İ
 
SAYI 149 / HAZİRAN-TEMMUZ 2007

 

ACININ BELLEĞİ: ELİF ŞAFAK’IN BABA VE PİÇ ROMANINDAN HAREKETLE RESMİ TARİH ANLATILARINA BAKIŞ




Neşe Yaşın
neshe@spidernet.com.cy





"Bir varmış bir yokmuş
Tanrı’nın mahlukları tahıl kadar çokmuş
Fazla konuşmak günahmış”


Elif Şafak’ın Baba ve Piç romanı  yukardaki epigraf ile başlıyor ve ardından şöyle bir not geliyor: Bir Türk masalına mukaddime ve bir Ermeni masalına...

Fazla konuşmak günahmış sözünden ve Elif Şafak’ın Ermeni sorunu hakkında romandaki tipleri konuşturduğu iki kafe, Kafe Kundera ve sanal kafe Constantinopolis’ten  haraketle edebiyat ve toplumsal bellek, resmi ve gayri-resmi tarih anlatıları üzerine temellendireceğim yazımı.

Toplumsal bellek, hem edebiyata kaynak oluşturan birşey hem de edebiyatın kendisi toplumsal belleğin oluşumuna katkı koyuyor. Her ulus, ulus devletin oluşma sürecinde bir tarih anlatısına ihtiyaç duyuyor. Bu tarih anlatılarını incelediğimizde genelde bizim iyiler ve haklılar, ötekilerin ise kötüler ve zalimler olduğu üzerine temellendiklerini görürüz. Kendi tarih anlatımızı oluştururken seçici bir bellekle işimize yarayan unsurları ayıklıyor ve ancak kurduğumuz bağlam ve kapsamı destekleyecek ayrıntılara yöneliyoruz.

Her hatırlamanın bir unutmayı da içerdiğini söyleyebiliriz. Resmi tarih anlatıları nelerin unutulması, neleri hatırlanması gerektiğini belirlerler. Unutmamız gerekenler genelde bizim tarafımızdan ötekilere yapılan kötülük, tarihimizin karanlık noktalarıdır. Hatırladıklarımız ise ötekilerin bize yapmış olduğu kötülüklerdir.
Edebiyatçıların  bu tarih anlatıları karşısında iki farklı tutum aldıkları gözlenir. Özellikle uluslaşma sürecinde bazı edebiyatçılar bu tarih anlatısının kurulmasına katkı koymuş; kollektif belleğin oluşturulmasında rol oynamışlardır.

Bu belleğin oluşturulması, uluslaşma sürecinin gereklerine denk biçimde ulusun ihtiyaç duyduğu ayrıntıları içerecek, ulusu bir arada tutup kendine dair bir gurur, tarihsellik ve buna paralel bir gelecek projesini içerebilecektir. Sonuçta “tarihimiz” denen şeyin ulusun üzerinde mutabakat kurduğu  bazı seçilmiş gerçekler ve yalanlardan başka birşey olmadığını söylemek pek de yanlış olmaz.

Edebiyatçıların bu  resmi anlatılara yönelik bir farklı tutumu ise  tarih anlatısına kuşkuyla yaklaşıp derinlerde gizlenen gerçeğe bakmak , sözlü tarihe başvurup geçmişe dair anlatıyı “ulusal bir kaygı” taşımadan yeniden kurmak  biçiminde olabilir.

Resmi tarih anlatıları, azınlıklara dair bir bellek oluşumuna da katkı koyarlar.Azınlıklara ilişkin bellek  onları hedef alan ulusal politika tarafından şekillendirilir. Azınlıkların bir tehlike unsuru olarak algılanması, onların ulus devlet içinde asıl unsur olmamaları hatta ,ulusal devlete karşı bir anlamda kendi bağımsızlık projeleri ya da başka bir ulus devletle bağlantıları anlamında tehdit oluşturabilecekleri için olumsuz unsurlar içerebilecektir.

