SAYI 167 / ŞUBAT - MART 2008

 

PERSONA*, INGMAR BERGMAN, 1966


Gül Büyükbay
mountlive@yahoo.com




 

                                        

 

Hikaye basitçe, şöhretli aktris Elisabeth Vogler'in  bir Elektra gösterisi sırasında aniden susması ve o andan itibaren konuşmaması iskeleti etrafında kuruludur.  Elizabeth, bir kadın psikiyatrist tarafından değerlendirilir ve fiziksel ve ruhsal bir hastalığı olmadığı teşhisi konulur. Genç bir hemşire olan Alma, onun bakımı için görevlendirilir. Ancak Elizabeth' in durumu klinikte kötüye gider ve Alma' yla birlikte deniz kıyısında  ıssız bir sayfiye evine giderler. Elizabeth modern hayattan uzaklaştığı bu yerde rahatlar, hafifler ve Alma ile aralarında bir yakınlık doğar. Orada Alma, Elizabeth' e açılır, geçmişle ilgili kimseyle paylaşmadığı sırlarını anlatır.  Ancak, Elizabeth konuşmaya direndikçe Alma' nın hayal kırıklığı artar ve iki kadının fiziksel ve ruhsal şiddet içeren çatışması başlar. 

Bergman'ın filmle sorguladığı kimlik ve modern dünyadaki varolmanın imkansızlığı kavramlarıdır.

Filme psikanalitik açıdan bakmaya çalışırken "Edebiyatla psikanaliz arasındaki ilişkiyi anlamlı bir biçimde kurabilmemiz için bu ilişkiye tersinden bakabilmemiz gerekir. Psikanaliz ya da psikanalitik bakış bir edebiyat metninin ne anlamını ne de etkisini değiştirebilir. Ancak edebiyat metninin eleştirel okunması , bizim psikanalizi kavramamız, anlamlandırmamız ve psikanalitik terapi ilişkisinin dışında , tüm yaşamımız için kalıcı bir biçimde, tüm yaşamımız için kalıcı bir biçimde geçerli kılmamız için vazgeçilmez bir önemdedir. " (1) cümlesinde "edebiyat " yerine "sinema " yı koyarken bu tersinden bakışı, yani psikanalizi, filmi ya da yönetmeni çözümlemek için değil, filmin psikanalizi anlamaktaki yardımına başvurmak gerekir. Zaten filmi kendi kendimize anlamlandırmanın, yaratıcısının yaşamından  ipuçları yakalamanın beyhude olduğunu yönetmenle yapılan bir röportajı okuyarak anlayabiliriz. Sanat eserinin içinden çıkan oklar sonsuz anlama ıraksayabilir.

Bir röportaj esnasında, kendisine sorulan komplike ve derin anlam arayışındaki soruya Bergman şöyle cevap verir:

"Çok ilginç; ancak kastettiğim bu değil. Çok yalın: Persona, yaratıcısını kurtaran bir yaratımdır. Onu yapmadan önce hastaydım..."

"Hastanede yatağımda doğrudan önümdeki kara lekeye baktığımı anımsıyorum; çünkü başımı çevirecek olsam bütün oda dönüyordu. Kendimi bir daha hiçbirşey yaratamayacak gibi duyumsuyordum.; tastamam boştum; ölü gibiydim. Filmin başındaki montaj, kişisel durumumla ilgili bir şiire denk gelir."
" Kalkış noktamın, zihinle ya da simgecilikle çalışmak gibi bir şeyi yok; düş ve izlenimlerle, umut ve arzuyla, ihtirasla işim var." (2)

Elizabeth' in ortasında aniden sustuğu oyun Elektra' dır. Bunun nedensiz olduğunu düşünemeyiz. Elektra "parlak" anlamına gelmesine rağmen, mitolojide yer alışı karanlıktır. Erkek kardeşine, babasına ihanet eden annesini öldürtmüştür. (3) **

Hemşire Alma, Elizabeth hakkında psikiyatriste , "Önce yumuşak ve çocuksu bir yüzü olduğunu düşünüyorsunuz, ama gözlerine baktığınızda sert bakışları var" der.

1960'lar yalnızca politik ve sosyal anlamda değil sanat açısından da devinim yıllarıdır. Film, kendisinin yapay bir şey olduğunu bütün açıklığıyla gözümüze sokarak başlar, filmin bütünlüğünden uzaklaştırıcı teknikler kullanılır; film bobininin yanması, projektör ışığının dayanılmaz parlaklığı, irite edici sesler.

Kameranın set ışıklarına çevrilmesi, doğumun o çok ışıklı kör edici travmasını çağrıştırır. Işık gözümüze patlar. Sesler anne rahmindeki korunaklı halde duyduklarımızdan çok daha tizdir. Dünyaya, gerçekliğe çıkış, izleyen gözlere açık, savunmasız benlik. Giriş sahnesinde, siyah fonda belirsiz iki şekil görürüz. Bunun filmin sonunda  projektörlerde kullanılan karbon ark lambası olduğunu farkederiz.  Döner makaralar ardından 10'dan 1' e film numaraları.  Makro açıdan bir örümcek, koyunun kesilişi, iç organları, çarmıha geriliş, kadrajı kaplayan duvar, ağaçlar, sivri demir parmaklıklar, kirlenmiş kar yığını, morgda yatan dişsiz bir ağız, çalan zil, uyanan çocuk, kafasını örttükçe çarşafına sığamayan çocuk, çocuk kameranın objektifine dokundukça iki kadının yüzlerinin hayal meyal belirerek birbirine geçişimi. Bu açılış, rasgele seçilmiş görüntülerden bir hikaye çıkacağı hissini verir.



Filmdeki gizem,  Elizabeth' in susmaya neyin ittiğidir. Alma ise durumunu anlamaya çalışmaktansa O'nu yeniden konuşturmaya çalışır.  Esrarın çözümü, Psikiyatrist  açısından O'nun diğer insanlara göründüğü değil  gerçekte olduğu kişi olmak yani persona' sını yüzünden çıkartmak için dilden uzaklaştığı yönündedir. Burada Lacan' ın "Dil erkektir" vurgusu da akla gelir. Elizabeth o tanımsız özgürlük alanını mı aramaktadır?

"Dil erkeklerin kurduğu, çatısını çattığı bir şey ise eğer , dili kullanarak yapılan her niteleme, her belirleme, "erkekler için ve erkekler tarafından" olacaktır. Bu durumda kadına dil içinde belirlilik atfetmek, onu bütünüyle erkek egemen sembolik sisteme tabi kılmaktır. Lacan, kadını bu belirlilikten, ya da daha doğrusu, "belirlenmişlikten" kurtarmaya çalışıyordu aslında. Kadın bütünüyle belirlendiği anda erkekler için bir kendilik olacaktır. Bu belirlenmeden kaçma olasılığı ise, kadınlar için özgürlük alanı açar. Bu alan tanımsızdır gerçi, ama zaten özgürlük biraz da tanımsızlıkta değil midir?"  (4)

Elizabeth' in konuşmayı reddedişi psikolojik bir sorun olmaktan çok felsefidir. Elizabeth modern hayattan uzakta, basit yaşamda ve doğada mutludur. Filmin başında televizyonda izlediği, Budist rahiplerin Vietnam Savaşı protestosunda kendilerini yakmaları karşısında sözsüz dehşet sesleri çıkarır. Alevlenmiş beden yanarak yere düşmektedir. Görüntülerden uzaklaşıp kendini odanın köşesine saklar, yüzünü duvara döner. Filmin ikinci yarısında Elizabeth İkinci Dünya savaşından bir fotoğrafa dikkatlice bakar. Küçük bir çocuğa namlular çevrilmiştir. Yönetmen bize bu sahnelerde, Elizabeth' in suskunluğa itenin gerçek hayatın dehşetinden kaçma isteği olduğunu imler. Modern hayatın şerrinden, sözcüklerden uzaklaşarak kurtulur. " Burada, Lacan' ın "Ölülerin neden geriye döndüğü" rahatsız edici sorusuna verdiği cevabı buluruz: "Gömülmedikleri için".

Elizabeth' in susması , mistiklerin susması gibi bir susmak, sessizliği seçmek gibi bir tavır da olabilir. Hemşire Alma, filmin başında bunun ruhsal bir seçim olabileceği söylemiştir.

Bergman ise, sözcüklerle ilgili şunları söyler:
"Hem kendi söylediğimden hem de başkalarının bana söylediğinden hep kuşku duydum. Her zaman eksik kalmış bir şeyi duydum.  "
 "Sözcükleri, konuşmalara, hareketlere çeviriyor, ete kemiğe büründürüyorum. Seyirciyle, başka insanlarla iletişim kurmaya, çok ciddi bir gereksinim var. Benim için sözcükler tatmin edici değildir." (2)
*antikçağ tiyatro oyuncularının, oynadıkları rolü belirtmek için taktıkları maske.



Persona
Persona isimli o maskenin ardındaki gerçek kişiliğinin ortaya çıkması için susmak bir çeşit meditasyondur. Susmak oynamamaktır. 

"Persona Jung'un analitik psikolojisinde, 'toplumsal maske' olarak adlandırılır. Persona, bireysel bilinç ve toplum arasındaki karmaşık bir ilişkiler sistemidir, bir maske gibi oturur, diğer yandan da başkalarına kesin bir izlenim verir, bireyin gerçek doğasını gizler. (5) 

Susması ve dilin bağlayıcılığından kurtulması ile Elizabeth' o güne dek bastırdıklarını aramaktadır. Kabul edilemez ya da aşağı görülen eğilimler geri plana itilir ve Jung ' a göre bireysel bilinçdışında unutulur ancak kaybolmazlar ve bir gün aniden karşımıza çıkabilirler. Belki de Elizabeth, o güne dek hep bir tiyatro oyuncusunun olması gerektiği gibi davrandı. Seyircilerin önüne çıktı ve personasının üzerine başka bir persona daha taktı. Filmdeki itirafdan Elizabeth' in aslında hiç aklında yokken, içgüdüsel bir isteği yokken, tiyatro çevresinden birinin, bir kadın ve oyuncu olarak kusursuzluğunu övüp ardından tek eksiğinin çocuk olduğunu belirtmesiyle çocuk doğurmaya karar verdiğini anlıyoruz. Elizabeth imkansız bir çabada, kusursuzluğun, tamlığın görüntüsü peşindedir. Bu manasız bir çabadır, birşey hep eksik kalacaktır.

Elizabeth' in filmdeki ifadeklerinden, tepkilerinden okunan narsizmi ve bir anlamda hep arzulanan, beğenilen, izlenen kadın olması, personasının emrettiği biçimde eksik olan tek şeyi de tamamlaması yani burada çocuk doğurması ondaki yarılmayı azaltmamıştır. Kendine yönelik cathexlerini çocuğa yönlendirmesi imkansız olduğu için sürekli bir suçluluk duygusu yaşar. Alma; filmde iki kere tekrarlanan ve dejavu hissi yaratan uzun monologda ona "Çocuğun ölmesini istedin, çocukla her karşılaşman, zalimce ve sakarca" der.

Alma' nın Gölgesi

Jung 'un başlıca arketiplerinden biri olan gölge "içimizdeki , engellediğimiz herşeyi yapmak isteyen, olamadığımız herşey olan Dr. Jekyll' ımıza karşın Mr. Hyde' ı temsil eden aşağılık varlıktır. Bir duygunun etkisine kapıldığımızda ya da bir öfke nöbetinde "kendimde değildim" ya da "gerçekten bana ne oldu bilmiyorum" diyerek kendimizi bağışlanır göstermeye çalışırken bu yabancı kişilikle uzaklardan tanışmaktayızdır. Gerçek "bize olan" gölgemizin ilkel, denetimsiz, hayvansal yanımızın ortaya çıkmasıdır"
"Gölge, bireysel bilinçdışıdır. Toplumsal standartlara ve bizim ideal kişiliğimize uymayan tüm vahşi istekler ve duygulardır"
"Olduğumuzdan daha iyi ve yüce insanlar olarak yaşamaya çalışmak bizi aşırı derecede ikiyüzlülüğe ve sahtekarlığa götürür. Ayrıca üzerimize öylesine bir gerilim yükler ki, çok daha köyü durumlara düşer ve çöküntüye uğrarız fakat bir şeyle yüzyüze gelinip öğrenildiğinde en azından onu değiştirme olanağının bulunduğu gerçeği rahatlatıcıdır" (6)

Başlangıçta Hemşire Alma terapist rolünü oynayacak gibi gorunurken, Elizabeth' in suskunluğu ve koşulsuz şefkatli tavırları Alma' yı anlatmaya iter. Roller değişmiştir.
Saf ve sadık görünümlü Hemşire Alma, plajdaki genç oğlanlarla orji esnasında ya da evli bir adamla beş yol boyunca aşk yaşarken gölgesinin etkisindedir. Daha sonra bu olayı Elizabeth' e anlatarak gölgeyle yüzleşir. Elizabeth'in hoşgörülü anaç tavrı iyileştirici olabilecektir ta ki mektup açılıncaya, Alma, O'nun aynasında basit, çocuksu bir insan olduğunu görene kadar.,  Elizabeth ise aslında doğurduğu çocuğu istemeyen narsizmiyle yüzleşmekte zorlanır. Filmin sonunda iç rahatlatıcı olan tek şey bu yüzleşmelerin kanlı da olsa bir miktar yaşanmış olmasıdır. Rahatsız eden ve sürekliliği sağlanan düşünce ise , filmin  başında psikiyatristin söylediği gibi "Varolmak denen o umutsuz düş" , "Olur gibi görünmek değil gerçekten varolmak", "aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki yarılma"  dır.

Gösteren ve gösterilen ilişkisi kameranın film esnasında ara ara ortaya çıkmasıyla vurgulanır. Kamera , gösterendir, egemenliğini ortaya koyar ve "fallus" u simgeler.

Filmde kimlik  teması da işlenir. Elizabeth sofistike bir tiyatro oyuncusudur. Alma ise iki yıllık hemşire okulundan mezun evlilik, aile kurmak gibi görece basit hedef ve hayalleri olan biridir. İkisi ak ve kara kadar zıttır. Alma konuşur, güler, ağlar, kızar; Elisabeth yalnızca susarak ve tebessümle izler onu. Elektra' nın Hamlet' i öncüleyen hikayesi aklımıza gelebilir burada. Aynı kararsızlık, eylemsizlik Elizabeth' de de vardır.
Ancak film ilerledikçe iki oyuncunun kişilikleri üstüste binmeye ya da birleşmeye başlar. Alma ve Elizabeth' in yüzlerinin geçiştiği ilk sahneyi hatırlarız. Diyaloglar ve görüntüler spirütüel ya da erotik bir iç içe geçmeyi, bütünleşmeyi gösterir. Elizabeth ışıklar içinden gelir ve Alma ayağa kalkar, sarılıp biz seyirciye bakarlar. Sanki bir kişi olmuşlardır. Daha sonra ikisinin yüzlerinin yarısı birleşir ve tek bir yüz olur. Alma filmin başında "Kendimi sana dönüştürebilirim" demiş olmasına rağmen asla tek bir ruh olamazlar. Belki,  birbirlerinin "alter-ego" su olduklarını söyleyebiliriz. Elizabeth' in konuşmaya direnmesiyle Alma'  nın hayal kırıklığı artar. Elizabeth' in Alma' ya annesiymişçesine sevgi ve şefkat dolu yaklaşımı ve bunun ardından da yazdığı  mektupta onu çocukça bularak küçümsemesindeki iki yüzlülük Alma' yı yaralar. Elizabeth' in suskunluğunun altında yatan nedenlerden birinin de narsizmi olduğunu anlarız. Elizabeth bir bakıma, almaktadır ama vermemektedir.

 Alma kendi benliğiyle ilgili hakikati hayranlık duyduğu, bütünleşme arzusunda olduğu Elizabeth' den duyunca yıkılır. Arabasını bir gölün kıyısına çeker ve gölde kendi aksine Jung'un sözlerini doğrularcasına acıyla bakar.

" Kim suya bakarsa, önce kendi yüzünü görecektir. Kendine giden her kimse kendisiyle yüzleşmeyi göze alacaktır. Ayna , pohpohlamaz, samimiyetle ona bakanı gösterir; yani dünyaya asla göstermediğimiz çünkü persona'yla kapladığımız yüzümüzü, bir aktörün maskesini. Ancak ayna, maskenin ardına geçer ve gerçek yüzümüzü gösterir.   (7)

Bu noktadan sonra ilişkileri bir gerilim filmine dönüşür. Alma kırdığı bardağın cam parçalarının Elizabeth' in ayağına batmasına sebep olur. Birbirlerine vururlar. Film yanar.

Bir rüyada Elizabeth' in kocasının kendisine Elizabeth gibi sarıldığını konuştuğunu görür ya da bunu hayalinde canlandırır. Daha sonra 4 dakikalık bir monologla Elizabeth' in bir çocuk sahibi olmaktan duyduğu dehşeti onu istememkten duyduğu vicdan azabını  anlatır, bu başkaldırıdan sonra "senin gibi değilim" "asla senin gibi olmayacağım" diyerek bağımsız varoluşunu ortaya koyar. "Kalın dudaklar" ipucundan Elizabeth' in oğlunun filmin başındaki örtüsünü başından çekse ayağı açık kalan bir türlü huzurlu olamayan çocuk olduğunu anlarız. Çocuk çirkin olarak nitelenir, belki Elizabeth' in güzelliğinin çirkin yüzünün, bir erkeğe  aktarılmış halidir.

Yabancılaştırma etkileri film boyunca sürer: Karakterlerin doğrudan izleyiciye bakarak konuşması, bir monoloğun iki farklı kamera açısından tekrarlanması, filmin sıkışması, yanması,  netlenmemiş görüntüler, sanki gerçeklikle bölünen bir rüyanın içinde olduğumuz hissi verir. Film boyunca kamera ektrem yakınlaşmalarla duyguları ustalıkla ele verir.




Rollerimize Dönelim

Film Elizabeth' in kaçtığı ışıklı hayatına geri dönmesi ve Alma' nın evi bulduğu gibi bırakacak biçimde toplayarak hemşire kıyafetlerini giymesiyle sonlanır. "Persona" dan kaçış uygar dünyada mümkün değildir. Burada sınıfsal ayrımın da gerçek ve kalıcı  bir yakınlaşmaya izin vermediğini görürüz. Sanki sayfiye evindeki hikaye hiç yaşanmamıştır. Hakikati aramak, personayı aralamaya bile çalışmak boşunadır.
Zizek Hitchcock filmlerinden söz ederken " Biz zaten bir şeymişiz gibi yaparak gerçekten o şey oluruz. Bu hareketin diyalektiğini anlamak için , can alıcı bir olguyu, bu dışarı nın hiç bir zaman  insanlar arasında taktığımız bir "maske" değil, simgesel düzenin kendisi olduğunu hesaba katmamız gerekir. "Bir şeymiş gibi yaparak ", sanki bir şeymişiz gibi davranarak " özneler arası simgesel ağda belli bir yer ediniriz ve gerçek konumumuzu da bu dışsal yer tanımlar. Eğer derinlerimizde bir yerlerde "aslında öyle olmadığımızı " düşünür, "oynadığımız toplumsal role " karşı içeriden bir mesafe koyarsak, kendimizi iki kere aldatmış oluruz. Nihai aldanma, toplumsal görünüşün aldatıcı olduğu düşüncesidir, çünkü toplumsal-simgesel gerçeklikte şeyler son tahlilde tam da neymiş gibi yapıyorlarsa odurlar." (8) der.Film, bunu doğrular, toplumsal maskemizden kurtulamayız, "Persona" bir maske değil, derimizdir; simgesel düzende bütümselliğimizin ön koşuludur.

Evin verandasında daha önce de gördüğümüz tahta yontunun, çatlamış yüzünü yeniden görürüz.  Bu yontunun ne anlam ifade ettiği sorulduğunda Bergman, "Yontu bir geminin burnuna konmuş bir yontu. Yaşadığı adada evinin dışında. Seviyorum onu. Benim için kişisel kimi şeyler anlatıyor." der.

Filmdeki bölünmeler "bu bir film" hatırlatmasını yaparken bir yandan da rüya olduğunu bildiğimiz bir rüyadan bir türlü çıkamama anını çağrıştırır.

Bergman bu filmin de de  duyguları açığa vurduklarına inandığı el ve yüz ayrıntıları üzerinde durur, her bir yüz kası oynaması anlamlıdır. Otobiyografisinde, filmlerinde her zaman annesinin yüzünü canlandırmaya çalıştığını ileri sürmüş olması da mânidâr.

Bergman sinemasının psikanalitik açılımını anlayabilmek için diğer filmlerde izlenmelidir, Zizek' in söylediği gibi "serial ele alınmayan hiçbirşey serious değildir..."

 

** Bu adı taşıyan en ünlü kişi, Agamemnonla Klytaimestra' nın kızı Elektra' dır. Homeros destanlarında adı geçmeyen Elektra, trajedyanın en ünlü, en çok sözü edilen kahramanıdır. Aiskhylos' un "Agamemnon" üçlüsünde, Sophokles' in "Elektra" Euripides' in hem "Elektra" hem de "Orestes" trajedyalarında rol alır. Antigone gibi insanlarüstü bazı yasaları korumayı, bazı ilkeler adına kendi kendine eyleme geçmeyi göze alan yiğit bir kızdır. Ne var ki, eli kana bulandığı, anasını öldürmek gibi korkunç ve doğa dışı bir suça karıştığı içindir ki Elektra, adının tersine karanlık ve karmaşık bir kişilikle canlanır gözümüzün önünde. Hamlet sorununu ilkçağ tragedyasında dile getiren kişidir. Öyküsü kısaca şöyledir: elektra agamemnon ile klytaimestra'nin kizidir. Agamemnon Troya savasina ciktigi zaman, Elis'te ruzgarlarin esmesini saglamak icin kizlarından birini kurban etmek zorunda kalir. bunu affedemeyen klytaimestra, atreus ogullarinin bas dusmani aigisthos'la kocasi agamemnon'u aldatir. yillar gecip agamemnon donunce iki asik onu alcakca bicaklarlar. yine yillar gece. bu kez elektra delikanlilik cagina gelen kardesi orestes'i babalarinin ocunu almak uzere yetistirir. kardesinin once aigisthos'u, sonra da annesi klytaimestra'yi oldurmesine yardim eder.Ana katili olduktan sonra Orestes' in peşine Erinys' ler takılır. Elektra'nın rolüyse burada biter. Herhangi bir pişmanlık duyduğu tragedyada söz konusu değildir. Elektra kan davasının en belirgin simgelerinden biridir. 

 

 

Bibliyografya

  1. Somay, Bülent, Pasaj, Sayı 4-5, Dosya -Psikanaliz ve Edebiyat Ağustos 2006-Kasım 2007, sayfa 15,
  2. Charles Thomas Samuels, Antonioni Truffaut Fellini Bergman Sinemasını anlatıyor, Düzlem Yayınları, I. Basım Mart 1992, sayfa, 117,118,121
  3. Erhat, Azra, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 14. Basım, Nisan 2006, sayfa 100
  4. Somay, Bülent , Bir Şeyler Eksik, Metis Yayınları, 1. Basım Mart 2007, sayfa 88/5.
  5. Jung, Carl Gustav "The Relations between the Ego and the Unconscious" (1928). In CW 7: Two Essays on Analytical Psychology. P.305
  6. Fordham, Frieda , Jung Psikolojisinin Ana Hatları, Say Yayınları, 6. Basım 2004, sayfa 62, 63, 64 
  7. Jung, Carl Gustav, "Archetypes of the Collective Unconscious" (1935). In CW Part I: The Archetypes and the Collective Unconscious.
  8. Zizek, Slavoj, Yamuk Bakmak, Popüler Kültürden Jacques Lacan' a Giriş; Metis Yayınları, 2. Basım Eylül 2005, sayfa 104,105

 

>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz