Sıcak yaz günlerinde takım elbiselerini çıkarmayan
insanlar kimler olabilir sizce? Bence onlar başta milletvekilleri,
bürokratlar olmak üzere devlet erkanı; haziranın son haftasında
İstanbul sokaklarında her metrekareye sık olarak görülen sivil polisler
ve iş görüşmesine giden işsiz toprakdaşlarımızdır. Bellerindeki
silahlar, ceketlerinin içcebindeki telsizler görülmesin diye işlerinin
gereği takım elbise giyme durumu biraz anlaşılabilir belki ama devletimiz
bu konuda biraz cimri bari yaz günü onlara yazlık takım elbise verse,
çünkü onlar siyahlar içinde kısa saçlarıyla sivil olmaktan çok bir
tür normal polis gibiler.
İnsanların kendilerini, içinde bulundukları toplumun
ölçüleri doğrultusunda giyimleriyle ifade etmeleri dünyanın her
yanında yaygın olan bir durumdur. Ancak işin içinde, başta kendine
güven olgusu olmak üzere başka etkenlerin de olduğu gözden kaçmamalıdır.
Bu noktada hemen vurgulanması gereken: Türkiyeli milletvekilinin
takım elbisesini ve milletvekili ünvanını alın elinden, o artık
bir hiçtir. Onlar ellerini kollarını rahat rahat sallayarak örneğin
bir bara girip normal insanlar gibi bira iç(e)mezler (seçim zamanı
cümbür cemaat mahalle kahvesi dolaşmalarını saymıyorum), beş yıldızlı
otellerin önünden komik bir şekilde denize girerler ancak, ya da
bisiklete, motosiklete binen bir milletvekili var mıdır? Varsa helal
olsun ona, bir şekilde buluşalım kendisine 2 milyona bir bardak
sulu bira ısmarlayacağım, söz.
Kavramsızlığın ülkesidir Türkiye sadece Kralların
değil. Zaten bu kadar kral varsa, bu da kavramsızlıktandır. Diyeceğim
şu ki ırkçılığın adı konmamıştır bu ülkede ancak adı bilinmese de
azıyla çoğuyla ırkçılık vardır, seksizmin (cinsiyet ayrımcılığı)
varlığı sugötürmez bir gerçektir, ageism’in (yaş ayrımcılığı) varlığı
da öyle (gazetede iş ilanlarına bakın 30 yaşını geçmemiş olmak koşulu
sizce ne?). Kısacası bu ülkede ayrımcılık hat safhadadır. En büyük
ayrımcı da devlet ve onların olluk kuvvetleridir. Bir grup ülkücü
biz yasadışı eylem yapacağız diye polise vermiş, polis gelmeyince,
cepten arayıp biz eylem yapıyoruz, bakın yolu falan kapatıyoruz
demişler, bir iki polis gelip onlara hadi tamam tamam demiş iş bitmiş.
Biz solcuların için böyle bir şey söz konusu olabilir mi?
Bu ayrımcılık üniforma fetişizmiyle beslenir. Örneğin askeri üniformalı
birinin önünde bütün kapılar açılıverir (saygı mı korku mu?). Bu
durumu insanoğlu öyle kullanılır ki adam telefonda tanımadığı birine
bir iş yaptırtacak, kendini binbaşı bilmem kim diye tanıtır ya da
zillere bakarsınız albay ismi lazım değili görürsünüz, hele hele
bir türlü iş hayatını da bırakamazlar her sabah tıraş olmayı bırakamadıkları
gibi, özellikle 12 Eylül darbesinden sonra emekli subaylar yasa
gereği bir sürü yere yerleştirildiler ya da belki bir kurumda emekli
tuğgeneral çalıştırmak o kuruma başka kapılar açtığındandır. Yani
hiçbir şey yapamayan site kurar. Albaylar sitesi adında ülkenin
en verimli toprakları üzerine kurulu bir yazlık sitenin varlığına
tanık oldum. Aslında albaylar albaylıklarıyla kalsalar derdim değil
onların eşleri (albayanlar) da yüktür bu ülkenin üzerine. Bakınız
şimdi ülkenin her yerinde orduevleri var, bu yerler askerlerin yedi
sülalelerine hizmet etmekteler. Yaşantılarının en önemli dönemlerinde
vatani görevlerini yapan gençlerimiz ise onların aşçısı, berberi,
kuaförü, garsonu, bulaşıkçısı, şoförü, kapısında 24 saat koruma
görevlisidir, atladığım daha neler vardır kim bilir.
Diyeceğim vatanı savunan askerlerimiz kimi zaman
sivillerin arasında lojmanlarda yaşarlar, o lojmanların köşelerinde
kum çuvallarının ardında bekleşen nöbetçiler bitimsiz bir iç savaşın
göstergesidir aslında: bu iç savaş üniformalılarla üniformasızların
kimi zaman sıcaklaşan ama çoğu zaman soğuk seyreden bir iç savaşıdır.
Adamlar askeri mantıkla toplumun yönetilemeyeceğini bir türlü anlayamazlar
doğaları gereği. Buna en güzel örnek askeri hukuktaki şu maddedir:
savaş esnasında bir asker intihar girişiminde bulunursa
cezası ölümdür!
Kısacası lojmanları, tatil kampları, dinlenme mekanları,
bir nevi otelleriyle askerler toplumdan daha çok birbirleriyle ilişkilidir,
topluma karşı ise onlar başka bir zümredir. Bu örneklem doğrultusunda
diğer meslek grupları da hareket ederek ve örneğin polisler hemen
aynı yolları izleyerek oteller, yazlık kamplar falan kurma yolunda
ilerlemedeler. Her ne kadar üniformasız da olsalar sevgili öğretmenlerimiz
de öğretmenevi kurmuşlar. Benim tedirginliğimin çıkış noktası da
burası; zaten toplumda var olan ekonomik dengesizliklerin sonucu
yaşanılan mahaller ya da siteler birbirlerinden kopuk hale geliyor.
İletişimsizlik birbirini tanımamayı ve dolayısıyla da ötekileştirmeyi
getiriyor sonuçta.
Bunun adı bir iç savaştır (bu iç savaş ise bir
çeşit zenginlerle yoksullar arasındaki iç savaştır ve gözardı edilir.)
Eğer bütün alışveriş merkezlerinin kapısında güvenlik görevlileri
bekliyorsa, bunun işareti yakın gelecekte parası olanın, nasıl evine
hizmetçi getiriyorsa, yanına bir koruma polisi tutmasıdır. Kralların
ülkesi, kendini kral sananların ülkesi böyle bir ülkedir ki daha
sırada aşiret liderleri, tarikat şeyhleri, babalar, dedeler vardır
ki bunların hepsi de yoğunluğu şimdilik tam olarak algılanamayan
soğuk iç savaştan ve ekonomik dengesizliklerden beslenirler. Bora
Ercan’ın irrasyonalizm olarak adlandırdığı ülkemizin gerçeklerine
sonunda biz de yaşasın Sedat Bucak ve onu ziyarete giden devlet
erkanı deyip Mehmet Ağar’a mı oy vermeliyiz?
Not: Dünyanın en kötü savaşları iç savaşlar.
İnsanın aynı dili konuştuğu konuştuğu ve önceden bilendiği birisiyle
savaşın ne denli acımasız ve birbirine karıştığına en güzel örnek
Yugoslavya’nın çözülmesinden sonra yaşanmıştır. Bosnalılar, Sırplar
ve Hırvatlar aynı dili konuşan aynı ırkın/milletin farklı dinleri/mezhepleri
benimsemiş üyeleri olarak bir dünya tarihinde bir trajedi yaratmayı
başarmışlardır. Üç bileşen birbirleriy mücadele etmişlerdir. Yukarıda
soğuk iç savaş ya da adı konmamış gerilimler de birbirlerine karışmış
durumdadır.