SAYI 17 / 20 EYLÜL 2004

 

MİDİLLİ : HEM ÇOK YAKIN, HEM DE ÇOK UZAK BİR ADA

Gökhan Orhan


Bir yer düşünün, hani aslında size çok yakındır. Sabah akşam görürsünüz, hatta net görünüyor mu görünmüyor mu diye sabah uyandığınızda ilk olarak oraya bakarsınız. Sabahları evlerini plajlarını seçmeye çalışırsınız. Güneş oranın tepeleri üzerinden batar ve sonrasında parlayan ışıklarını, otomobillerinin farlarını, havaalanına inip kalkan uçaklarını izlersiniz. Hele Bademli Burnu açıklarında balık tutarken ya da Assos’a inerken o kadar yakınınızdadır ki; aslında anakaranın bir parçasıymış gibi düşünürsünüz karşı kıyıları. Evet Midilli’den bahsediyorum.



Benim gibi kendini bildi bileli yaz tatillerini Kuzey Ege kıyılarında geçiren biri için Midilli işte böyle bir yer. Oldukça yakın, ama bir o kadar da uzak. Oldukça yakın gelmeli ki küçük ve iddiacı bir çocukken iddianın ölçüsü bile Midilli imiş benim için. Oraya kadar yüzebileceğimi ama çıktığımda yedek mayoya ihtiyaç duyacağımı iddia edermişim. Ama bir o kadar da uzak, çünkü arada denizin ortasından bir yerden geçen bir sınır var. Arada, 1974 yazında kamp yaptığımız yerde uyandığımda siper kazan ve bize bir an önce o civarı terk etmemiz tavsiyesinde bulunan ve daha sonraki yıllarda Salihler Köyü altında kamp kurup dinleme yapan askerler var örneğin. Hepsi o coğrafyayla olan ilişkilerimin önemli unsurları.

Korku? Sanmıyorum ama merak olduğu kesin. Çocukken rüzgarın Dikili sahillerine attığı meşrubat kasalarındaki harfleri okuyamayıp ne yazdığını merak ettiğimiz gibi. Görülen ama bilinmeyene olan merak.

Derken 1980’lerle birlikte bazı şeyler değişmeye başladı. Darbe sonrası yıllarda az da olsa nefes almamızı sağlayan Dikili Festivali’ni düzenleyenler, bir yıl festivali Midilli halkıyla beraber yapmaya karar verdiler. Festivalin üç günü Dikili’de üç günü de Midilli’de gerçekleştirilecekti. Bir gemi dolusu insan geldi Midilli’den. Dikili’deki etkinliklere katıldılar ve sayelerinde Dikili sokakları biraz daha şenlendi, EPT1 ve EPT2’den duyduğumuz o hızlı hızlı konuşulan dil artık Dikili sokaklarındaydı. Akşam her iki tarafın siyasetçileri konuşmalar yaptılar ve aklımda kalan bir isim oldu, Belediye Başkanı Stratis Pallis. Malum bu arada gelenlerin rengini de öğrenmiş ve onları biraz daha sevmiştik.

Ardından yurtdışındayken Yunanlılarla tanıştım, hatta yurtta kalırken ilk tanıştığım arkadaşlar Yunanlılardı. Onlarla her gün başka ortak bir şey keşfettik. Ortak yemekleri, ortak gelenekleri, ortak sözcükleri ve yaşanan ortak acıları. Tanıştıklarımın büyük çoğunluğunun kökleri Türkiye’dendi ve hemen hepsinin hüzünlü bir hikayesi vardı. Tıpkı Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenlerde olduğu gibi. Bu durum benim için aradaki mesafeyi daha da azaltmıştı. Arkadaşlarımız ve aileleri bizleri Yunanistan’a davet ettiler. Biz de onları davet ettik. Çünkü iki ulus arasındaki meselenin birbirini tanımamaktan kaynaklandığı gün gibi aşikardı.

Bu arada Midillililerle de tanıştım. Adanın solculuğu, uzosu ve zeytinyağı hep ilk anlatılan şeyler oldular. Sonradan tanıştığım ama zamanında askerliğini Midilli’de yapan Yunanlı arkadaşlar, yaklaşık olarak Bademli karşısına gelen gözetleme noktasında, boğazdaki göçmen kaçırma teşebbüslerini Türk yetkililerle işbirliği içinde nasıl engellediklerini anlattılar. O dönem yaptığım uçak yolculuklarında eğer hava açıksa ve ben de uçağın sol yanındaysam uçak İzmir’den Çanakkale Boğazı’na doğru süzülürken Midilli Adası’nı bir kabartma harita gibi seyrederdim. Aradaki mesafe sanki bir adımda atlanabilecekmiş gibi gelirdi. Ailemle de zaman zaman “Karşıya geçmek lazım, görmek, tanımak, bilmek lazım.” desek bile iki adım ötemizdeki bu coğrafyaya adım atmak uzun yıllar nasip olmadı. Malum sorunlar, aslını isterseniz bahaneler, yüzünden “Kim vize alacak, kim uğraşacak, günübirlik bir tur olsa, vize istemeseler neyse ama vs. vs.” derken o planlar hep plan olarak kaldı.

Bu yıl Midilli Adası’nda kurulu Ege Üniversitesi’nin düzenlediği bir uluslararası konferans ilanını görünce hemen başvurdum. Başvurum kabul edildikten sonra pasaporttu, vizeydi, rezervasyondu, feribot saatleri derken bir cuma öğleden sonra adaya hareket için Ayvalığa ulaştım. Hareket saatleri adadan gelenlere düzenlendiği için feribotlar sabah Midilli’den akşam Ayvalıktan kalkıyor. Çalışanların anlattığı kadarıyla seyahat edenlerin büyük çoğunluğu karşıdan Türkiye’ye gelenler. Özellikle de tatilini orada geçirenler ve alışveriş için gelenler, bir de sonradan öğrendiğim dini ayinler için günübirlik gelenler oluşturuyormuş yolcu portföyünü. Türkiye’den geçenlerin sayısı oldukça sınırlıymış.

İşin doğrusu yola çıkarken hiç de yabancı bir yere gidiyormuş gibi hissetmedim kendimi. Evet gümrükten ve pasaport kontrolünden geçtik, ama yola çıktıktan sonra bildiğimiz Ayvalık adaları arasında seyrettik. Açık denize çıktığımızda solumuzda hep tanıdık sahiller vardı. Sarımsaklı, Altınova, Salihleraltı, Kabakum, Dikili, uzakta Bademli Burnu derken zaten yolu yarılamıştık. Bir süre sonra da zaten kalesi ve elektrik santralıyla başlayarak Midilli şehri göründü ve 18 millik yolu tam bir buçuk saatte aldık. Artık pozisyonum değişmişti ve bu sefer Dikili’nin ve karşı sahillerin ışıkları parlıyordu. Peki değişen başka ne vardı? Doğrusunu isterseniz değişenler çok fazla değil. En doğrusunu isterseniz orada kaldığım üç gece belki iyi bir değerlendirme yapmak için yeterli değil ve hatta oldukça kısa bir süre, ama yine de satırbaşlarıyla ada izlenimlerim.

İnsanları

İşin doğrusu orada da hiç yabancılık çekmedim çünkü ev sahipleri oldukça ilgiliydi ve hatta mihmandar olarak beni karşılamaya limana bir öğrenci göndermişlerdi. Toplantının düzenleyicilerinden Sophia Türkiye’deki Giritliler üzerine araştırma yapmış bir antropolog, Türkçesi oldukça iyi diyebilirim. Yine Türkiye’de alan çalışması yapan başka bir antropolog Aimilia Voulvouli (Bülbüli diye okunuyor, ailesi Türkiye’den Midilli’ye yerleşmeden önce soyadları Bülbül’ken orada sonuna sadece bir –i eklenmiş) bana oldukça yardımcı oldular. Yine oradaki üniversitede görevli arkadaşlardan Stratos Georgoulas başta olmak üzere, Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Sotiris Htouris ve rektör yardımcısı Prof. Sofia Daskalopoulos’da oldukça ilgilendiler ve yardımcı oldular.

Oradaki ilgi ve alaka sadece akademik camianın gösterdiği bu
ilgi ve dostlukla sınırlı kalmadı. Taverna işletmecisinden, taksicisine kadar hemen tanıştığım herkes Türkiye’den geldiğimi ve özellikle de memleketimin çok yakın olduğunu duyunca çok ciddi yakınlık gösterdiler. Tanıştığım insanların hemen tamamının aileleri mübadele sırasında Dikili, Ayvalık, Çandarlı, Edremit ve Bergama civarından gelmişler. Hemen hepsi derdini anlatabilecek kadar Türkçe biliyor, derdini anlatamasa bile anlatılanı anlıyor. Daha da önemlisi, bizden farklı olarak hepsi 5-10 sefer karşıya geçmişler, Türkleri tanıma fırsatı bulmuşlar ve bu bağlamada davranışlarını önyargıdan çok kendi deneyimleri belirliyor. Ama sanırım denizin diğer tarafı için bu durum daha geçerli değil. Vize ve benzeri (fon gibi) faktörler hala daha oldukça sınırlayıcı ve bu yüzden birbirine bu kadar yakın olan iki kültürün bir araya gelmesini engelliyor. Ancak orada konuştuğum hemen herkes bölgesel entegrasyondan bahsetti, tekneyle Dikili’ye bir saat, Ayvalığa bir buçuk, Atina’ya ise feribotla
12-13 saat mesafedeler ve böylesi bir entegrasyonun getireceği açılımların farkındalar. Ayrıca ada en büyük ekonomik krizini de ürettiği yağı pazarlayan İzmir ve Ayvalıkla bağlantısının koptuğu Osmanlı'dan ayrılma sürecinde yaşamış. Bu anlamda tarihi ve aslında doğal olarak birbirine bu kadar entegre olan bu bölgelerin bugünkü birbirinden kopuk hali gerçekten de eşyanın tabiatına aykırı. Ama durun, işbirliği hiç yok diyemeyiz. Türk tarafındaki balıkçılar tuttukları balıkları zaman zaman açık denizde Yunanlı balıkçılara satıyormuş. Özellikle de Türkiye’de pek yenmeyen yavru köpekbalıklarını. Ayrıca bu aralar olimpiyatlar nedeniyle Yunan tarafının balık talebi oldukça fazlaymış ve bu talebi Türkiye tarafı karşılıyormuş. Bu yaz balık fiyatları pahalı diyenleriniz varsa muhtemel nedenlerinden biri de bu.

Diğer yandan insanları yemeyi-içmeyi ve eğlenmeyi daha çok seviyorlar. Merkezde özellikle Liman bölgesinde her zevke hitap eden sıra sıra mekanlar var. Gençler gece geç saatlere kadar dışarıdalar. Hele hele Euro 2004’te Fransa’yı eledikleri gece her yer panayır yerine döndü. Toplantıya katılanların tamamının kaldıkları oteller Liman bölgesindeydi ve ertesi sabah toplantıya gelenlerin büyük bölümü kutlamaların gürültüsü nedeniyle uykusuz bir gece geçirdiklerinden dem vuruyordu. Özellikle de Güney Afrika, İngiltere ve Amerika’dan gelen katılımcılardan bu şikayetleri duydum. Bir kısmı ise bu kutlama şeklini anlamakta zorluk çekiyordu. “Ne yani bir tur atladınız diye herkesi rahatsız etmek zorunda mısınız,” veya “Bizim uyku hakkımız ne olacak,” Ben mi? Hem Yunanlıları anlıyordum, hem de o kadar yorgundum ki bütün o gürültü ninni gibi geldi.

Ama genelde ada oldukça sakin ve huzur dolu bir yer diyebilirim. Pek çok yerde gerçekten de zaman durmuş gibi. Bu belki de uzak bir ada olmanın getirdiği bir şey. Gerçekten de huzur arayanlara bire bir gelecek mekanlar var adada. Sanırım Dikili ve Ayvalık’tan temel farkı burada. Oralarda hemen herkes bir bölgeye yığılmış üst üste apartmanlarda ya da birbiri ardına sıralanmış villalarda yaşarken, yaz aylarında büyük bir kalabalık hemen her yerde sizi rahat bırakmazken orada daha sakin bir ortamla karşılaşıyorsunuz.

Coğrafyası

Midilli’nin coğrafyası pek çok insanın kafasındaki, (kayalık, kıraç, beyaz evlerden oluşmuş) geleneksel Yunan adası imajından oldukça farklı. Burası tipik bir kuzey Ege manzarası sunuyor. Aslında ada oldukça dağlık ve düz alan oldukça sınırlı. Bana söylendiği ve benim de bir kısmını gördüğüm kadarıyla adada yer gök zeytin, toplam 11 milyon ağaçtan söz ettiler. Midilli adası engebeleri, yükseltileri, zeytin ve çam ormanları, ovaları, tuzlaları, sulak alanları, kaplıcaları, kıraç alanları ve kayalıkları, kumsalları, zakkumları, incirleri, dere yataklarındaki çınarları ve burada sayamadığım bin bir türlü özelliğiyle ciddi çeşitlilik gösteren bir coğrafyaya sahip. Dikkat ederseniz bu saydıklarım Anadolu’nun kuzey Ege bölgesiyle de ciddi paralellikler gösteriyor. Belki de tek fark orada bir de sönmüş volkan olması. Ayrıca yanlış anlamadıysam 500.000 adetlik bir küçükbaş hayvan varlığından bahsedildi.



Mimariye gelince, pek çok yerde binaların içi modernize edilse de dış görünüşü değiştirilmemiş. Yeni yerleşimler ve binalar genellikle geleneksel mimariye uygun bir şekilde yapılmış. Bazı yerlerdeki inşaatlarda dikkatimi çeken binanın yapısının betonarme olması ama üzerine, daha doğrusu binanın dışına bir de taş duvar yapma suretiyle geleneksel mimari doku ile uyumu koruyorlar. Diğer yandan apartmanlar yok değil, özellikle de şehir merkezinde oldukça çoklar. Ama yeşil örtünün içinde olduklarından, belki de çok yüksek olmamaları nedeniyle fazla göze batmıyorlar. Bir de deniz kıyısında apartman yapma sevdaları yok. Ama tepelere doğru tırmandıkça zeytinlikler arasına serpiştirilmiş bir çok villa tarzı bahçeli ev görüyorsunuz. Yani betonlaşma orada da var ama Türkiye’deki kadar insafsız değil diyebilirim. Molyvos gibi tarihi ve turistik yerleşimlerde mimari doku çok daha hassas bir şekilde korunmuş. Molyvos eski bir Türk köyü ve o nedenle orada Türk mimarisinin izleri de görmek olası. Söylendiği kadar orada devlet evini aslına uygun restore etmek isteyenlere gereken kolaylıkları gösteriyormuş.

Yemekleri

Bu yazıyı yazarken aklıma geldi. “Acaba,” dedim “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat’ lafının çıkış noktası ne olabilir”. Memleketten herhangi biri başka bir yere gittiğinde hep yediğini içtiğini anlatıyor olmalı ki, halk arasında “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” gibisinden bir laf var. Bu da gösteriyor ki insanımız için yediği içtiği gördüğünden, manzaradan daha önemli. Tabi manzaraya karşı yiyip içme durumu varsa o da mönünün bir parçası olarak algılanıp “yani denize karşı oturduk, şunu yedik, bunu içtik, manzarayla da mükemmel gidiyordu ha” tarzı ifadelerin kullanılmasına da neden olabiliyor. Ama bu durumda da galiba manzara bir araç, asıl mesele ne yiyip içtiğin. Diğer bir konu da şu ki, iki coğrafya birbirine bu kadar yakınsa ve iklim aynıysa yeme içme konusunda herhangi bir sorun çekmiyorsunuz, çünkü her şey birbirinin aynısı oluyor. Bu durumda da bana anlatacak fazla bir şey kalmıyor desem yeridir.

İlk akşam Midilli Belediye Başkanı’nın davetlisi olarak birinci körfezdeki denize nazır bir tavernaya gittik. Halen faaliyette olan bir hamamın üst katındaki terasa kurulmuş masalarda yedik yemeğimizi. Haritaya bakarsanız birinci körfezin girişi çok dar ve bu durum da sizin orayı hemen hemen etrafı dağlarla çevrili bir göl gibi algılamanıza neden oluyor. Deniz oldukça güzel, koyu bir mavilikte, ayrıca zeytin ormanlarının yeşiliyle çok güzel bir uyum içinde. Bir de dağlardaki kekikler açmış ve ortalıkta mis gibi bir kekik kokusu var. Burada ada zeytinyağıyla başlayan sonrasında Yunan cacığı, yaprak sarma, muhtelif peynirli börekler, salatalar, peynirler derken devam eden, ana yemek olarak limonla servis edilen ızgara piliç ve meyve ikramıyla son bulan bir yemek yedik. Yemekte tavernanın kendi beyaz şarabından ikram edildi. Muhtemelen Limni’den gelen bu şarap oldukça hafif içimi ve meyve aromalarıyla yemeğe oldukça güzel eşlik etti ve o sıcak günün akşamında bizi serinletti. Dikkatimi çeken ise yemekte sadece bir kişinin uzo içmesiydi.

İkinci gün akşam üzeri Çandarlı- Aliağa-Foça üçgeninin karşısına gelecek bir yerdeki bir koydaki sakin bir kır lokantasına gittik. Deniz ürünleri ağırlıklı bir yemek oldu. Deniz ürünü olarak sardalye ızgara, (bizde pek yenmeyen) köpekbalığı tavası ve kalamar vardı. Kalamar maalesef kayış gibiydi. Meze olarak ise hatırlayabildiğim kadarıyla Yunan cacığı, soslu patlıcan, soslu biber, börülce salatası, peynirli börek, peynir ve bol bol salata vardı. Daha başka bir şeyler de vardı ama aklımda bunlar kalmış. Hikaye yine aynı bu sefer de mezelerin bizdekilerden herhangi bir farkı yoktu. Bu akşam ben uzo içtim. Orada bizdekinin aksine büyük şişe uygulaması yok 20’lik küçük şişeler var, seçtiğim markanın içimi oldukça hafifti.

Son gün ise Molyvos’a tepeden bakan bir tavernada geleneksel olduğu söylenen bir mönü sunuldu. Bu sefer garsonlar yaklaşık iki saat içinde hemen hemen hiç durmadan devamlı yemek taşıdılar. Salata, zeytinyağlı ve kekikli koyun peyniri, peynirli börek, otlu börek, yaprak sarma, cacık, köfte patates kızartması, patates köftesi, domates dolması, lazanya ile devam eden ikramlar irmik helvası ikramıyla son buldu. Kimsenin ne olduğunu anlayamadığı bir kızartma ise benim için tek yenilikti. Dolmasını severek yediğim kabak çiçeğini burada içine peynir doldurup, ve una-yumurtaya bulayıp bol yağda kızartmışlar. Gerçekten de enfesti ama masadakilere bunun ne olduğunu açıklayana kadar ciddi ter döktüm. Toplamda yemeklerin lezzeti mükemmeldi ve patlayıncaya kadar yedik. Hatta önümüzden artanlarla bir grup daha çok rahat doyabilirdi. Bu tavernanın güzel yanlarından birisi de manzarasıydı. Bir yanda güneş kızıl bir top gibi batıdan kaybolurken, diğer yandan Molyvos ve Molyvos Kalesi manzarayı tamamlıyordu.

Orada tatma şansını bulduğum yağların nefaseti oldukça güzeldi, ama yediğim zeytinler için maalesef aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Aslında coğrafya ve iklim kuzey Ege’yle aynı olduğu için benzer kalitede yağ üretiyorlar. Bir de bana anlatıldığı kadarıyla 200 yıl önceki büyük bir hastalık sonucu telef olan ağaçların yerine adaya Edremit cinsi fidanlar dikilmiş. Zeytinlerin cinsi dahi aynı. Her ne kadar peynirleri meşhur dense de son gün yediklerim hariç peynirleri pek hoşuma gitmedi doğrusu. Sanırım orada da her ürünün farklı kaliteleri mevcut. Uzo konusunda ise seçme şansınız oldukça fazla. Malum orada tekel yok, çeşitlilik var. Türk damak tadına en yakın uzolar Midilli uzoları diyebilirim. Tavsiyem Barbayani’nin mavi şişesi ama tabi ki denemekte fayda var. Ayrıca orada içki Türkiye’ye göre oldukça ucuz.

Midilli’den dönerken merak edip de tadına bakamadığım tek yemek ahtapot ızgara oldu. Başka yerlerde ahtapot yedim ama, arkadaşlarım illa da adalarınkiler dediği için merak ediyordum, artık o da başka bir zamana kalsın diyerek bu kısmı tamamlıyorum. Son bir söz, yurtdışına gidip ne yiyeceğini bilemediği, ve biraz da domuz yeme riski nedeniyle aç dönen pek çok kardeşimiz oralarda acayip rahat edecektir. Yukarıda da bahsettiğim gibi hemen hemen her şey aynı.

Son Noktayı Koymadan

Bu kısa gezi hakkındaki kısa izlenimlerim böyle. İtiraf etmeliyim ki benzerlikler olduğunu biliyordum ama benzerlikler tahmin ettiğimden de fazla çıktı. Ben de bunu öğrenmiş oldum. Ama bu gezinin daha da öğretici yanının “insanların tanışması ve birbirlerinin kültürlerini öğrenmesinin” iki ülke arasındaki buzların kırılması sürecindeki önemini bir defa daha görmemi sağlamasıdır. Sonuçta bir coğrafyanın, bir bölgenin ve hatta bir bütünün parçaları olan insanları ve kültürleri birbirinden ayıran siyasal sınırların bir noktada ne kadar da anlamsız olduğu kolayca görülüyor. Ama o malum siyasal sınırlar yüzünden ayrı dünyalar kendi sanal gerçekliklerinde yaşamaya başlıyor. Dediğim gibi bu sorunu aşmanın yolu insanların ve özellikle de birbirlerini tanımadan büyüyen genç kuşakların tanışması. Oradakilerin tavırlarındaki sıcaklığın en önemli nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar önyargıları olsa da “Türk nedir, neye benzer?” sorularına yanıtları birinci elden kendi deneyimleriyle oluşmuş. Sanırım son dönemde başlatılan pek çok inisiyatifin, AB’nin bu konuda ciddi destekler vermesinin ve özellikle de sivil toplum kuruluşlarını bu süreçte yer almasının özendirilmesinin temel nedeni bu. Sanırım buzları kırmanın en iyi yolu insanların birbirini tanıması ve özellikle de genç kuşakların birbirini tanıması ve karşısındakinin ne olduğunu birinci elden tanıyarak öğrenmesi.