SAYI 13 / 05 TEMMUZ 2004

 

ÇADOR VE MURATHAN MUNGAN

Tülay Akkoyun




“Hangi yazı hayata yetmişti?”

Ailesinden izler arayan Akhbar bir Sahaftan yaşama, ölüme, okumaya, kitaplara dair bilgece sözler dinler. Hayatın sırrı kitaplarda gizlidir. “Çok okuyan insanlara hayatın yetmediğini biliyordu. Kitapların dünyasında hayatı küçük gören, tehdit eden bir şey vardı. Hem hakkında bu kadar yazı yazılan hayat neydi? Hangi yazı hayata yetmişti?”

Sahafta raftaki kitaplara bakarak hayatın sırrını düşünür Akhbar, ama kelimeler çölünde kaybolmaktan korktuğu için okumak istemez. Kelimeler Akhbar’a içinin tehlikeli bir yer olduğunu söylediğinden, kelimeleri kendi içiyle dünya arasında engel olarak görmektedir.. Dünyayı kelimelerle
tarif etmeye kalksa, dünyanın büsbütün ürkünçleşeceğini düşünür.

Yaşlı Sahaf savaş sonrası talan olmuş ülkesinde insanların bakışlarının kör olduğunu ve insanların birbirlerinin
yüzlerinde kaybolduğunu, birinin yüzünden diğerinin yalnızlığına geçildiğini söyler, kelimelerden korkan Akhbar’a da sırtı kırmızı ibrişimle tutturulmuş küçük bir defter hediye eder.

Hayatın sırrı, yaşam, ölüm, savaş, çok okumuş bir sahafın
ve gurbetten ülkesine döndüğünde tanıdığı herkesi kaybettiğini öğrenen, kendi ülkesinde kendini yalnız, yabancı, üvey hisseden genç bir adamın bakış açılarıyla sorgulanır.
Hayatın anlamı, sırrı üzerine akıcı, sade bir dille yazılmış bu yapıt aslında çok derin felsefi düşünceler içermektedir.

İnsanın dünyaya, kendine yabancılaşmasını son derece akıcı, içten bir dille işlemekte Murathan Mungan “Çador” adlı son yapıtında. Orta Doğuda kadınların bir tür örtünme biçimi olan çadorun yerini, ipliksi parmaklıklarla gözleri kafeslenmiş, kumaştan bir çadıra benzeyen burkalar almakta ve kadınlar bu çadırların içine hapsedilmektedir.

Yıllar önce gurbette çalışmak için yurdundan çıkan bir delikanlı geri döndüğünde siyasi değişimler sonucu hiçbir şeyi yerinde bulamaz. Her şey dağılmış, talan olmuştur.

Burkanın içinden dünyaya bakışı irdeleyen Mungan,, burkanın içinden bakıldığında, görünenlerin azaldıkça hayallerin çoğalıp çoğalmadığını irdeler. Yasakların ilgi çekmesinden yola çıkılarak görüş açısı daraldıkça hayallerin çoğaldığı söylense de, yoksunluk, mahrumiyet durumunda hayaller tek avuntudur. Oysa burka bir imadır, çador ya da burka ile başlayan örtünme kadını kefene kadar örtünmeye götürür. Bu örtüler annelerimizin eskiden başlarını örtmeleri kadar masum değildir. Söz konusu ülkede burkanın içindeki kadınlar da Akhbar gibi kendi ülkelerinde, kendi bedenlerinden bile sürgün gibidirler. Görünmeleri yasaklanmış, parmaklıklı, kumaştan çadırlara hapsedilmiş gibidir burkalı kadınlar. Burkaların altında gövdenin kaybolabilirliği, gerçekliğin de kaybolabilirliğine işarettir. Örtü de, çador da, burka da birer imadır, karanlığa giden yola bir ima...

Savaşla gelen vahşet, şiddet bu ülkeyi derinden yaralamış, birçok insanın ölümüne, birçok ailenin parçalanıp yok olmasına neden olmuştur. Akhbar da ülkesine döndüğünde bu parçalanmışlığın getirdiği yalnızlığı, yabancılığı derinden hisseder. Geçmişe ait (annesi, ablası, kız kardeşi, erkek kardeşi) kimseyi bulamayınca sokakta kalır, kendini dünyaya daha önce hiç hissetmediği kadar yabancı, üvey hisseder. Çaldığı bütün kapılar bir bir yüzüne kapanır. Ölüm ve yasın hüküm sürdüğü ülkesinde bir şairin “Doğuda ölüm herkesin gizli meleğidir.”dizesi gelir aklına. Gerçek sürgünün gurbetten ülkesine döndüğü gün başladığını anlar. Bu şehrin artık hayatında hiçbir yeri yoktur, tanıdığı insanlarla birlikte bu şehir de ölmüştür.

Kendi yurdunda, kendi insanlarının arasında kapıldığı hüznü anlamlandıramaz.. Dönüşünden sonra uğradığı hayal kırıklığına bağlanamayacak kadar köklü bir yabancılık duymaktadır. Her yerden, hatta kendi gövdesinden bile sürgün oluşunu, burkanın altındaki kadınların herkesten daha iyi anlayabileceğini düşünür.

Ülkesine döndüğü gün kapısını çaldığı yaşlı adamın “Kelimeler itimadın olsun!” sözlerinden ürken Akhbar, geçmişe ait bir iz bulamayıp, umutsuzluğa düştüğünde kelimelere sığınmaya başlar, hem de yaşlı Sahafın ona verdiği sırtı kırmızı ibrişimle tutturulmuş küçük deftere yazar hissettiklerini, belki de yaşamın sırrını. Kelimelere yüklenen anlamlardan korkan Akhbar içinde bulunduğu boşluğu yine kelimelerle doldurmaya, varlığını kelimelerle anlamlandırmaya çalışır.

“Tek başına kalan insanın kapladığı o güçsüz yeri kaplamaya çalışıyorum. Varlığım bir toz bulutu, daha sert bir rüzgarda tozanlarına ayrışarak dağılıp gidecek bir toz bulutu. Benim kalıbımda bir boşluk bu. Sıcağın, şehrin ve çölün ortasında zamansızmış gibi duran bir boşluk.” diye yazar küçük deftere ve yazdıklarına kendi bile inanamaz.

Yazdıkça her boşluğun, içinin dolduğunu hisseder ve ruhunun derinliklerinde huzursuzluk taşıyan birçok insan gibi teselliyi yazıda bulur. Kitapların her şey olup bittikten sonrası için olduğunu düşünür. Hayatın sırrı kitaplarda gizlidir. Boşlukları doldurabilmek, yaşamı anlamlandırabilmek için yazmak gerekir. “Her şey daha önce yazılmış söylenmiş de olsa başka yaşamlar, başka yazılarda ölümsüzlüğü yakalamalıdır. Hem “Hangi yazı hayata yetmiştir ki?”