de enfesti ama masadakilere bunun
ne olduğunu açıklayana kadar ciddi ter döktüm. Toplamda yemeklerin
lezzeti mükemmeldi ve patlayıncaya kadar yedik. Hatta önümüzden
artanlarla bir grup daha çok rahat doyabilirdi. Bu tavernanın güzel
yanlarından birisi de manzarasıydı. Bir yanda güneş kızıl bir top
gibi batıdan kaybolurken, diğer yandan Molyvos ve Molyvos Kalesi
manzarayı tamamlıyordu.
Orada tatma şansını bulduğum yağların nefaseti
oldukça güzeldi, ama yediğim zeytinler için maalesef aynı şeyleri
söyleyemeyeceğim. Aslında coğrafya ve iklim kuzey Ege’yle aynı olduğu
için benzer kalitede yağ üretiyorlar. Bir de bana anlatıldığı kadarıyla
200 yıl önceki büyük bir hastalık sonucu telef olan ağaçların yerine
adaya Edremit cinsi fidanlar dikilmiş. Zeytinlerin cinsi dahi aynı.
Her ne kadar peynirleri meşhur dense de son gün yediklerim hariç
peynirleri pek hoşuma gitmedi doğrusu. Sanırım orada da her ürünün
farklı kaliteleri mevcut. Uzo konusunda ise seçme şansınız oldukça
fazla. Malum orada tekel yok, çeşitlilik var. Türk damak tadına
en yakın uzolar Midilli uzoları diyebilirim. Tavsiyem Barbayani’nin
mavi şişesi ama tabi ki denemekte fayda var. Ayrıca orada içki Türkiye’ye
göre oldukça ucuz.
Midilli’den dönerken merak edip de tadına bakamadığım
tek yemek ahtapot ızgara oldu. Başka yerlerde ahtapot yedim ama,
arkadaşlarım illa da adalarınkiler dediği için merak ediyordum,
artık o da başka bir zamana kalsın diyerek bu kısmı tamamlıyorum.
Son bir söz, yurtdışına gidip ne yiyeceğini bilemediği, ve biraz
da domuz yeme riski nedeniyle aç dönen pek çok kardeşimiz oralarda
acayip rahat edecektir. Yukarıda da bahsettiğim gibi hemen hemen
her şey aynı.
Son Noktayı Koymadan
Bu
kısa gezi hakkındaki kısa izlenimlerim böyle. İtiraf etmeliyim ki
benzerlikler olduğunu biliyordum ama benzerlikler tahmin ettiğimden
de fazla çıktı. Ben de bunu öğrenmiş oldum. Ama bu gezinin daha
da öğretici yanının “insanların tanışması ve birbirlerinin kültürlerini
öğrenmesinin” iki ülke arasındaki buzların kırılması sürecindeki
önemini bir defa daha görmemi sağlamasıdır. Sonuçta bir coğrafyanın,
bir bölgenin ve hatta bir bütünün parçaları olan insanları ve kültürleri
birbirinden ayıran siyasal sınırların bir noktada ne kadar da anlamsız
olduğu kolayca görülüyor. Ama o malum siyasal sınırlar yüzünden
ayrı dünyalar kendi sanal gerçekliklerinde yaşamaya başlıyor. Dediğim
gibi bu sorunu aşmanın yolu insanların ve özellikle de birbirlerini
tanımadan büyüyen genç kuşakların tanışması. Oradakilerin tavırlarındaki
sıcaklığın en önemli nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar
önyargıları olsa da “Türk nedir, neye benzer?” sorularına yanıtları
birinci elden kendi deneyimleriyle oluşmuş. Sanırım son dönemde
başlatılan pek çok inisiyatifin, AB’nin bu konuda ciddi destekler
vermesinin ve özellikle de sivil toplum kuruluşlarını bu süreçte
yer almasının özendirilmesinin temel nedeni bu. Sanırım buzları
kırmanın en iyi yolu insanların birbirini tanıması ve özellikle
de genç kuşakların birbirini tanıması ve karşısındakinin ne olduğunu
birinci elden tanıyarak öğrenmesi.