SAYI 137 / NİSAN 2007

 

DİN FELSEFESİ YAZILARI 5: TELEOLOJİK KANITLAMALARA GETİRİLEN FELSEFİ VE BİLİMSEL ELEŞTİRİLER



Ali Rıza Arıcan
rizaarican@gmail.com




 

Teleolojik kanıtlara getirilen eleştiriler bir kaç ana noktada özetlenebilir. Bunlardan birincisi İskoçyalı filozof Hume tarafından ortaya atılan, sadece din felsefesinde değil, aynı zamanda bilim felsefesinde ve etikte de etkili olan tümevarım yönteminin eksik yanlarıdır. Hume’a göre tümevarımsal bir çıkarım her zaman için yanlışlık payı taşır. Çünkü nedensellik dediğimiz ve üzerine bilimi inşa ettiğimiz yasa –varsayım- tam anlamıyla bir yasa değildir. Kant’ın Newton’un bilimsel bulgularının da etkisiyle ‘sentetik’ ve ‘a priorik’ diyerek özel bir konuma yerleştirdiği nedensellik ilkesi Hume için “psikolojik bir alışkanlık” olmaktan öteye gidemez. Her şimşek çaktığında, aradan pek bir süre geçmeden göğün gürlediğini duyan insan psikolojik olarak bu iki olay arasında nedensel bir bağ kurar. Oysa, kurulan bu bağın mantıksal bir dayanağı yoktur. Tamamıyla deneyden çıkarılan, biraradalığın akla getirttiği bir çözümdür bu bağ. Gök gürültüsünün gerçekten de çakan şimşeğin bir sonucu olması da Hume’un eleştirisini haksız çıkarmaz. Biri diğerinin nedeni olabilir ama sadece bir arada ya da aynı sırayla meydana geliyorlar diye bu sonuç çıkarılamaz. Hume, daha önce hep birlikte oldular diye bundan sonra da hep birlikte olacaklar diye bir kuralın olmadığını söyler. Bu noktadan hareketle Hume hem evrende var olduğu söylenilen –kabul edilen- düzen kavramının altını oyar hem de bilimsel denilen tümevarımsal yöntemi içinden çıkılmaz bir sorunun içine sürükler. Çünkü, eğer Hume’un dediği gibi evrende bir düzen yok da tüm düzen bizim zihnimizde ise, bu durumda bir önceki sayıda bahsettiğim tüm teleolojik Tanrı kanıtlamaları geçersiz sayılmalıdır. Ortada bir düzen yoksa ve var olduğunu düşündüğümüz bu dizge bizim beklentilerimizin bir ürünü ise, herşeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığına da pek ihtiyaç kalmayacaktır.

Aslına bakılırsa nedensellik ilkesine ilk savaş açan düşünür Hume değildir. Ondan yüzyıllar önce Gazali de ateşe yaklaştırılan pamuğun alev almasının nedeni olarak ateşe yaklaştırılmasının gösterilemeyeceğini söyler. Gazali nedensellik sorununu Allah’ın sonsuz ilmine vererek çözer. Pamuk ancak Allah dilerse alev alır. Aksi takdirde ateşe yaklaştırılması alev almasına neden olmayabilir.


(Creation of Adam, Ademin Yaradılışı)

Evrendeki kurulu bir düzenin olmaması ya da var olduğunu düşündüğümüz sistemin zihinsel bir ürün olması tam olarak ne demektir? İnsan, doğası gereği zayıftır. Olası felaketlerin insanın başına getireceği belalar  şakaya gelmeyecek kadar önemlidir. Bu yüzden insan gelecek seneyi, gelecek ayı, gelecek haftayı hatta gelecek günü bilmek, öngörmek ister. Bunun için en büyük araç ise geçmişdeki olayları keskin bir gözlemle kaydetmek ve gelecekte de aynı şeylerin tekrar edeceğini ummaktır. Öyle ki günümüzden yirmibin yıl önce yaşamış Kro Magnon insanından kalan fosiller, o insanların bile ayın gökyüzünde geçirdiği dönüşümleri bir kemiğin üzerine çizdiklerini göstermiştir. Ancak bir düzenin var olduğu varsayımı üzerinde uygarlık denilen tekerlek dönebilir. Aksi takdirde, keyfi hareket eden şeylerin neden olacağı kaostan kimse bir yarar kazanamaz. Sonuçta, yarın sabah güneşin doğacağından emin bir biçimde yatarız akşamları. Düşünmeyiz bir gün sonra güneşin gerçekten de doğup doğmayacağını! Bundan önce milyonlarca defa doğmuş olan güneş, yarın da doğacaktır. Bu beklentinin sağladığı huzur ortamında yaşam anlamını bulur, planlar yapılır ve toplumlar işler hale gelir. Oysa, Hume’un bakış açısından bakınca tüm bu beklentilerin bilimsel bir dayanağı yoktur. Düzen insanlığa zarardan çok fayda getirmiş olan bir tatlı yalandan başka bir şey değildir.

Hume’a göre teleolojik kanıtların en büyük hatası olaya tersten bakmalarıdır. “Ozon tabakası olmasaydı canlılar olmayacaktı, o halde ozon tabakasını oraya koyan güç ile canlıları yeryüzüne koyan güç aynı güçtür. Ozon tabakası canlılar yaşasın diye yaratılmıştır...” Hume burada gözden kaçan şeyi  Epikürcü bir evren anlayışını resmederek izah eder: Evren –ya da henüz keşfedemediğimiz diğer tüm evrenler – sonlu sayıda parçacıktan oluşur. Bu parçacıkların kaotik bir biçimde hareket ettiklerini düşünürsek, karşımıza yine sonlu –ama çok büyük- sayıda kombinasyonlar çıkar. Bu kombinasyonlardan herhangi birisi tutarlı bir sistem meydana getirirse o sistem kendisini devam ettirecektir ve ‘düzenli’ olarak algılanacaktır. Kısacası, Hume, olası her evrenin aslında tutarlı ve sistemli olması gerektiğini söyler. Zaten öyle olmasa, elenir ve kaybolur. Kaybolmasa bile öyle bir sistemin, tutarlı düşünen ve rasyonel sorular soran bir zihin yapısını meydana getirmesi olanaksızdır. Bu durumda ozon örneğine dönersek karşımıza şu sonuç çıkar: Eğer ozon tabakası olmasaydı bugün yeryüzünde yaşam ya olmayacaktı ya da var olan yaşam çok farklı bir yapıda olacaktı. Büyük bir olasılıkla canlılar güneşin mor ötesi ışınlarına karşı daha dayanıklı olacaklar, deri renkleri, kılları, saçları farklı olacaktı... Kısacası, olası evren koşullara uygun ürünler vermeye devam edecekti. Eğer başka türlü kanunların geçerli olduğu bir evrende düşünüyor olasaydık, o zaman o evrenin kanunlarını mükemmel ve düzenli olarak algılayacaktık. Yani, varlıklar ortama kendilerini adapte ederek gelişir, değişir ve yaşam mücadelesi verirler. Kutuplardaki ayıların beyaz olmasının nedeni onları beyaz olarak yaratıp, karda yaşatan Tanrı olmayabilir. Diğer renkteki ayılar göç etmek zorunda kaldıkları için, beyaz renge adapte oldukları için ya da düşmanları tarafından kolay av olarak öldürüldükleri için bugün kuzey kutbunda sadece beyaz ayılar vardır da denilebilir...

Yaprak dergisinin ikinci sayısında yayınlanan ‘Duvar’ adlı öyküde de üstü kapalı olarak bu konu işlenmiştir. Adam, almış olduğu bilimsel eğitim sonucu duvarın arkasındaki sesin bir sahibinin olduğu sonucuna varmak ister. Eline kağıdı kalemi alıp, grafikler çizer, rakamları farklı biçimlerde yazar. Amacı, duvarın arkasından gelen sesin gönderdiği mesaja ulaşabilmektir. Bir süre sonra bunda başarılı olduğunu da görür. Ortaya çıkan grafikler duvarın arkasındaki sesin sahibinin çok akıllı bir matematikçi, dahi bir müzikçi olduğunu gösterir. Bütün bunlardan hiçbirşey anlamayan küçük kız ise tek bir şey söyler: O grafikleri sen çizdin, duvarın arkasındaki sesin sahibi olan kurbağa değil! Adam kızı ikna edemez ve bu başarısızlığını kızın eğitimsizliğine verir. Kendisi yapmış olduğu keşfin getirdiği zevk girdabında boğulurken kızı bilgisizlik ve inatçılıkla suçlar.

Hume’un ardından düşünceleri çok eleştirilse de taraftar bulması gecikmemiştir. Darwin, adeta Hume’un düşüncelerini tekrarlıyormuşçasına evrim kuramını ortaya attığında ciddi bir bilimsel tavır takınıyordu. Canlıların bulundukları ortama adapte olabilmeleri ve bu adaptosyon sürecinin yeni nesillere aktarılabileceği düşüncesi dünyanın her yerinde bilim adamlarından çok din adamlarının tepkisini çekti. Oysa bugün, bedence küçük –tek hücreli- ve hızlı çoğalan organizmalarda mutasyon ve onun sonucu olan evrimin gözlendiği açık bir bilimsel gerçek olarak kabul edilir. Bundan elli yıl önce geliştirilen antibiyotiklere direnç gösteremeyen bakterilerin evlatları günümüzde aynı antibiyotiklerden etkilenmemektedirler. Organizmaların büyüklükleri ile evrim sürecinin yavaşlığı arasındaki bağıntıdan Darwin de bahsetmiştir.

Darwin’den kısa bir süre sonra ise bir başka alanda, Fizik’te çok yeni gelişmeler baş gösterdi. Kuantum Mekaniğinde gelinen nokta, Heisenberg Belirsizliği ile ciddi bir sorunun başlangıcı oldu. Atom altı dünyada bir parçacığın hem yerini hem de momentumunu aynı anda belirlemek olanaksızdı. Bu olanaksızlık başta teknik bir sorun olarak görülmüş olsa da zamanla anlaşıldı ki işin kuramsal bir yönü var. Newton mekaniğinde sıkı bir şekilde güvendiğimiz deterministik doğa anlayışı atom altı dünyada geçerli olamıyordu. Parçacığın momentumunu belirlediğimiz zaman yeri ancak olasılıksal olarak belirlenebiliyordu. Bu ise deterministik doğa anlayışına, yani evrendeki düzen varsayımına çok ciddi bir darbe vurdu. Durumu özet için Einstein’ın ‘Tanrı zar atmaz!’ sözünü zikretmekte yarar var. Einstein, koyu bir yahudi olduğu için kabullenmekte zorluk çekiyordu bu durumu. Oysa, Einstein’ın bu tutumuna Bohr’un yanıtı çok daha anlamlı: ‘Tanrı ne yapacağını bize sormaz!’ İyi ama Tanrı içinde düzenin işlemediği bir evreni yaratmış olabilir mi? Eğer yanıt evet ise Tanrı’nın da rasyonel olmayan bir davranış içersinde olduğunu mu söyleyeceğiz? Yoksa, Tanrı insanın anlayamayacağı bir oyun mu oynuyor insanın gözleri önünde? Günümüz fizikçilerinden Hawking durumu şu sözle özetler: ‘Bazen Tanrı zarları öyle bir atar ki, bırakın üste gelen rakamları görmeyi, zarları bulamazsınız bile’

Hume nedensellik ve düzen noktalarından sonra başka noktaları da eleştirir. Örneğin, var olduğu düşünülen Tanrı’nın neden sonsuz güçlü olması gerektiği sorusunu sorar. Terazinin bir kefesinde 10 kg var ise ve öteki kefe daha ağırsa bu durumda öteki kefenin 11 kg, 100 kg ya da 2000 kg olabileceğini düşünebiliriz. Ama bu dengesizlik kesinlikle sonsuz bir ağırlığı gerektirmez. Evren sonlu, içindekiler sonlu olduklarına göre Tanrı neden sonsuz güçlüdür sorusunu sorar. Ardından da teleolojik yöntemlerle varlığı kanıtlanan Tanrı’nın neden mutlak iyi olması gerektiğini sorgular. Uzun süren diyaloglarda bunun için de ciddi bir dayanak bulamaz. 

Russell ise nedensellik ile ilgili olarak bir takım eleştirilerde bulunur. Russell, nedenselliğin Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için uygun bir araç olmadığını söyler ve bu uygunsuzluğu bir çelişki ile izah eder. Dinbilimciler bu konuda kanıta gerek duydukları zaman soruna ‘Herşeyin bir nedeni vardır’ önermesi ile başlarlar. A’nın nedeni B’dir, B’nin nedeni C’dir.... Bu şekilde zincir uzayıp gider. Dinbilimci en sonunda bu zincirin sonsuza kadar gidemeyeceğini, sonunda nedeni kendisinden olan bir varlığa (vacib-ül vücud) dayanacağını söylerler. Bu biçimde de Tanrı’nın varlığını kanıtladıklarını savunurlar. Oysa, Russell bu çıkarımda ciddi bir çelişki olduğunu savunur. Başlangıçta, herşeyin bir nedeni vardır deyip, ardından da ‘nedeni olmayan’ bir varlığa ulaşıp, işi noktalamak çelişkilidir ve mantıksal olarak yanlıştır. Çünkü, sonuç önermesi, kabul edilen aksiyomla çelişmektedir. Russell’ın bu eleştirisine dinbilimcilerden ciddi bir yanıt henüz gelmiş değildir. Zaten zincirin kırıldığı noktada başka açılımlara da yer vardır. Madem, yüzüp yüzüp en sonunda başlangıçta kabul ettiğin aksiyomu reddedeceksin, neden bunu yolun başında iken yapmıyorsun? Zincirin öteki ucunu evrenin kendisine bağlamak da pekala olanaklıdır. Sonuç olarak bu ikincisi, birinci çıkarımdan daha çok çelişki içermez. Bu ise insanı, evren eşittir Tanrı denklemine götürür ki sonuçta Spinozacı bir panteizme çıkar. Öteki türlü, evren eşittir evren eşitliğine ulaşılır ki bu durumda da maddeciliğe ya da pozitivizme ulaşılır.

Bir sonraki yazıda ontolojik Tanrı kanıtlarını ve bu kanıtlara getirilen yanıtları incelemeye çalışacağım...


(Heavenly Chorus IIr, )


 

 



>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz