Ailesinden izler arayan Akhbar bir Sahaftan yaşama, ölüme, okumaya,
kitaplara dair bilgece sözler dinler. Hayatın sırrı kitaplarda gizlidir.
“Çok okuyan insanlara hayatın yetmediğini biliyordu. Kitapların
dünyasında hayatı küçük gören, tehdit eden bir şey vardı. Hem hakkında
bu kadar yazı yazılan hayat neydi? Hangi yazı hayata yetmişti?”
Sahafta raftaki kitaplara bakarak hayatın sırrını düşünür Akhbar,
ama kelimeler çölünde kaybolmaktan korktuğu için okumak istemez.
Kelimeler Akhbar’a içinin tehlikeli bir yer olduğunu söylediğinden,
kelimeleri kendi içiyle dünya arasında engel olarak görmektedir..
Dünyayı kelimelerle
tarif etmeye kalksa, dünyanın büsbütün ürkünçleşeceğini düşünür.
Yaşlı Sahaf savaş sonrası talan olmuş ülkesinde insanların bakışlarının
kör olduğunu ve insanların birbirlerinin
yüzlerinde kaybolduğunu, birinin yüzünden diğerinin yalnızlığına
geçildiğini söyler, kelimelerden korkan Akhbar’a da sırtı kırmızı
ibrişimle tutturulmuş küçük bir defter hediye eder.
Hayatın sırrı, yaşam, ölüm, savaş, çok okumuş bir sahafın
ve gurbetten ülkesine döndüğünde tanıdığı herkesi kaybettiğini öğrenen,
kendi ülkesinde kendini yalnız, yabancı, üvey hisseden genç bir
adamın bakış açılarıyla sorgulanır.
Hayatın anlamı, sırrı üzerine akıcı, sade bir dille yazılmış bu
yapıt aslında çok derin felsefi düşünceler içermektedir.
İnsanın dünyaya, kendine yabancılaşmasını son derece akıcı, içten
bir dille işlemekte Murathan Mungan “Çador” adlı son yapıtında.
Orta Doğuda kadınların bir tür örtünme biçimi olan çadorun yerini,
ipliksi parmaklıklarla gözleri kafeslenmiş, kumaştan bir çadıra
benzeyen burkalar almakta ve kadınlar bu çadırların içine hapsedilmektedir.
Yıllar önce gurbette çalışmak için yurdundan çıkan bir delikanlı
geri döndüğünde siyasi değişimler sonucu hiçbir şeyi yerinde bulamaz.
Her şey dağılmış, talan olmuştur.
Burkanın içinden dünyaya bakışı irdeleyen Mungan,, burkanın içinden
bakıldığında, görünenlerin azaldıkça hayallerin çoğalıp çoğalmadığını
irdeler. Yasakların ilgi çekmesinden yola çıkılarak görüş açısı
daraldıkça hayallerin çoğaldığı söylense de, yoksunluk, mahrumiyet
durumunda hayaller tek avuntudur. Oysa burka bir imadır, çador ya
da burka ile başlayan örtünme kadını kefene kadar örtünmeye götürür.
Bu örtüler annelerimizin eskiden başlarını örtmeleri kadar masum
değildir. Söz konusu ülkede burkanın içindeki kadınlar da Akhbar
gibi kendi ülkelerinde, kendi bedenlerinden bile sürgün gibidirler.
Görünmeleri yasaklanmış, parmaklıklı, kumaştan çadırlara hapsedilmiş
gibidir burkalı kadınlar. Burkaların altında gövdenin kaybolabilirliği,
gerçekliğin de kaybolabilirliğine işarettir. Örtü de, çador da,
burka da birer imadır, karanlığa giden yola bir ima...
Savaşla gelen vahşet, şiddet bu ülkeyi derinden yaralamış, birçok
insanın ölümüne, birçok ailenin parçalanıp yok olmasına neden olmuştur.
Akhbar da ülkesine döndüğünde bu parçalanmışlığın getirdiği yalnızlığı,
yabancılığı derinden hisseder. Geçmişe ait (annesi, ablası, kız
kardeşi, erkek kardeşi) kimseyi bulamayınca sokakta kalır, kendini
dünyaya daha önce hiç hissetmediği kadar yabancı, üvey hisseder.
Çaldığı bütün kapılar bir bir yüzüne kapanır. Ölüm ve yasın hüküm
sürdüğü ülkesinde bir şairin “Doğuda ölüm herkesin gizli meleğidir.”dizesi
gelir aklına. Gerçek sürgünün gurbetten ülkesine döndüğü gün başladığını
anlar. Bu şehrin artık hayatında hiçbir yeri yoktur, tanıdığı insanlarla
birlikte bu şehir de ölmüştür.
Kendi yurdunda, kendi insanlarının arasında kapıldığı hüznü anlamlandıramaz..
Dönüşünden sonra uğradığı hayal kırıklığına bağlanamayacak kadar
köklü bir yabancılık duymaktadır. Her yerden, hatta kendi gövdesinden
bile sürgün oluşunu, burkanın altındaki kadınların herkesten daha
iyi anlayabileceğini düşünür.
Ülkesine döndüğü gün kapısını çaldığı yaşlı adamın “Kelimeler itimadın
olsun!” sözlerinden ürken Akhbar, geçmişe ait bir iz bulamayıp,
umutsuzluğa düştüğünde kelimelere sığınmaya başlar, hem de yaşlı
Sahafın ona verdiği sırtı kırmızı ibrişimle tutturulmuş küçük deftere
yazar hissettiklerini, belki de yaşamın sırrını. Kelimelere yüklenen
anlamlardan korkan Akhbar içinde bulunduğu boşluğu yine kelimelerle
doldurmaya, varlığını kelimelerle anlamlandırmaya çalışır.
“Tek başına kalan insanın kapladığı o güçsüz yeri kaplamaya çalışıyorum.
Varlığım bir toz bulutu, daha sert bir rüzgarda tozanlarına ayrışarak
dağılıp gidecek bir toz bulutu. Benim kalıbımda bir boşluk bu. Sıcağın,
şehrin ve çölün ortasında zamansızmış gibi duran bir boşluk.” diye
yazar küçük deftere ve yazdıklarına kendi bile inanamaz.
Yazdıkça her boşluğun, içinin dolduğunu hisseder ve ruhunun derinliklerinde
huzursuzluk taşıyan birçok insan gibi teselliyi yazıda bulur. Kitapların
her şey olup bittikten sonrası için olduğunu düşünür. Hayatın sırrı
kitaplarda gizlidir. Boşlukları doldurabilmek, yaşamı anlamlandırabilmek
için yazmak gerekir. “Her şey daha önce yazılmış söylenmiş de olsa
başka yaşamlar, başka yazılarda ölümsüzlüğü yakalamalıdır. Hem “Hangi
yazı hayata yetmiştir ki?”