Başkent
Tunus ile İstanbul arasında hergün uçak seferi var. Yolculuk 2,5
saat sürüyor.. Yolculugun rotası daha önce hiç uçmadığım yönde
farklı bir rota.. Yunan adaları üzerinden sekerek Ege’yi geçip,
Yunanistan, Adriyatik denizi ve İtalya’nın uç kısmını yalayıp,
Sicilya üzerinden başkent Tunus’a ilerliyoruz... Gördüğüm bütün
haritalarda aşağı doğru Akdeniz’e uzanan Yunanistan ve İtalya’yı
enlemesine geçmek, bilinen bir görüntüye farklı açıdan bakıldığında
ne kadar farklı algılanabileceğini hatırlamamı sağlıyor. Tunus
– Sicilya arası sadece 90 km. Kartaca’nın açık mavi suları üzerinden
alçalıp alkışlar arasında Tunus’a iniyoruz.
(Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)
Bu ülkedeki ilk durağımız Hammamet. Başkent Tunus’a bir saat mesafede
olan Hammamet tipik bir Akdeniz tatil kasabası. Bembeyaz sahili
ve turkuaz rengi denize kıyı boyunca dizilmiş, çok yıldızlı oteller
eşlik ediyor. Abartılı büyüklüklerde olan bu otellerin hepsi beyaz
boyalı.. Kötü betonlaşmasıyla Hammamet, gidilecek yerler arasında
sakin ve güvenilir bir konaklama noktası olmanın ötesine geçemese
de, deniz tatili için Tunus’a gelmiş olanların vazgeçilmez gözde
mekanı olduğunun altını çizmek gerek.
Hammamet’e giden otoban boyunca zeytin agaçları
göze çarpıyor. Bütün Tunus’da beşer metre aralıklarla dikilmiş
650 milyon civarında zeytin ağacı olduğu söyleniyor. Rehberimiz
Mois, askerlik görevini yapan Tunuslu gençlerin, bu görevleri
sırasında yetişmesi mümkün olan her yere zeytin ağacı dikmekle
görevlendirildiklerini söylüyor. Ülkenin dağlık olan kuzey kesiminde
zeytine üzüm bağları eşlik ediyor. Bu birliktelik ülkenin dağlık
olan kuzeyinde neredeyse hiç bozulmuyor. §
Hammamet’deki ilk gecenin ardindan , Kartaca
limanı ve amfitiyatrosunda dolaştıktan sonra ülkenin en ünlü sahil
kasabası olan Sidi Bou Said’e geçiyoruz. Tunus’da ‘Sidi Bou’ ile
başlayan pek çok yerleşim yeri var; Sidi Bou Said de bunlardan
biri.. Rehberimizden öğrendiğime göre Arapçadaki ‘Sidi Bou’ kalıbı
‘-in babası’ anlamına geliyor. Yani ‘Sidi Bou Said’, Said’in babası
anlamında. Bununla beraber, ‘Sidi’ kelimesinin aziz, yüce gibi
kutsallaştırılmış karşılıklarının olduğunu da öğreniyorum. Yeri
gelmişken, Tunuslu erkekler evlendikten sonra kendi adları ile
çağrılmıyor, ilk erkek evlatlarının babası olarak anılıyorlar.
Çocuğu olmayanlar ise peygamberin babası olarak adlandırılıyor;
bu insanların hepsi Sidi Bou Muhammed..
(Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)
Sidi Bou Said, adını 13. yüzyılda yaşamış bir
Sufi büyüğünden alıyor. Tunus körfezine açılan yüksekçe bir tepe
üzerine kurulu bu yerleşim yerinin kendine has mimarisi 16. yüzyılda
müslüman İspanyollar’ın etkisi ile ortaya çıkmış. Sidi Bou Said
mavi – beyaz bir rüya. Evler genelde iki katlı ve beyaza boyalı..
Kapılar, pencere pervazları ve işlemeli pencere demirleri ise
masmavi.. Rehberimiz, beyazın barışı, mavinin ise özgürlüğü simgelediğini
söylüyor. Sidi Bou Said’de beyaz ve mavi dışında herhangi bir
renk kullanılması yasaklanmış. Beyazdan turuncuya ve fuşya renklerinde
çiçeklerle dolu begonviller ile mavi, beyaz yaseminler neredeyse
tüm evlerin ikinci katlarına kadar uzanmış. Arnavut kaldırımlı
daracık sokaklarla, birbiri üzerine çıkan tepelerden oluşan Sidi
Bou Said’in küçük bir meydanı var. Meydan, restoran ve kafelerle,
ana yürüyüş yolunun her iki kısmı ise hediyelik eşya dükkanları
ile çevrelenmiş. Bu nedenle oldukça kalabalık ve gürültülü. Sidi
Bou Said sokaklarında gezerken insanın içinden resim yapmak ya
da yazı yazmak geliyor. Kubbeli evleri, yukarılara uzanan dar
sokakları, sanki kimse yaşamıyormuşcasına sahipsiz ama hemen yanı
başınızdaki pencereden gözlenirmişcesine sahipli olan bu yerde
oturup iki satır karalamak istiyor insan. Tıpkı Paul Klee, Andre
Gide, Michel Foucault’nun da bir zamanlar istediği ve kalıp karaladıkları
gibi..
§
Sidi Bou Said ile Tunus arası yaklaşık bir saat
sürüyor. Başkent Tunus ülkenin en kalabalık şehri. Şehrin Chapms
Elysees’ye tıpatıp benzeyen bulvarı başta olmak üzere her yerde
trafik sorunu var. Tunuslular yolun orta yerine park edebiliyor,
kuralları ise pek sevmiyorlar. Emniyet kemerini yeni yeni bağlar
olmuşlar. Özellikle okulların dağılış saatlerinde trafik tam bir
keşmekeş oluyor. Okul servisleri yok. Aileler çocuklarını okulun
kapısından alıyorlar. Bu nedenle okul kapılarının olduğu sokaklar
ve kaldırımlar öğrenci velileri ile tıklım tıklım doluyor. Bu
tıkanıklık 45 dakikalık beklemelere yol açabiliyor. Bu süre boyunca
beklemekten başka yapacak hiçbir şey yok.. Yollar, kaldırımlar
ve araçlar birbiri ile içiçe geçmiş bir kilit mekanizması gibi
kıpırdayamadan duruyor.
Başkent Tunus’un insana en yoğun verdiği his sömürge kimliğinin
mirası olan bir boşvermişlik. Tunus bir beklentiler ülkesi. Hep
birilerinin gelip, onlar adına bir karar vermesini bekler gibiler.
Yolu çizen hep siz olmalısınız. Onlar söyleneni yapmak kısmına
alışık ve bu alışkanlık koca bir ülkeye yayıldığında tuhaf bir
duraksama yaşanıyor. Bu açıdan sömürge ülkesi görmek ilginç bir
deneyim ve Tunus’da bunun en yoğun yaşandığı yer başkent Tunus.
Afrikanın Paris’i Tunus’da ramazan ayının zorunlulukları büyük
ölçüde uygulanıyor. Bu nedenle Paris esintili kafelerin neredeyse
hepsi kapalı. Açık olanlar ise vitrinlerini kağıtlarla örtüyorlar.
Bankalar ramazan nedeniyle 14.30 da kapanıyor. Tunus’da 60 yaşından
genç olan kadınların başörtüsü takmaları yasak. Ama bu yasak,
ülkenin güneyine inildiğinde deliniyor. Tunuslular laik olmaları
ile çok övünüyorlar. Bu konuda başta Türkiye olmak üzere diğer
müslüman ülkelerle yarış içindeler ve açık ara önde olduklarını
düşünüyorlar. Fakat ramazan ile ilgili düzenlemelere bir yorum
getirmiyorlar. Onlar için ramazan ayında devlet daireleri ile
bankaların daha erken saatlerde kapanması, günlük hayatın dine
göre düzenlenmesi normal bir durum. Özellikle başkent Tunus’da
kadınların ve genç kızların başları açık. Fakat kılık kıyafetleri
çok ölçülü. Genelde pantolon (çoğunlukla kot) giyiyorlar. Etekler
ya diz altında ya da ayak bileginde bitiyor. Kollar kapalı ya
da dirsek altında. Kollarındaki tüyleri alıyorlar, almayanları
yadırgıyorlar. Tunus’da en hoş karşılanmayan davranış ise kadınların
sokakta sigara içmesi. Biraz da bu toplumsal baskı yüzünden yüksek
oranda sigara içilen Tunus’da sigara içenlerin büyük çoğunluğu
erkek.
(Fotoğraflar: Orhan Cem Çetin)
Mağrip şehirlerinin tümünde olan medinalar Tunus’ta da var. Medina
eski şehrin kurulu olduğu, bir başka deyişle şehrin ilk kurulduğu
yer olup, çarşı anlamına geliyor.. Her şehrin bir medinası var.
Eski olmalarının tüm medinalara getirdiği ortak özellik çok dar
sokaklar üzerine kurulmuş olmaları. Medinalar, Kapalıçarşı’yı
anımsatıyor. Satılan şeyler de hemen hemen aynı: Nargileler, boncuktan
rengarenk tespihler, bakır ve pirinç süs eşyaları, dokumalar,
halılar, kilimler, vb.. Ülkenin her yerinde pazarlık etme hastalığı
var. Söyledikleri ilk fiyat, gerçek fiyatın neredeyse 4-5 katı
olduğundan, sıkı ve uzun bir pazarlıktan galip çıkmak için insanda
yeterince sabır ve dayanıklılık olması gerekiyor. Satıcıların
en büyük merakı müşterinin nereli olduğu. Tüm ülke, aynı hikaye
üzerinden satış yapıyor: Müşterinin ülkesi ile bir bağ kurup,
sözüm ona o samimiyet üzerinden verilen fiyatın tamamen onun ‘güzel
hatrı’ için olduğuna inanmasını sağlamaya yönelik. Sabırsızların
oldukça rahatsız olduklarını gözlemlediğim bu satış taktiği, daha
geniş ve sabırlı tipler için neredeyse sempatik bir oyun gibi
geliyor.
(Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)
Başkent Tunus’da görülmeden dönülmemesi gereken yerlerden biri
Bardo Müzesi. Bu müze, dünyanın en büyük mozaik müzesi. Mozaikler
cok iyi korunmuş. Büyük çoğunluğu neredeyse tam.. Roman-Afrika’nin
eşsiz mozaikleri Romalıların Afrika topraklarındaki yaşamını gözler
önüne seriyor. Müze içerisinde fotoğraf çekimi serbest. Fakat
içeri girerken fotograf çekmek için ayrıca 1.5 dinar vermek gerekiyor.
Ülkenin güneyine doğru inişte ilk durak El-Jem
şehri. Kentin tek özelliği kumlar içinde dümdüz bir kent olması.
El-Jem’i ilginç kılan Romalılar’dan kalma Colesseum.. Neredeyse
Roma’daki Colleseum kadar büyük ve ihtişamlı. Burada olup da gösteri
dünyasının kitleler üzerindeki etkisini düşünmemek mümkün değil.
Gladyatörlerin, soylulardan sonra o zamanın en şöhretli insanları
olduğu söyleniyor. Aslında birer köle olan bu kişiler dayanıklılıkları
ve savaşma güçleri ile bu gösteri dünyasında birer kahramana dönüşüyorlar.
Şov sırasında aslanların ya da gladyatörlerin ölmesi istenmiyor.
Çünkü her ikisi de sahiplerine büyük paralar kazandıran birer
araç. Burada bana en ilginç gelen detay sahne çıkışları oldu.
Arena içine açılan dört çıkışın yanı sıra bir de dışarıya, tribün
duvarlarının gerisine açılan iki çıkış var.. Rehberimizden öğrendiğime
göre bir gladyatör ya da aslanın ağır yaralanması halinde bu çıkışlar
kullanılıyor.. Çünkü seyirciler kanlı görüntülerden hoşlanmıyorlar..
Diğer taraftan kahramanları haline getirdikleri gladyatörlerin
de o durumda görülmesi istenmiyor. El-Jem için araştırma yaptığım
kaynaklar bugünün turisti için Colesseum’dan başka bir ilginç
bir yer olmadığını söylerken geleceğin arkeologları için çevrede
çok ilginç yerlerin olabileceğinin altını çiziyor. Tunus’un tarihi
zenginliğinin pek çok bölümünün hala kumlar altında olduğuna inanılıyor.
(Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)
§
Matmata’ya gitmek üzere güneye doğru ilerledikçe
zeytinin yerini hurma, üzümün yerini nar ağaçları almaya başlıyor.
Tunus için hurma çok önemli bir meyva. Oruçlarını, ‘nur tanesi’
dedikleri, hurma ile açıyorlar. Deniz kenarında yetişenleri değil,
çöl sıcağında olgunlaşanlarını seviyorlar. Hurma’nın sarı olanı
makbul, kahverengi olanı ise ‘işe yaramaz’mış.. Altın rengindeki
‘nur tanesi’ ışığa tuttulduğunda çekirdeğinin görülmesi, meyvanın
iyi olup olmadığının anlaşılmasındaki püf nokta. Güneşe tutulduğunda
saydam meyvanın içinde bir kararltı olarak görülen çekirdeğe ‘ışığın
parmağı’ adını vermişler. Hurmalıklar arasından geçerken yol kenarı
satıcıları göze çarpıyor. Bu sarı hurmalar gerçekten çok lezzetli.
Güneye indikçe yoksulluk başlıyor. Evlerden,
insanların üstbaşlarından anlaşılan bu yoksul hale karşın ortalıkta
dilenciye rastlanmıyor. Değişmeyen görüntülerden biri ise okullar.
İçinden geçtiğimiz kasaba ne kadar fakir olursa olsun, okullar
çok güzel ve çok bakımlı. Kızların okuma oranı %98’leri buluyor.
Tunus, sadece bu yönüyle bile gelecekten -haklı olarak- umutlu.
Libya sınırına yaklaştıkca sağlı sollu benzin
bidonları görüyoruz. Libya’dan gelen kaçak benzin, Tunus’daki
benzin fiyatının %10 altına satılıyor. Bidonlar çok kanıksanmış
bir manzara.. Polisler bile buralardan benzin alıyorlar. Zaten
etrafta benzinci de yok. Bu yolun bir diğer özelliği de her iki
tarafında kasap-lokanta birarada mola yerlerinin olması. Ortalık
derisi yüzülmüş, ve arka ayaklarından asılmış kuzudan geçilmiyor.
Askıdaki bitince kesilmek üzere duran diğer kuzular bina kenarlarında
bekleşiyorlar. Libya’ya giden kamyonların yoğun olduğu bu yol
üzerindeki kasap lokantaları cok tutuluyor. Etlerin üzerinden
havalanan sinek güruhlarına aldırmadan taze olmasının ve hemen
oracıkta pişirilmesini iştahla anlatıyorlar. Ramazan olduğu için
kesimin az olduğu söyleniyor. Sineklere karşı önlem olarak asılı
eti naylon poşet içine alanlar da var. Çöl sıcağının tepesinden
hiç inmediği bu yol kenarı lokantaları gerek Libya’lı şoförlerin,
gerekse evlerine giderken taze et almak isteyen Tunuslular’ın
favori alışveriş ve mola mekanları.
§
Matmata’dan önce Gabes şehrine uğruyoruz. Gabes,
kınası ile ünlü bir şehir. Tunus’un baharat ambarı. Kına otsu
bir bitki. Gabes ayrıca Bedevileri görmeye başladığımız ilk yer
oluyor. Yüzleri daha kemikli ve uzun olan Bedeviler dikkatli bakılınca
Araplardan hemen ayrılıyorlar. Neredeyse hepsinin ‘ermiş’ bir
hali var. Kılık kıyafetlerinden, hal ve tavırlarına kadar oranın
asıl sahibinin onlar olduğu o kadar açık ki, insan kendini fazlasıyla
‘misafir’ hissediyor.
Matmata’ya yaklaştıkca evler yok oluyor. Toprağın
rengi iyiden iyiye sarıya dönüyor. Hurma ağaçların arası giderek
açılıyor. Matmata’nın bir kaç özelliği var. İlki evleri ile ilgili.
Matmata’da yaşayanlar evlerini toprağın üstüne değil, altına yapmışlar..
Kaya katmanları arasındaki toprağı dışarı alarak oydukları bu
evlere zemin seviyesinde bir kapıdan giriliyor. Avluya açılan
göz göz oyuğun her biri ayrı bir oda. Mutfak zeminin bir kat altını
oyarak, kiler yapıyorlar. Gezdigimiz evde elektrik vardı. Ama
birçoğunda yok. Yağmur sularını biriktirdikleri su kuyuları evin
hemen önüne kazılmış. Ana giriş kapılarının üzerlerinde ellerini
yumuşak çamura bastırarak bıraktıkları el baskıları ile basit
bir balık figüru yapılıp, büyükçe bir boynuz yerleştirilmiş. Bereket
getiren balığın, koruyucu Fatma Ana’nın elinin ve güç vermesi
için boynuzun olması gerekliliğine derinden inanılıyor.
(Fotoğraf: Bahar Akpınar)
Bu yeralti evlerinin en güzel örnegi beş avlusu olan bir ev. Bu
ev dünyanin en meşhur evlerinden biri. Starwars-2‘deki Jedi köyüne
sahne olan Matmata, her üç Starwars filmine de dekor olmuş. Hollywood
Matmata’yı 70’li yıllarda keşfetmiş. Derken 96 ve 2000’de yeniden
uğramış. Starwars fanatikleri için kült bir yer olan Matmata benim
icin gölgeler şehri oluyor. Matmata’da Bedevileri anlamaya başlıyorum.
Hayat mülksüzleşiyor. Günlük hayatın olmazsa olmaz anlamlarının,
koşturmacalarının, kariyer hedeflerinin, yapılması gerekenlerin,
zorunluklukların ve sorumlulukların yok oldugu bir yer Matmata.
Orada sadece beden kalıyor insan. Sadece iki kol, iki bacak, bir
gövde, bir baş oluyor. Sürekli aynı manzaraya bakarak bambaşka
şeyler görebiliyor.. Güneş, gölgelerin yerlerini an-be-an degistirerek
aynı sahne üzerinde bambaşka kurgular yapıyor. Bedevinin biri,
otelin hemen yanında bütün gün ve bütün gece oturuyor. Matmata’daki
ilk saatin sonunda ‘nereye bakıyor bu adam?’ diye sormaktan vazgeçiyorum.
Gün batımında yaptığım küçük yürüyüşden dönerken Fransızca olarak
‘burada güneş battığı zaman herşey onunla birlikte batar’ diyor.
Ben güneşin batmasıyla içeri girerken, o, bütün gece aynı yerde
oturup, ayın çizdiği manzaraları seyre başlıyor. ‘Çöle açılan
kapı’ denilen bu şehirde çöl, içimde bir yerlerde bambaşka kapıları
aralamaya başlıyor. Çöle yaklaştıkca ‘misafir’ olma duygum seyreliyor.
(Fotoğraf: www.globalgeografia.com)
§
Sahra, hayalimdeki gibi kum tepelerinden ibaret değil. Çöl, çok
kaba tanımı ile üzerinde tarım yapılmayan toprak olarak ifade
ediliyor. Sahara’nın sadece % 20’si kadar bir alanı kum çölü iken,
geri kalanı kaya çölleri ve tuz göllerinden oluşuyor. Tuz gölü
denilen yerde herhangi bir su birikintisi yok. Çok kalın bir tuz
katmanının olduğu göz alabildiğine geniş arazide serap görmek
yaşanması gereken bir olay. Ufuk çizgisinin hemen önünde gittiğimiz
yere doğru giden trenler görüyorum. Gördüğüm an kaybediyorum.
Başımı çevirdiğim yerde yine görüyorum. Görür görmez gene yok
oluyorlar... Serap, geçmiş zamanın yokluk anları için çıldırtıcı
bir deneyim olmalı. Yokluk ne kadar büyükse, serap o kadar yakın,
o kadar büyük ve şiddetli oluyor.
Tuz gölünü geçip, Douz şehrine geliyoruz. Douz,
Sahra’nın kum kesiminin hemen yanına kurulmuş bir kent. Develere
binerek çöle doğru ilermeye başlıyoruz. Pet şişeler, naylon torbalar
arasından giriyoruz Sahra’ya. İyice içerilere girince develerden
iniyoruz. İnmemizle su, kola, Bedevi kafa sargıları satan satıcılar
bitiveriyor yanımızda.. Develerin sahibi adam onları uzaklaştırıyor.
Kum taneleri un gibiler. Asla daha büyük degil.. Un gibi bulaşıyorlar
ellerime.. Borges geliyor aklıma.. Ben de onun gibi Sahra’yı değiştirmeye
başlıyorum. Oturup bir kumul tepesine, kumları avuçlayıp avuçlayıp
havaya savuruyorum.. Yüzüm, gözüm çöl kumuna bulanıyor. Misafir
olma halim çölde sona eriyor. Çöle ne kadar ürkek girdiysem, o
kadar sahiplenmiş çıkıyorum. ‘Çöle giren insanla, çıkan insanın
aynı olmaz’ diyorlar. Sahra ile birlikte ben de değişiyorum. Daha
çıkarken orada olmayı özlüyorum..
(Fotoğraf: www.arrakis.es)
§
Douz – Tozeur arasından kilometrelerce giden
yol vahalar arasından ilerleyerek, Cezayir sınırının sekiz kilometre
yakınından geçiyor. Kurak Cezayir tepelerini görebiliyorum. Tozeur
mimarisi ile ilginç bir kent. Sarı kiremitlerden halı desenli
binaları olan, zengin, çölde geçen günlerin aksine hareketli bir
şehir..
Tozeur- Hammamet arasında müslümanlığın beş kutsal şehrinden biri
sayılan Kairouan’a uğruyoruz. Kuzey Afrika’nın ilk camisi bu kente
yapılmış. Medinası UNESCO tarafından koruma altına alınan Kairouan
halıları ile ünlü bir şehir. Medinanın ara sokakları sadece bir
insanın geçmesine izin verecek kadar dar. Eski zamanlarda şehrin
savunmasını kolaylaştırma düşüncesinin eseri bu dar sokaklarda
dolaşmak, insana farklı bir duygu veriyor. Osmanlıların 300 yıllık
hükümdarlığının izlerine pek rastlanmıyor Tunus’da. Ama Kairouan’daki
bir Barouta kuyusu bir Osmanlı Paşası olan Muhammed Bey tarafından
yapılmış. Kuzey Afrika camilerinde görülmeyen kubbe mimarisi ile
Osmanlı kimliği hemen anlaşılan yapı ilk bakışta bir camiyi anımsatıyor.
Bir kat merdiven çıkarak içine girilen yapıda sizi bir deve karşılıyor.
Orasından burasından rengarenk kumaş parçaları sallanan bu deve
hareket etmeye başlayınca ortadaki kuyudan su çekilmeye başlanıyor.
Bu suyun kaynağının Mekke’deki zemzem suyunun kaynağı ile aynı
olduğuna inanan halk, suya da zemzem suyu muamelesi yapıyor. Efsaneye
göre, zamanın beylerinden birinin çok sevdiği atını, altın bir
eğere sararak kuyunun hemen yakınlarına gömdüğü ve bu altın eğerin
yıllar sonra Mekke’de, zemzem kuyusunun orada bulundugu söyleniyor..
İnanç bir yana, Kairouan mistik havasıyla zaman boyutunu geçmişe
doğru alabildiğine genişleterek insana dinginlik hissi veriyor.
(Fotoğraf: Marie Jose Wollf)
§
Tunus, uzun zamandır şaşırmayan yanıma
çok iyi geliyor.. Hala şaşırabildiğimi görüp, dünya karşısında
küçülmenin keyfini yaşatıyor bana.. Sadece kum sarısı, parlak
güneş ve mavi gökyüzünden ibaret bir evrenin varlığını hissedip,
bir kum tanesi gibi ‘hiç’, bir kum tanesi gibi ‘çok’ olabilmenin
ayrımına varıyorum.. Belki de en çok bunu özlüyorum..
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz