SAYI 13 / 05 TEMMUZ 2004

 

KRALLARIN ÜLKESİ TÜRKİYE - 2 (ÜNİFORMA FETİŞİZMİ)

Lodos Egelioğlu



Sıcak yaz günlerinde takım elbiselerini çıkarmayan insanlar kimler olabilir sizce? Bence onlar başta milletvekilleri, bürokratlar olmak üzere devlet erkanı; haziranın son haftasında İstanbul sokaklarında her metrekareye sık olarak görülen sivil polisler ve iş görüşmesine giden işsiz toprakdaşlarımızdır. Bellerindeki silahlar, ceketlerinin içcebindeki telsizler görülmesin diye işlerinin gereği takım elbise giyme durumu biraz anlaşılabilir belki ama devletimiz bu konuda biraz cimri bari yaz günü onlara yazlık takım elbise verse, çünkü onlar siyahlar içinde kısa saçlarıyla sivil olmaktan çok bir tür normal polis gibiler.

İnsanların kendilerini, içinde bulundukları toplumun ölçüleri doğrultusunda giyimleriyle ifade etmeleri dünyanın her yanında yaygın olan bir durumdur. Ancak işin içinde, başta kendine güven olgusu olmak üzere başka etkenlerin de olduğu gözden kaçmamalıdır. Bu noktada hemen vurgulanması gereken: Türkiyeli milletvekilinin takım elbisesini ve milletvekili ünvanını alın elinden, o artık bir hiçtir. Onlar ellerini kollarını rahat rahat sallayarak örneğin bir bara girip normal insanlar gibi bira iç(e)mezler (seçim zamanı cümbür cemaat mahalle kahvesi dolaşmalarını saymıyorum), beş yıldızlı otellerin önünden komik bir şekilde denize girerler ancak, ya da bisiklete, motosiklete binen bir milletvekili var mıdır? Varsa helal olsun ona, bir şekilde buluşalım kendisine 2 milyona bir bardak sulu bira ısmarlayacağım, söz.

Kavramsızlığın ülkesidir Türkiye sadece Kralların değil. Zaten bu kadar kral varsa, bu da kavramsızlıktandır. Diyeceğim şu ki ırkçılığın adı konmamıştır bu ülkede ancak adı bilinmese de azıyla çoğuyla ırkçılık vardır, seksizmin (cinsiyet ayrımcılığı) varlığı sugötürmez bir gerçektir, ageism’in (yaş ayrımcılığı) varlığı da öyle (gazetede iş ilanlarına bakın 30 yaşını geçmemiş olmak koşulu sizce ne?). Kısacası bu ülkede ayrımcılık hat safhadadır. En büyük ayrımcı da devlet ve onların olluk kuvvetleridir. Bir grup ülkücü biz yasadışı eylem yapacağız diye polise vermiş, polis gelmeyince, cepten arayıp biz eylem yapıyoruz, bakın yolu falan kapatıyoruz demişler, bir iki polis gelip onlara hadi tamam tamam demiş iş bitmiş. Biz solcuların için böyle bir şey söz konusu olabilir mi?

Bu ayrımcılık üniforma fetişizmiyle beslenir. Örneğin askeri üniformalı birinin önünde bütün kapılar açılıverir (saygı mı korku mu?). Bu durumu insanoğlu öyle kullanılır ki adam telefonda tanımadığı birine bir iş yaptırtacak, kendini binbaşı bilmem kim diye tanıtır ya da zillere bakarsınız albay ismi lazım değili görürsünüz, hele hele bir türlü iş hayatını da bırakamazlar her sabah tıraş olmayı bırakamadıkları gibi, özellikle 12 Eylül darbesinden sonra emekli subaylar yasa gereği bir sürü yere yerleştirildiler ya da belki bir kurumda emekli tuğgeneral çalıştırmak o kuruma başka kapılar açtığındandır. Yani hiçbir şey yapamayan site kurar. Albaylar sitesi adında ülkenin en verimli toprakları üzerine kurulu bir yazlık sitenin varlığına tanık oldum. Aslında albaylar albaylıklarıyla kalsalar derdim değil onların eşleri (albayanlar) da yüktür bu ülkenin üzerine. Bakınız şimdi ülkenin her yerinde orduevleri var, bu yerler askerlerin yedi sülalelerine hizmet etmekteler. Yaşantılarının en önemli dönemlerinde vatani görevlerini yapan gençlerimiz ise onların aşçısı, berberi, kuaförü, garsonu, bulaşıkçısı, şoförü, kapısında 24 saat koruma görevlisidir, atladığım daha neler vardır kim bilir.

Diyeceğim vatanı savunan askerlerimiz kimi zaman sivillerin arasında lojmanlarda yaşarlar, o lojmanların köşelerinde kum çuvallarının ardında bekleşen nöbetçiler bitimsiz bir iç savaşın göstergesidir aslında: bu iç savaş üniformalılarla üniformasızların kimi zaman sıcaklaşan ama çoğu zaman soğuk seyreden bir iç savaşıdır. Adamlar askeri mantıkla toplumun yönetilemeyeceğini bir türlü anlayamazlar doğaları gereği. Buna en güzel örnek askeri hukuktaki şu maddedir: savaş esnasında bir asker intihar girişiminde bulunursa cezası ölümdür!

Kısacası lojmanları, tatil kampları, dinlenme mekanları, bir nevi otelleriyle askerler toplumdan daha çok birbirleriyle ilişkilidir, topluma karşı ise onlar başka bir zümredir. Bu örneklem doğrultusunda diğer meslek grupları da hareket ederek ve örneğin polisler hemen aynı yolları izleyerek oteller, yazlık kamplar falan kurma yolunda ilerlemedeler. Her ne kadar üniformasız da olsalar sevgili öğretmenlerimiz de öğretmenevi kurmuşlar. Benim tedirginliğimin çıkış noktası da burası; zaten toplumda var olan ekonomik dengesizliklerin sonucu yaşanılan mahaller ya da siteler birbirlerinden kopuk hale geliyor. İletişimsizlik birbirini tanımamayı ve dolayısıyla da ötekileştirmeyi getiriyor sonuçta.

Bunun adı bir iç savaştır (bu iç savaş ise bir çeşit zenginlerle yoksullar arasındaki iç savaştır ve gözardı edilir.) Eğer bütün alışveriş merkezlerinin kapısında güvenlik görevlileri bekliyorsa, bunun işareti yakın gelecekte parası olanın, nasıl evine hizmetçi getiriyorsa, yanına bir koruma polisi tutmasıdır. Kralların ülkesi, kendini kral sananların ülkesi böyle bir ülkedir ki daha sırada aşiret liderleri, tarikat şeyhleri, babalar, dedeler vardır ki bunların hepsi de yoğunluğu şimdilik tam olarak algılanamayan soğuk iç savaştan ve ekonomik dengesizliklerden beslenirler. Bora Ercan’ın irrasyonalizm olarak adlandırdığı ülkemizin gerçeklerine sonunda biz de yaşasın Sedat Bucak ve onu ziyarete giden devlet erkanı deyip Mehmet Ağar’a mı oy vermeliyiz?

Not: Dünyanın en kötü savaşları iç savaşlar. İnsanın aynı dili konuştuğu konuştuğu ve önceden bilendiği birisiyle savaşın ne denli acımasız ve birbirine karıştığına en güzel örnek Yugoslavya’nın çözülmesinden sonra yaşanmıştır. Bosnalılar, Sırplar ve Hırvatlar aynı dili konuşan aynı ırkın/milletin farklı dinleri/mezhepleri benimsemiş üyeleri olarak bir dünya tarihinde bir trajedi yaratmayı başarmışlardır. Üç bileşen birbirleriy mücadele etmişlerdir. Yukarıda soğuk iç savaş ya da adı konmamış gerilimler de birbirlerine karışmış durumdadır.