SAYI 13 / 05 Temmuz 2004

 

BİR KLİŞE: KANALLAR ŞEHRİ AMSTERDAM

Gökhan Orhan


Evet başlığımız oldukça bilinen
bir klişeyi tekrarlıyor, ben de baştan
bu durumu kabul ediyorum. Evet
kanallar üstüne kurulmuş bir şehir Amsterdam. Belki hiçbir şey aslının
yerini tutmaz ama insanlar yine de Amsterdam’ı, Kuzeyin Venediği olarak adlandırıyorlar. Aslında sadece Amsterdam değil kuzey Avrupa’da
kanalları olan Brugge gibi diğer
şehirler de bu unvanı taşıyorlar ama dediğim gibi o ayrı bu ayrı. Ama yine
de ne yalan söyleyeyim kanalları bu
şehre ayrı bir hava veriyor. Düşünsenize adamların sadece çöp kamyonları değil aynı zamanda çöp tekneleri filan var, kanallarda gezip çöpleri topluyorlar. Şehri, mimarisini filan tekne turuyla görüp tanıyabiliyorsunuz. Kanallarda demirli tekne-evlerde yaşayan bir sürü insan var. Amsterdam aslında sadece kanallarıyla değil, aynı zamanda kırmızı ışıklı evlerle dolu mahalleleri, bu evlerin etrafına serpiştirilmiş sex shop tarzı mekanları ve diğer ülkelerde kullanımı yasak olan keyif verici maddelere karşı liberal yaklaşımından mütevellit zengin mönülere sahip kafeleriyle de meşhur. Bir de tabi meraklıları için güzel müzeleri var, Van Gogh Müzesi kesinlikle tavsiye edilir. İşkence Müzesi bile vardır, ama Türkiye’den geldiğinizi duyunca “Muhtemelen İşkence Müzesi size çekici gelmez, siz zaten o müzedeki aletlere aşinasınızdır, malum ulusal kültürünüz” gibisinden hafif tacizle karışık şakalara muhatap olabilirsiniz!! Ayrıca Gouda ve Edam peynirleri, tahtadan ayakkabıları ve her yerde karşınıza çıkan bisikletleri de vardır. Rivayete göre her yıl kanallardan bir sürü bisiklet leşi çıkıyormuş. Her keseye hitap eden otelleri ve öğrencilere ve gezginlere hitap eden hostelleri de var. Laf aramızda hosteller arasında en düzenli ve temiz olanı, kırmızı ışıklı mahallenin göbeğinde yer almakla birlikte, bir kilisenin işlettiği hosteldir. Orada da rezervasyonla birlikte anadiliniz sorarlar ve kendi dilinizde Hıristiyanlık propagandası yapan bir kitabı elinize tutuştururlar, ama hepsi o kadar. Köşe başlarında bir bakışta milliyetinizi anlayıp kendi dilinizde “merhaba kardeş” diyerekten yanınıza yanaşan Kuzey Afrikalı sokak satıcıları da vardır. “Yok istemem” deyince de “bizim mallar da Türkiye’den geliyor, Türkiyeli toptancılardan alıyoruz, gerçekten çok kalitelidir” diyerekten son bir kere şanslarını denerler ve sonrasında iş çıkmayacağını anlayınca başka müşterilere doğru yanaşırlar.

Ama ben bu yazıdaki meramım sadece müzeleri ya da kafeleri anlatmak değil. Aslında dünyamızın ne kadar da küçük olduğunu anlatacağım, bir de Anadolu’dan kopanların nasıl dünyanın dört bir yanına dağıldıklarını ve giderken beraberlerinde götürdüklerinin onları hiçbir bile an yalnız bırakmadığını…

Yıllar önce bir Aralık akşamında Amsterdam’a ayak bastığımda nerede kalacağım konusunda
fazla bir fikrim yoktu, ama beni Nijmegen’den trene bindiren arkadaşım birkaç yer tarif etmişti. Ben de bu ucuz öğrenci hostellerinden birinde yer buldum. Bu hosteller zamanında çiçek çocuklarının Nepal
ve Katmandu yollarındaki önemli duraklarından biriymiş, hala daha sırtında çantasıyla dünyayı dolaşmaya çıkanların önemli durakları arasında buralar. Eşyalarımı bıraktıktan sonra danışmadaki görevlilere Endonezya mutfağını merak ettiğimi ve acaba bana tavsiye edebilecekleri bir lokanta olup olmadığını sordum. Ortada öyle Hollanda yemeklerini sunan bir lokanta göremediğimden dolayı ben de ortadaki uluslararası lokantaların arasında en egzotik olanında karar kılmıştım.
Malum her zaman olduğu gibi temiz ama hesaplı bir yer arıyoruz, öğrenci işi. Oradan bir isim verdiler. İşte tam Türkiye usulü, “üç kanal geç, iki köprü sonrası sağa dön sola dön orada sor gösterirler” şeklinde bir tarif aldıktan sonra yola koyuldum. Derken mekanı buldum, etnik motiflerle dekore edilmiş küçük bir mekan ve içerisi hınca hınç dolu. Kenarda küçük bir masa buldum. Tabi ki mönü bana baktı ben mönüye baktım ve sonunda muhtelif yemeklerin azar azar sunulduğu bir tabak ısmarladım. Yemekler fena değildi. Baharatları farklıydı, satay sosları ağırlıktaydı, pilavları güzeldi, taze fasulye ilginç bir şekilde bizimkilere benziyordu filan derken yan masalardaki insanlarla sohbete başladık. Bu müşterilerden biri kendisinin de şehirde misafir olduğunu ve hemen her gelişinde mönüdeki özel soslu uskumru yemeği için bu lokantaya geldiğini anlattı. Hatta arkadaşına takılarak aslında Amsterdam’a sadece bu yemek için geldiğini söyledi ve bir dahaki sefere denemem için yemeğin mönüdeki yerini bile gösterdi. Ayrıca bu devamlı gittiğiniz bir lokantadaki mönüde yer alan yemek numarasını bilmek oldukça faydalıdır!! Zamandan tasarruftur ve özellikle de Çin Lokantalarında filan kötü bir sürprizle karşılaşmanızı önler.

Yabancı bir şehirde az da olsa tanıdığım bir yere gitme dürtüsü mü yoksa bir akşam önce methedilen yemek mi bilmiyorum ama ertesi akşam ben tabi ki yine aynı lokantaya doğru yollandım. Koltuğumun altında da yoldaki gazete bayisinden aldığım bir Türk gazetesi. Ancak bu sefer mekan oldukça doluydu, ben de aynı lokantanın yan sokaktaki şubesine gittim. Hemen mönüden uskumru yemeğini ısmarladım ve gazetemi okumaya başladım. Bir yandan da kulağıma garsonların kendi aralarındaki konuşmaları takıldı. Sanki lafların arasına Arapça, Yunanca, gibi bir şeyler karışıyordu. Mesela birbirlerine Yunanca küfürlerle takılıyorlardı. Derken kırmızı soslu bol baharatlı yemeğim geldi ve esmer garsonum “afiyet olsun” diyerekten servisimi yaptı. Ben teşekkür edip yemeğime devam ettim, ama kafam iyice karışmış ve tabi ki merakım iyiden iyiye artmaya başlamıştı. Yemeğimin sonuna doğru garson yanıma oturdu. Önce kendini tanıttı, ismi Ohannes’miş, kısaca Ohan diyebilirsin dedi.
“Okuduğunuz gazeteyi görünce merhaba dedim, başka gazete olsa belki hiç seslenmezdim” diyerekten başladı ve uzun hikayesini anlattı. Doğu Karadenizin Ermeni nüfusu yoğun bir
kasabasından gelen Ohan önce baskılara dayanamayan ailesiyle birlikte İstanbul’a göçmüş. Daha sonra 12 Eylülle birlikte akrabalarının daha önce göçüp yerleştiği Amsterdam’a gelmişler. Ailesinin büyük çoğunluğu tamircilikle filan uğraşıyormuş ama kendisi o işleri sevmediği için garsonluk yapıyormuş. Asimilasyondan bahsetti uzun uzun, isim değiştirenler, din değiştirenler, olmadı memleket değiştirenler. Sohbet uzayınca birer kahve getirdi ve anlatmaya devam etti. O
anlattı benim içimde bir şeyler sızladı, o anlattı benim içimde bir şeyler kanadı. Köklerinden
kopup uzaklara giden bu insanın belki de bir daha hiç göremeyeceği ülkesini uzun uzun ve de
hasretle anlatması beni de kötü yaptı.

En sonunda “inanır mısın abi” dedi “bazen çok üzülüyorum. Buradaki arkadaşlarımın hemen tamamı Türkiyeli ve ben hepsini çok seviyorum ve gerçekten de kendimi onların yanında çok rahat hissediyorum. Aynı topraklardan gelmişiz, konuştuğumuz dil aynı, ama onlar beni çok
kırıyorlar. Bu PKK meselesi yüzünden her küfür ettiklerinde araya biz de gidiyoruz. Biliyorum belki beni öyle görmüyorlar ama yine de çok kırılıyorum. Hatta bu yüzden zaman zaman tartışıyoruz” dedi. Belli ki kırılıyordu ama yine de Türkiyeli arkadaşlarından vazgeçemiyordu.

Çıkarken “kahve benden olsun abi” dedi. Bir de mekan sahibiyle de tanıştırdı, o da Ermeniymiş, şu an unuttum nereli olduğunu ama o da buralardan bir yerlerden. Galiba o da İran kökenliydi. Ve lakin gittiğim Endonezya lokantasında dekorasyon ve yemekler hariç hemen her şey bizim oralardanmış. Kim bilir belki yemeklerin bile aslına uygun Endonezya yemekleriyle fazla bir alakası yoktu. Belki o yüzden taze fasulyenin tadı yabancı değildi. Ama yemekten sonra ağzımda kalan o buruk tat hiç te yabancı değildi. Türkiye’nin ve hata dünyanın pek çok yerinde dinlediğim yerinden yurdundan olmuş insanların hasret hikayeleri galiba hep aynı buruk tadı bırakıyor.