BELLEK DOLAYIMIYLA BABA VE PİÇ

Baba ve Piç, Ermenilerin belleği ve Türklerin belleği arasındaki bir karşılaştırmaya imkan sağlıyor. Burada, büyük olasılıkla hiçbir Türkle karşılaşmamış diyasporadaki Ermenilerin belleği ve Türkiyedeki Ermeniler arasındaki farkı da koyuyor. Türkiye’de Türklerle yaşayan bir Ermeni(Aram) ve keşf etmek için Türkiye’ye gelmiş (Armanuş) bir Ermeni’nin tutumu ile diyasporadaki Ermeni gençlerin dillendirildiği Kafe Constantinopolis   bu farkın ortaya konmasına olanak sağlıyor.  Şafak’ın bir röportajında da söylediği gibi: “Diyasporadaki Ermenilerle Türkiye’de doğan, burada yaşayan Ermeniler arasında  çok ciddi bir kültür farkı var. “Onlar hiç Türkle karşılaşmadığı için Türk dendiği zaman akla gelen şey kendisine aktarılan, ailesinden devraldığı hafıza. Ben 18-19 yaşında bir diyaspora Ermenisi ile tanıştığımda ne kadar yaşlı bir hafızası olduğunu görüp hayret ediyorum.”(1)

Diyaspora Ermenilerinin bu ihtiyar hafızasına karşılık Türklerin de hafızasızlığı söz konusu.
Bu hafızasızlık nereden geliyor? Biraz ona, Türkiyedeki Cumhuriyet tarihine, buradaki çoğulcu Osmanlı geleneğinin reddiyle kurulan Ulus devletin monoetnik tasavurruna değinebiliriz. Kurulan Cumhuriyetin Türk vurgusu “mübadele” politikası ile belirginleşmişti.

Osmanlı devletinin  kozmopolit bir özellik taşıyordu ama yeni kurulan Türk devleti buna bir itiraz üzerine şekillenecekti. Osmanlının çöküşü üzerine kurulan Cumhuriyet, çoklu kimliklere itiraz ediyor ve azınlıklara yönelik dışlama ve asimilasyon ile bunu yok etmeye çalışıyordu.

Yeni yönetim, kültürel homojenlik hedefini taşıyordu. Sosyo- kültürel, linguistik bir assimilasyon ile yeni devletin yurttaşlarını oluşturmaya çalışıyordu.

Yeni Türklerin önemli bir bölümü Türkçe konuşmuyordu.( Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Araplar) Kürt halkı ana dillerini unutan dağ Türkleri olarak tanımlanıyordu.

Kemalizm, yukardan empoze edilmiş bir ideolojiydi. Kendi kendine deklere ettiği misyonu halkın iyiliği için toplumu dönüştürmekti. Bu projede  ne etnik, dinsel farklılıklara ne de politik, sosyal farkılıklara yer yoktu. İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle belgisi başattı… Kemalizm bir anlamda kendi halkını sömürgeleştiren bir ideolojiydi. Halka yukardan bir proje dayatılıyordu. İslami geçmiş seküler ve rasyonel bir ulusla yer değiştirirken Osmanlının kozmopolitizminin yerini ise katı bir ulusal kimlik alıyordu. Bu yeni ulusa yeni bir geçmiş de icat edilmiş; ulusun kökenleri  Hititler ve Sümerlere dayandırılmıştı. Gerçek Türkiye aslında ulusun kendisini üstüne inşa etmeye çalıştığı “öteki”ydi. Cengiz Aktar buna “ontolojik ulus “ diyor. Gerçek bireylerden oluşmayan ama uygarlaştırılmış değerlerin bir tahayyülünden ibaret olan bir ulus. Devlet bu ideal ulusu içindeki tehditlere karşı korumakla yükümlüydü bir anlamada. Tehdit çoğaldığı zaman her on yılda bir devreye giren askeri darbeler bunu sağlıyordu.

Böylesi bir ulus kendisi için belirlenmiş bir belleği de taşımalıydı. Osmanlıya dair geçmiş unutulmalı, yeni Cumhuriyet’in batıya dönük yüzü öne çıkarılmalıydı.

BABA VE PİÇ’İN İKİLERİ

Baba ve Piç’te  Türk-Ermeni hikayesinin aktarıcısı olarak bu iki kafeyle birlikte  iki genç kız ve iki ev var. Ermeni ve Türk kızın mekanları olarak bir Ermeni ve bir Türk kafesi ve  Çakmakçıyan  ve Kazancı  ailelerinin evleri.

Elif Şafak, bir piç olarak romana da ismini veren Asya’yı bir anlamda Türkiye’nin Batılılaşma, ulus devletleşme sürecine uyan bir   mikrokosmosu olarak kullandığını söylüyor.(Milliyet Sanat 3/2006) Asya’nın babasızlığı ve buna paralel gelişen hafısazlığı ile Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile yüzünü geleceğe dönüp geçmişi silmeye çalışması arasında bağlantı kuruyor.

Kate Constantinopoliste Ermenilerle yürüttüğü tartışmada
“Yani diyelim ki babamın büyükbabası bir suç işledi. Bundan ben mi sorumluyum?” diye sorar  Türk adında bir kadın rumuzlu Asya. Anti Kavurma’dan ise şöyle bir yanıt gelir:

“Babanın büyükbabasının suçundan değil, ama o suçun inkar ve ihmal edilmesinden sen sorumlusun”
Asya burada duraklayacak ve kendi babasızlığını anımsayacaktır. Asya’nın yanıtı biraz da Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’yı babalığa kabul etmemesine ve geçmişe dair unutkanlığına da bir allegoridir.
“Hayatım boyunca geçmişsiz olmak istedim... Aklı başında bir alzheimer vakası olmayı düşledim. Piç olmak insanın babası olmamasından ziyade geçmişinin olmamasıdır... Şimdi de siz kalkmış benden geçmişime sahip çıkmamı ve hayali bir babanın büyükbabası adına sizlerden özür dilememi bekliyorsunuz!”
Hande Öğüt’e göre Baba ve Piç'in iki ana kahramanından Armanuş, anımsayıcı; Asya ise daraltıcı belleğin temsilcileridir. “Bir hatırlama seferi, bir hafıza fetişidir Armanuş'unki. Asya ise hatırlamamayı tercih eder. Babasının bile izini süremiyorsa nasıl atalarına bağlı hissedecektir kendini? O bir piçtir ve geçmişi, bir kapalı devre olarak niteler, geleceğe, şimdiye odaklı yaşar. (2)

Asuman Kafaoğlu Baba ve Piç’in anlatısında bir simetri bulduğundan söz ediyor:” İki başlı anlatı her zaman simetriyi beraberinde getirmez ama Baba ve Piç kusursuz bir simetri sunuyor bize. Amerika'da yaşayan Armanuş'un Ermeni ailesinin halalarla dolu, İstanbul'da eski bir köşkte oturan on dokuz yaşındaki Asya'nın ailesinin de teyzelerle dolu olması bir bakıma aynı soyağacının eksik kalmış dalları gibi birbirlerini tamamlıyorlar”. (3)

Bu simetri içinde iki farklı etnik grubun kişilerine tarihi tartıştırır Şafak. Romandaki iki mekan, biri sanal diğeri ise gerçek bir kafe; Kafe Constantinopolis ve Kafe Kundera bu tartışmanın ana mekanlarıdır. Bu iki kafeyle ilşkilendirilen  romanın iki ana karakteri Asya ve Armanuş ise sadece yaşları itibarıyle bile “hafızasızlığın” temsilcileridirler. Armanuş, gerçi ailesine dair hafızanın peşine düşmüş, bir hafıza seferine çıkmıştır; Istanbul’a geliş nedeni de budur ama Asya’nın hafızasızlığı kendi nihilizm manifestosu ve hayata gelişine neden olan büyük sırra karşı kayıtsızlığı ile de ilişkilidir; Asya, bir çeşit hafızasızlık temsilcisidir. Armanuş ise kendi deneyimine ait bir hafızaya değil ama büyükleri tarafından empoze edilmiş bir hafızaya sahiptir.

İKİ KAFE
Cafe Constantinopolis

Romanda Ermeni meselesinin tartışıldığı mekanlardan biri olan Cafe Constantinopolis birkaç Yunanlı Amerikalı, Seferad Amerikalı ve Ermeni-Amerikalı tarafından kurulmuş bir chat odası, kahvesiz bir siberkafedir. Yedi daimi üyesi vardır. Bunların beşi Ermeni, ikisi Yunanlıdır. Katılımcıların hepsi New York’ludur ama esas temel noktaları bir zamanlar Istanbul’da yaşamış gayri Müslim ailelerin torunları olmalarıdır. Kafe katılımcıları kendilerini tanımlayan rumuzlar taşımaktadırlar: Madam Sürgün Ruhum, Anti Kavurma, Leydi Tavuskuşu Siramark, Baron Baghdassarian , Bedbah Ev Kadını ve Stoacı Alex.

Chat odasının üyeleri kendilerini ortak bir kimlik içinde algılarlar. Lady Tavuskuşu/Siramark tarafından gönderilmiş “Yeterince Ermeni misiniz?” testi bu ortaklığın kendi deneyimlerinde bulabilecekleri ögelerle doludur. Bu sitenin “öteki”si tarihsel trajedilerinin sorumlusu olarak gördükleri Türkler’dir.

Armanuş gruba kendisiyile ilgili bazı sırları, örneğin üvey babasının bir Türk olduğunu açıkladığı zaman bir suskunluk yaşanır. Armanuş’un Istanbul’a gitme planı ise önce kaygıyla karşılanır ama sonra kabul görür. İki kafenin arasındaki bağ ise bu yolculukla oluşur.

Cafe Constantinopolis’teki sanal bellek ve tarih tartışmaları Ermeni toplumsal belleğinin ve anımsamanın sembolleşmiş hali gibidir “.....edimsiz ve bilinçsiz bir eylemdir bu hâliyle anımsama. Kendini öncelikle geçmişe yerleştirir; şeyleri, nesneleri oldukları yer itibariyle algılar. Geçmişi de keza kendi içinde ya da şimdide değil, 'kendi içinde olduğu yerde' algılar. Köklerini aramak için geldiği İstanbul'da konuştuğu insanlar, kendileriyle geçmişte bu suçları işleyenler arasında bir bağ görmediklerinden 1915 tehcirini üstlenmezler. Armanuş bunun 'zaman algısında farklılık' olduğuna kanaat getirir sonunda.” (4) Şafak, iki tarafın zaman algısını Armanuş’un dilinden şöyle aktarır:
"Ermeniler için zaman bir çemberdi; geçmişin şimdide yeniden doğduğu, şimdinin geleceği doğurduğu bir döngüydü. Halbuki Türkler için zaman pek çok yerinden bölünmüş, kesik kesik bir çizgi gibiydi; geçmiş belirli bir noktada sona eriyor, şimdi sıfırdan başlayıveriyordu."

 

Kafe Kundera
Türklerin bulunduğu Kafe Kundera, İstanbul’da tipik bir Beyoğlu kafesidir. Vanilya adlı beşinci bölümü Kafe Kundera’nın neden bu ismi aldığına dair bir anlatıyla başlar ve bu konudaki çeşiti rivayelere değinilir. Kafe Kundera dünyanın çeşitli yerlerinden yol resimlerini gösteren çerçevelerle dekore edilmiştir. Yol bir “öte diyar” arzusunu anlatmaktadır.s.88  Burada Şafak sanki Cumhuriyet’in geçmişi bırakıp geleceğe doğru gitme istencini anlatmaktadır.

Gerçek bir kafe olmasına rağmen sanal kafe Constantinopolis gibi bir kurguya dairdir Kafe Kundera da.
“Zaten ne hayatı ne kendilerini hakiki bulurdu Kafe Kundera’nın müşterileri”
“Her şey bir yanılsama olabilirdi” s.89

Gerçek bir kafe olmasına rağmen kafe Kundera’nın karakterlerine yazarın taktığı tanımlayıcı adlar vardır. Karakterler, rumuz isimlere benzer tanımlayıcı isimler taşımakta ve gerçek adlarıyla anılmamaktadırlar: Alkolik karikatürist, Aşırı Milliyetçi filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi, Gizli Gay Köşe Yazar, Karikatüristin Hayatla Kavgalı Karısı.

Kafe, Türkiye’ye, Türkiye’nin kimlik problemine dair çeşitli meselelerin tartışıldığı bir sahne gibidir.”Cafe Kundera bohem bir ada gibidir ve romanın bütünlüğü içinde bir yere oturtmak bir hayli zor. Kendi içinde adabı olan, sonuçsuz sohbetlerin yapıldığı bu grup. Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi ve her daim değişen sevgilileri, Alkolik Karikatürist ve onun hayatla kavgalı karısı, Gizli Gay Köşe Yazarı ve Asya dan müteşekkildir. Cafe Kundera Türk entelektüel hayatını resmediyor. Ama bu ümit veren bir portre değil.” (5)

 

KAFELER ARASI İLETİŞİM
İki kafe arasındaki iletişim  romanın diğer ikilisinin  Asya’nın sanal kafe Constantinopolis’ta chat’a katılımı ve Armanuş’un Asya tarafından Café Kundera’ya götürülmesi ile gerçekleşir.

Bu buluşmalar sanıldığı gibi bir çatışmaya yol açmazlar. Daha çok ötekinin bakış açısını keşf etmenin yolunu açarlar. Aşağıdaki diyalog bunu bir anlamda özetlemektedir.

"Ermenilerin arzusu kaybımızın ve çektiğimiz derin acının tanınmasıdır. Hakiki insani ilişkilerin gelişebilmesi için en temel gereklilik bu. Türklere şunu diyoruz: Bakın biz yas tutuyoruz, neredeyse bir asırdır yas tutuyoruz, çünkü sevdiklerimizi kaybettik, evlerimizden çıkarıldık, toprağımızdan kovulduk, eşyalarımızdan olduk, hayvan muamelesi gördük, koyun gibi kesildik. Doğru düzgün haysiyetli bir ölüm bile esirgendi bizden. Dedelerimize ninelerimize çektirdiğiniz acı bile onu takip eden sistematik inkârdan daha çok yaralamadı bizleri... Söylesene, bunları dillendirirsen Türkler sana nasıl tepki verir? Olumsuz! Türklerle arkadaş olmanın tek bir yolu var: onlar kadar bilgisiz ve unutkan olmak. Velhasıl, onlar geçmişin hatırlanmasında bize katılmadıklarına göre, bizim geçmişin göz ardı edilmesinde onlara katılmamız bekleniyor."

Ve Asyanın yanıtı:
"Ailen için çok üzüldüm, taziyelerimi kabul et. Ama o zamanlar savaş zamanıydı. İki taraftan da insanlar öldü. Ermeni isyancıların ne kadar Türk öldürdüğünü biliyor musun? Hikâyenin öteki tarafını düşündün mü hiç? Eminim düşünmemişsindir! Acı çeken Türk ailelerine ne diyeceksin?"

SONUÇ

Bir roman içerisinde güncel bir meseleye, Türk Ermeni ilişkilerine dair bir tartışma oluşturmaya çalışan Şafak, bu yakıcı sorunu yalnızca gündeme getirmiş olmakla dahi başını belaya sokmayı başarıyor ve mahkemede yargılanıyor.

Murat Belge, romanın Ermeni sorununa yaklaşımını şöyle değerlendiriyor:
“En başta, Ermeni kıyımının merkezi konu almasıyla, bu roman gerçek tarihle özel bir ilişki
kurmuş oluyor. O ilişki çerçevesinde, postmodern romanın simgesellikleri, paralellikleri ve
bunlarla ortaya çıkan rastlantısallık , amaca uygun mu, değil mi, karar vermek zor.

Ama bu konuları bir yana -bir süreliğine- bıraktıktan sonra, dikkat edecek, üzerinde duracak  ve kafa yoracak pek çok şey var gene karşımızda. Kuşaktan kuşağa yaşanan farklılaşmaların,
Ermeni ve  Türk halkları arasındaki benzerliği ve farklılığı bunlardan biri ve Elif Şafak tarafından çok iyi incelenmişler. (6)

Roman, ikili bir yapı içerisinde gelişirken birbiriyle çatışan anlatılardan çok ortak bir geçmişe dair anımsama üzerinde yoğunlaşıyor. Ermenilerin kuşaktan kuşağa aktarılan hafızası oluşturulan “mazlum” kimliğini sabitleştirip bunun üzerinden bir varoluşun da temellerini atıyor. Bu toplumsal hafıza bireylerin kendi deneyimlerinden ya da deneyimsizliklerinden bağımsız biçimde kimlikle birlikte taşımaları gereken bir yüke dönüşüyor.

Türklerin hafızasızlığı ise geçmişe dair meseleler bir suçlama halinde dile getirildiğinde önce şaşkınlık sonra da refleksiv bir savunmaya yol açıyor. Bu savunmada başvurulacak kaynak ise konunun tabu olmasından ötürü resmi tarih anlatısından başkası olamıyor. Bu anlatının taraflılığı ve yetersizliği ise savunmayı zayıflatıyor. Türkler, kendi özel belleklerine ve diğer ip uçlarına baktıklarında hikayenin başka türlü olduğunu biliyorlar.

Romanda Mustafa’nın kız kardeşinin çocuğunun babası olmasını görmesiyle gelen intiharı bana bunun bir çeşit politik allegori olduğunu düşündürdü. Mustafa da geçmişinde büyük bir sır taşıyor ve bununla yüzleşmemek için ülkesine dönmüyordu. Ülkesine döndüğü zaman ise yaptığının sonuçlarının sandığından da daha vahim olduğunu gördü. Ve bu sırrı keşf eden kızkardeşinin de yardımıyla ölümü seçti.

Başka bir açıdan bakıldığın bir halktan kendilerinin nazilere benzediklerini ve geçmişlerinde büyük bir utanç taşıdıklarını kabul etmeleri isteniyor. Dünyadaki “soykırım yasa tasarıları” biraz da bu söylemi taşıyorlar. Bu durumda Türk halkı tıpkı Asya gibi “piç”liği tercih edecektir. Bir çeşit hafızasızlık durumunu taşıyan bu piçlik geçmişe ait bir sır ile yüzleşmemenin de yoludur.

Elif Şafak, romandaki diğer hikaye dolayımıyla aslında karanlık bir geçmişi taşımanın ne kadar zor olduğunu söylüyor bize. Asya, Türkiye’nin bir mikrokozmosu ise onun hafızasızlığı biraz da geçmişe dair bir dehşetli sırdan kaçma yoludur. Asya romanın sonunda babasının dayısı olduğunu öğrenir ve bununla yüzleşir. Gerçek ne kadar acıtıcı ve irkiltici olursa olsun yine de onun bilgisine sahip olmak ve onunla yüzleşmek önemlidir.

 Asuman Kafaoğlu-Büke, “Baba ve Piç”, Cumhuriyet Kitap, 23 Mart 2006
Belge, Murat-Nasıl bir ahlaka çağrı? Radikal gazetesi.
Hande Öğüt, “Hafızanın kapılarını kırmak”, Radikal kitap Eki, 10 Mart 2006


(1) “Hafızayı kuşaktan kuşağa aktaran kadınlardır” Elif Şafak’la röportaj. Milliyet Sanat,Mart2006

(2) Hande Öğüt, “Hafızanın kapılarını kırmak”, Radikal kitap Eki, 10 Mart 2006

(3)  Asuman Kafaoğlu-Büke, “Baba ve Piç”, Cumhuriyet Kitap, 23 Mart 2006

(4) Hande Öğüt, “Hafızanın kapılarını kırmak”, Radikal kitap Eki, 10 Mart 2006

(5) Muhsin Öztürk, Aksiyon, Sayı: 588, 13.03.2006

(6) Murat Belge, Nasıl bir ahlaka çağrı?,Radikal gazetesi

 

 

 

 


>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz