SAYI 131 / 01 MART 2007

 

TUNUS..BİR DEĞİŞİM MASALI..


Bahar Akpınar
bakpinar@gmail.com




Başkent Tunus ile İstanbul arasında hergün uçak seferi var. Yolculuk 2,5 saat sürüyor.. Yolculugun rotası daha önce hiç uçmadığım yönde farklı bir rota.. Yunan adaları üzerinden sekerek Ege’yi geçip, Yunanistan, Adriyatik denizi ve İtalya’nın uç kısmını yalayıp, Sicilya üzerinden başkent Tunus’a ilerliyoruz... Gördüğüm bütün haritalarda aşağı doğru Akdeniz’e uzanan Yunanistan ve İtalya’yı enlemesine geçmek, bilinen bir görüntüye farklı açıdan bakıldığında ne kadar farklı algılanabileceğini hatırlamamı sağlıyor. Tunus – Sicilya arası sadece 90 km. Kartaca’nın açık mavi suları üzerinden alçalıp alkışlar arasında Tunus’a iniyoruz.


(Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)

Bu ülkedeki ilk durağımız Hammamet. Başkent Tunus’a bir saat mesafede olan Hammamet tipik bir Akdeniz tatil kasabası. Bembeyaz sahili ve turkuaz rengi denize kıyı boyunca dizilmiş, çok yıldızlı oteller eşlik ediyor. Abartılı büyüklüklerde olan bu otellerin hepsi beyaz boyalı.. Kötü betonlaşmasıyla Hammamet, gidilecek yerler arasında sakin ve güvenilir bir konaklama noktası olmanın ötesine geçemese de, deniz tatili için Tunus’a gelmiş olanların vazgeçilmez gözde mekanı olduğunun altını çizmek gerek.

Hammamet’e giden otoban boyunca zeytin agaçları göze çarpıyor. Bütün Tunus’da beşer metre aralıklarla dikilmiş 650 milyon civarında zeytin ağacı olduğu söyleniyor. Rehberimiz Mois, askerlik görevini yapan Tunuslu gençlerin, bu görevleri sırasında yetişmesi mümkün olan her yere zeytin ağacı dikmekle görevlendirildiklerini söylüyor. Ülkenin dağlık olan kuzey kesiminde zeytine üzüm bağları eşlik ediyor. Bu birliktelik ülkenin dağlık olan kuzeyinde neredeyse hiç bozulmuyor.
§

Hammamet’deki ilk gecenin ardindan , Kartaca limanı ve amfitiyatrosunda dolaştıktan sonra ülkenin en ünlü sahil kasabası olan Sidi Bou Said’e geçiyoruz. Tunus’da ‘Sidi Bou’ ile başlayan pek çok yerleşim yeri var; Sidi Bou Said de bunlardan biri.. Rehberimizden öğrendiğime göre Arapçadaki ‘Sidi Bou’ kalıbı ‘-in babası’ anlamına geliyor. Yani ‘Sidi Bou Said’, Said’in babası anlamında. Bununla beraber, ‘Sidi’ kelimesinin aziz, yüce gibi kutsallaştırılmış karşılıklarının olduğunu da öğreniyorum. Yeri gelmişken, Tunuslu erkekler evlendikten sonra kendi adları ile çağrılmıyor, ilk erkek evlatlarının babası olarak anılıyorlar. Çocuğu olmayanlar ise peygamberin babası olarak adlandırılıyor; bu insanların hepsi Sidi Bou Muhammed..


(Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)

Sidi Bou Said, adını 13. yüzyılda yaşamış bir Sufi büyüğünden alıyor. Tunus körfezine açılan yüksekçe bir tepe üzerine kurulu bu yerleşim yerinin kendine has mimarisi 16. yüzyılda müslüman İspanyollar’ın etkisi ile ortaya çıkmış. Sidi Bou Said mavi – beyaz bir rüya. Evler genelde iki katlı ve beyaza boyalı.. Kapılar, pencere pervazları ve işlemeli pencere demirleri ise masmavi.. Rehberimiz, beyazın barışı, mavinin ise özgürlüğü simgelediğini söylüyor. Sidi Bou Said’de beyaz ve mavi dışında herhangi bir renk kullanılması yasaklanmış. Beyazdan turuncuya ve fuşya renklerinde çiçeklerle dolu begonviller ile mavi, beyaz yaseminler neredeyse tüm evlerin ikinci katlarına kadar uzanmış. Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarla, birbiri üzerine çıkan tepelerden oluşan Sidi Bou Said’in küçük bir meydanı var. Meydan, restoran ve kafelerle, ana yürüyüş yolunun her iki kısmı ise hediyelik eşya dükkanları ile çevrelenmiş. Bu nedenle oldukça kalabalık ve gürültülü. Sidi Bou Said sokaklarında gezerken insanın içinden resim yapmak ya da yazı yazmak geliyor. Kubbeli evleri, yukarılara uzanan dar sokakları, sanki kimse yaşamıyormuşcasına sahipsiz ama hemen yanı başınızdaki pencereden gözlenirmişcesine sahipli olan bu yerde oturup iki satır karalamak istiyor insan. Tıpkı Paul Klee, Andre Gide, Michel Foucault’nun da bir zamanlar istediği ve kalıp karaladıkları gibi..

§

Sidi Bou Said ile Tunus arası yaklaşık bir saat sürüyor. Başkent Tunus ülkenin en kalabalık şehri. Şehrin Chapms Elysees’ye tıpatıp benzeyen bulvarı başta olmak üzere her yerde trafik sorunu var. Tunuslular yolun orta yerine park edebiliyor, kuralları ise pek sevmiyorlar. Emniyet kemerini yeni yeni bağlar olmuşlar. Özellikle okulların dağılış saatlerinde trafik tam bir keşmekeş oluyor. Okul servisleri yok. Aileler çocuklarını okulun kapısından alıyorlar. Bu nedenle okul kapılarının olduğu sokaklar ve kaldırımlar öğrenci velileri ile tıklım tıklım doluyor. Bu tıkanıklık 45 dakikalık beklemelere yol açabiliyor. Bu süre boyunca beklemekten başka yapacak hiçbir şey yok.. Yollar, kaldırımlar ve araçlar birbiri ile içiçe geçmiş bir kilit mekanizması gibi kıpırdayamadan duruyor.


Başkent Tunus’un insana en yoğun verdiği his sömürge kimliğinin mirası olan bir boşvermişlik. Tunus bir beklentiler ülkesi. Hep birilerinin gelip, onlar adına bir karar vermesini bekler gibiler. Yolu çizen hep siz olmalısınız. Onlar söyleneni yapmak kısmına alışık ve bu alışkanlık koca bir ülkeye yayıldığında tuhaf bir duraksama yaşanıyor. Bu açıdan sömürge ülkesi görmek ilginç bir deneyim ve Tunus’da bunun en yoğun yaşandığı yer başkent Tunus. Afrikanın Paris’i Tunus’da ramazan ayının zorunlulukları büyük ölçüde uygulanıyor. Bu nedenle Paris esintili kafelerin neredeyse hepsi kapalı. Açık olanlar ise vitrinlerini kağıtlarla örtüyorlar. Bankalar ramazan nedeniyle 14.30 da kapanıyor. Tunus’da 60 yaşından genç olan kadınların başörtüsü takmaları yasak. Ama bu yasak, ülkenin güneyine inildiğinde deliniyor. Tunuslular laik olmaları ile çok övünüyorlar. Bu konuda başta Türkiye olmak üzere diğer müslüman ülkelerle yarış içindeler ve açık ara önde olduklarını düşünüyorlar. Fakat ramazan ile ilgili düzenlemelere bir yorum getirmiyorlar. Onlar için ramazan ayında devlet daireleri ile bankaların daha erken saatlerde kapanması, günlük hayatın dine göre düzenlenmesi normal bir durum. Özellikle başkent Tunus’da kadınların ve genç kızların başları açık. Fakat kılık kıyafetleri çok ölçülü. Genelde pantolon (çoğunlukla kot) giyiyorlar. Etekler ya diz altında ya da ayak bileginde bitiyor. Kollar kapalı ya da dirsek altında. Kollarındaki tüyleri alıyorlar, almayanları yadırgıyorlar. Tunus’da en hoş karşılanmayan davranış ise kadınların sokakta sigara içmesi. Biraz da bu toplumsal baskı yüzünden yüksek oranda sigara içilen Tunus’da sigara içenlerin büyük çoğunluğu erkek.




(Fotoğraflar: Orhan Cem Çetin)

Mağrip şehirlerinin tümünde olan medinalar Tunus’ta da var. Medina eski şehrin kurulu olduğu, bir başka deyişle şehrin ilk kurulduğu yer olup, çarşı anlamına geliyor.. Her şehrin bir medinası var. Eski olmalarının tüm medinalara getirdiği ortak özellik çok dar sokaklar üzerine kurulmuş olmaları. Medinalar, Kapalıçarşı’yı anımsatıyor. Satılan şeyler de hemen hemen aynı: Nargileler, boncuktan rengarenk tespihler, bakır ve pirinç süs eşyaları, dokumalar, halılar, kilimler, vb.. Ülkenin her yerinde pazarlık etme hastalığı var. Söyledikleri ilk fiyat, gerçek fiyatın neredeyse 4-5 katı olduğundan, sıkı ve uzun bir pazarlıktan galip çıkmak için insanda yeterince sabır ve dayanıklılık olması gerekiyor. Satıcıların en büyük merakı müşterinin nereli olduğu. Tüm ülke, aynı hikaye üzerinden satış yapıyor: Müşterinin ülkesi ile bir bağ kurup, sözüm ona o samimiyet üzerinden verilen fiyatın tamamen onun ‘güzel hatrı’ için olduğuna inanmasını sağlamaya yönelik. Sabırsızların oldukça rahatsız olduklarını gözlemlediğim bu satış taktiği, daha geniş ve sabırlı tipler için neredeyse sempatik bir oyun gibi geliyor.


(Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)


Başkent Tunus’da görülmeden dönülmemesi gereken yerlerden biri Bardo Müzesi. Bu müze, dünyanın en büyük mozaik müzesi. Mozaikler cok iyi korunmuş. Büyük çoğunluğu neredeyse tam.. Roman-Afrika’nin eşsiz mozaikleri Romalıların Afrika topraklarındaki yaşamını gözler önüne seriyor. Müze içerisinde fotoğraf çekimi serbest. Fakat içeri girerken fotograf çekmek için ayrıca 1.5 dinar vermek gerekiyor.

Ülkenin güneyine doğru inişte ilk durak El-Jem şehri. Kentin tek özelliği kumlar içinde dümdüz bir kent olması. El-Jem’i ilginç kılan Romalılar’dan kalma Colesseum.. Neredeyse Roma’daki Colleseum kadar büyük ve ihtişamlı. Burada olup da gösteri dünyasının kitleler üzerindeki etkisini düşünmemek mümkün değil. Gladyatörlerin, soylulardan sonra o zamanın en şöhretli insanları olduğu söyleniyor. Aslında birer köle olan bu kişiler dayanıklılıkları ve savaşma güçleri ile bu gösteri dünyasında birer kahramana dönüşüyorlar. Şov sırasında aslanların ya da gladyatörlerin ölmesi istenmiyor. Çünkü her ikisi de sahiplerine büyük paralar kazandıran birer araç. Burada bana en ilginç gelen detay sahne çıkışları oldu. Arena içine açılan dört çıkışın yanı sıra bir de dışarıya, tribün duvarlarının gerisine açılan iki çıkış var.. Rehberimizden öğrendiğime göre bir gladyatör ya da aslanın ağır yaralanması halinde bu çıkışlar kullanılıyor.. Çünkü seyirciler kanlı görüntülerden hoşlanmıyorlar.. Diğer taraftan kahramanları haline getirdikleri gladyatörlerin de o durumda görülmesi istenmiyor. El-Jem için araştırma yaptığım kaynaklar bugünün turisti için Colesseum’dan başka bir ilginç bir yer olmadığını söylerken geleceğin arkeologları için çevrede çok ilginç yerlerin olabileceğinin altını çiziyor. Tunus’un tarihi zenginliğinin pek çok bölümünün hala kumlar altında olduğuna inanılıyor.


(Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)

§

Matmata’ya gitmek üzere güneye doğru ilerledikçe zeytinin yerini hurma, üzümün yerini nar ağaçları almaya başlıyor. Tunus için hurma çok önemli bir meyva. Oruçlarını, ‘nur tanesi’ dedikleri, hurma ile açıyorlar. Deniz kenarında yetişenleri değil, çöl sıcağında olgunlaşanlarını seviyorlar. Hurma’nın sarı olanı makbul, kahverengi olanı ise ‘işe yaramaz’mış.. Altın rengindeki ‘nur tanesi’ ışığa tuttulduğunda çekirdeğinin görülmesi, meyvanın iyi olup olmadığının anlaşılmasındaki püf nokta. Güneşe tutulduğunda saydam meyvanın içinde bir kararltı olarak görülen çekirdeğe ‘ışığın parmağı’ adını vermişler. Hurmalıklar arasından geçerken yol kenarı satıcıları göze çarpıyor. Bu sarı hurmalar gerçekten çok lezzetli.

Güneye indikçe yoksulluk başlıyor. Evlerden, insanların üstbaşlarından anlaşılan bu yoksul hale karşın ortalıkta dilenciye rastlanmıyor. Değişmeyen görüntülerden biri ise okullar. İçinden geçtiğimiz kasaba ne kadar fakir olursa olsun, okullar çok güzel ve çok bakımlı. Kızların okuma oranı %98’leri buluyor. Tunus, sadece bu yönüyle bile gelecekten -haklı olarak- umutlu.

Libya sınırına yaklaştıkca sağlı sollu benzin bidonları görüyoruz. Libya’dan gelen kaçak benzin, Tunus’daki benzin fiyatının %10 altına satılıyor. Bidonlar çok kanıksanmış bir manzara.. Polisler bile buralardan benzin alıyorlar. Zaten etrafta benzinci de yok. Bu yolun bir diğer özelliği de her iki tarafında kasap-lokanta birarada mola yerlerinin olması. Ortalık derisi yüzülmüş, ve arka ayaklarından asılmış kuzudan geçilmiyor. Askıdaki bitince kesilmek üzere duran diğer kuzular bina kenarlarında bekleşiyorlar. Libya’ya giden kamyonların yoğun olduğu bu yol üzerindeki kasap lokantaları cok tutuluyor. Etlerin üzerinden havalanan sinek güruhlarına aldırmadan taze olmasının ve hemen oracıkta pişirilmesini iştahla anlatıyorlar. Ramazan olduğu için kesimin az olduğu söyleniyor. Sineklere karşı önlem olarak asılı eti naylon poşet içine alanlar da var. Çöl sıcağının tepesinden hiç inmediği bu yol kenarı lokantaları gerek Libya’lı şoförlerin, gerekse evlerine giderken taze et almak isteyen Tunuslular’ın favori alışveriş ve mola mekanları.

§

Matmata’dan önce Gabes şehrine uğruyoruz. Gabes, kınası ile ünlü bir şehir. Tunus’un baharat ambarı. Kına otsu bir bitki. Gabes ayrıca Bedevileri görmeye başladığımız ilk yer oluyor. Yüzleri daha kemikli ve uzun olan Bedeviler dikkatli bakılınca Araplardan hemen ayrılıyorlar. Neredeyse hepsinin ‘ermiş’ bir hali var. Kılık kıyafetlerinden, hal ve tavırlarına kadar oranın asıl sahibinin onlar olduğu o kadar açık ki, insan kendini fazlasıyla ‘misafir’ hissediyor.

Matmata’ya yaklaştıkca evler yok oluyor. Toprağın rengi iyiden iyiye sarıya dönüyor. Hurma ağaçların arası giderek açılıyor. Matmata’nın bir kaç özelliği var. İlki evleri ile ilgili. Matmata’da yaşayanlar evlerini toprağın üstüne değil, altına yapmışlar.. Kaya katmanları arasındaki toprağı dışarı alarak oydukları bu evlere zemin seviyesinde bir kapıdan giriliyor. Avluya açılan göz göz oyuğun her biri ayrı bir oda. Mutfak zeminin bir kat altını oyarak, kiler yapıyorlar. Gezdigimiz evde elektrik vardı. Ama birçoğunda yok. Yağmur sularını biriktirdikleri su kuyuları evin hemen önüne kazılmış. Ana giriş kapılarının üzerlerinde ellerini yumuşak çamura bastırarak bıraktıkları el baskıları ile basit bir balık figüru yapılıp, büyükçe bir boynuz yerleştirilmiş. Bereket getiren balığın, koruyucu Fatma Ana’nın elinin ve güç vermesi için boynuzun olması gerekliliğine derinden inanılıyor.


(Fotoğraf: Bahar Akpınar)

Bu yeralti evlerinin en güzel örnegi beş avlusu olan bir ev. Bu ev dünyanin en meşhur evlerinden biri. Starwars-2‘deki Jedi köyüne sahne olan Matmata, her üç Starwars filmine de dekor olmuş. Hollywood Matmata’yı 70’li yıllarda keşfetmiş. Derken 96 ve 2000’de yeniden uğramış. Starwars fanatikleri için kült bir yer olan Matmata benim icin gölgeler şehri oluyor. Matmata’da Bedevileri anlamaya başlıyorum. Hayat mülksüzleşiyor. Günlük hayatın olmazsa olmaz anlamlarının, koşturmacalarının, kariyer hedeflerinin, yapılması gerekenlerin, zorunluklukların ve sorumlulukların yok oldugu bir yer Matmata. Orada sadece beden kalıyor insan. Sadece iki kol, iki bacak, bir gövde, bir baş oluyor. Sürekli aynı manzaraya bakarak bambaşka şeyler görebiliyor.. Güneş, gölgelerin yerlerini an-be-an degistirerek aynı sahne üzerinde bambaşka kurgular yapıyor. Bedevinin biri, otelin hemen yanında bütün gün ve bütün gece oturuyor. Matmata’daki ilk saatin sonunda ‘nereye bakıyor bu adam?’ diye sormaktan vazgeçiyorum. Gün batımında yaptığım küçük yürüyüşden dönerken Fransızca olarak ‘burada güneş battığı zaman herşey onunla birlikte batar’ diyor. Ben güneşin batmasıyla içeri girerken, o, bütün gece aynı yerde oturup, ayın çizdiği manzaraları seyre başlıyor. ‘Çöle açılan kapı’ denilen bu şehirde çöl, içimde bir yerlerde bambaşka kapıları aralamaya başlıyor. Çöle yaklaştıkca ‘misafir’ olma duygum seyreliyor.


(Fotoğraf: www.globalgeografia.com)


§

Sahra, hayalimdeki gibi kum tepelerinden ibaret değil. Çöl, çok kaba tanımı ile üzerinde tarım yapılmayan toprak olarak ifade ediliyor. Sahara’nın sadece % 20’si kadar bir alanı kum çölü iken, geri kalanı kaya çölleri ve tuz göllerinden oluşuyor. Tuz gölü denilen yerde herhangi bir su birikintisi yok. Çok kalın bir tuz katmanının olduğu göz alabildiğine geniş arazide serap görmek yaşanması gereken bir olay. Ufuk çizgisinin hemen önünde gittiğimiz yere doğru giden trenler görüyorum. Gördüğüm an kaybediyorum. Başımı çevirdiğim yerde yine görüyorum. Görür görmez gene yok oluyorlar... Serap, geçmiş zamanın yokluk anları için çıldırtıcı bir deneyim olmalı. Yokluk ne kadar büyükse, serap o kadar yakın, o kadar büyük ve şiddetli oluyor.

Tuz gölünü geçip, Douz şehrine geliyoruz. Douz, Sahra’nın kum kesiminin hemen yanına kurulmuş bir kent. Develere binerek çöle doğru ilermeye başlıyoruz. Pet şişeler, naylon torbalar arasından giriyoruz Sahra’ya. İyice içerilere girince develerden iniyoruz. İnmemizle su, kola, Bedevi kafa sargıları satan satıcılar bitiveriyor yanımızda.. Develerin sahibi adam onları uzaklaştırıyor. Kum taneleri un gibiler. Asla daha büyük degil.. Un gibi bulaşıyorlar ellerime.. Borges geliyor aklıma.. Ben de onun gibi Sahra’yı değiştirmeye başlıyorum. Oturup bir kumul tepesine, kumları avuçlayıp avuçlayıp havaya savuruyorum.. Yüzüm, gözüm çöl kumuna bulanıyor. Misafir olma halim çölde sona eriyor. Çöle ne kadar ürkek girdiysem, o kadar sahiplenmiş çıkıyorum. ‘Çöle giren insanla, çıkan insanın aynı olmaz’ diyorlar. Sahra ile birlikte ben de değişiyorum. Daha çıkarken orada olmayı özlüyorum..



(Fotoğraf: www.arrakis.es)

§

Douz – Tozeur arasından kilometrelerce giden yol vahalar arasından ilerleyerek, Cezayir sınırının sekiz kilometre yakınından geçiyor. Kurak Cezayir tepelerini görebiliyorum. Tozeur mimarisi ile ilginç bir kent. Sarı kiremitlerden halı desenli binaları olan, zengin, çölde geçen günlerin aksine hareketli bir şehir..



Tozeur- Hammamet arasında müslümanlığın beş kutsal şehrinden biri sayılan Kairouan’a uğruyoruz. Kuzey Afrika’nın ilk camisi bu kente yapılmış. Medinası UNESCO tarafından koruma altına alınan Kairouan halıları ile ünlü bir şehir. Medinanın ara sokakları sadece bir insanın geçmesine izin verecek kadar dar. Eski zamanlarda şehrin savunmasını kolaylaştırma düşüncesinin eseri bu dar sokaklarda dolaşmak, insana farklı bir duygu veriyor. Osmanlıların 300 yıllık hükümdarlığının izlerine pek rastlanmıyor Tunus’da. Ama Kairouan’daki bir Barouta kuyusu bir Osmanlı Paşası olan Muhammed Bey tarafından yapılmış. Kuzey Afrika camilerinde görülmeyen kubbe mimarisi ile Osmanlı kimliği hemen anlaşılan yapı ilk bakışta bir camiyi anımsatıyor. Bir kat merdiven çıkarak içine girilen yapıda sizi bir deve karşılıyor. Orasından burasından rengarenk kumaş parçaları sallanan bu deve hareket etmeye başlayınca ortadaki kuyudan su çekilmeye başlanıyor. Bu suyun kaynağının Mekke’deki zemzem suyunun kaynağı ile aynı olduğuna inanan halk, suya da zemzem suyu muamelesi yapıyor. Efsaneye göre, zamanın beylerinden birinin çok sevdiği atını, altın bir eğere sararak kuyunun hemen yakınlarına gömdüğü ve bu altın eğerin yıllar sonra Mekke’de, zemzem kuyusunun orada bulundugu söyleniyor.. İnanç bir yana, Kairouan mistik havasıyla zaman boyutunu geçmişe doğru alabildiğine genişleterek insana dinginlik hissi veriyor.


(Fotoğraf: Marie Jose Wollf)

§

Tunus, uzun zamandır şaşırmayan yanıma çok iyi geliyor.. Hala şaşırabildiğimi görüp, dünya karşısında küçülmenin keyfini yaşatıyor bana.. Sadece kum sarısı, parlak güneş ve mavi gökyüzünden ibaret bir evrenin varlığını hissedip, bir kum tanesi gibi ‘hiç’, bir kum tanesi gibi ‘çok’ olabilmenin ayrımına varıyorum.. Belki de en çok bunu özlüyorum..

 


>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz