Evet
başlığımız oldukça bilinen
bir klişeyi tekrarlıyor, ben de baştan
bu durumu kabul ediyorum. Evet
kanallar üstüne kurulmuş bir şehir Amsterdam. Belki hiçbir şey aslının
yerini tutmaz ama insanlar yine de Amsterdam’ı, Kuzeyin Venediği
olarak adlandırıyorlar. Aslında sadece Amsterdam değil kuzey Avrupa’da
kanalları olan Brugge gibi diğer
şehirler de bu unvanı taşıyorlar ama dediğim gibi o ayrı bu ayrı.
Ama yine
de ne yalan söyleyeyim kanalları bu
şehre ayrı bir hava veriyor. Düşünsenize adamların sadece çöp kamyonları
değil aynı zamanda çöp tekneleri filan var, kanallarda gezip çöpleri
topluyorlar. Şehri, mimarisini filan tekne turuyla görüp tanıyabiliyorsunuz.
Kanallarda demirli tekne-evlerde yaşayan bir sürü insan var. Amsterdam
aslında sadece kanallarıyla değil, aynı zamanda kırmızı ışıklı evlerle
dolu mahalleleri, bu evlerin etrafına serpiştirilmiş sex shop tarzı
mekanları ve diğer ülkelerde kullanımı yasak olan keyif verici maddelere
karşı liberal yaklaşımından mütevellit zengin mönülere sahip kafeleriyle
de meşhur. Bir de tabi meraklıları için güzel müzeleri var, Van
Gogh Müzesi kesinlikle tavsiye edilir. İşkence Müzesi bile vardır,
ama Türkiye’den geldiğinizi duyunca “Muhtemelen İşkence Müzesi size
çekici gelmez, siz zaten o müzedeki aletlere aşinasınızdır, malum
ulusal kültürünüz” gibisinden hafif tacizle karışık şakalara muhatap
olabilirsiniz!! Ayrıca Gouda ve Edam peynirleri, tahtadan ayakkabıları
ve her yerde karşınıza çıkan bisikletleri de vardır. Rivayete göre
her yıl kanallardan bir sürü bisiklet leşi çıkıyormuş. Her keseye
hitap eden otelleri ve öğrencilere ve gezginlere hitap eden hostelleri
de var. Laf aramızda hosteller arasında en düzenli ve temiz olanı,
kırmızı ışıklı mahallenin göbeğinde yer almakla birlikte, bir kilisenin
işlettiği hosteldir. Orada da rezervasyonla birlikte anadiliniz
sorarlar ve kendi dilinizde Hıristiyanlık propagandası yapan bir
kitabı elinize tutuştururlar, ama hepsi o kadar. Köşe başlarında
bir bakışta milliyetinizi anlayıp kendi dilinizde “merhaba kardeş”
diyerekten yanınıza yanaşan Kuzey Afrikalı sokak satıcıları da vardır.
“Yok istemem” deyince de “bizim mallar da Türkiye’den geliyor, Türkiyeli
toptancılardan alıyoruz, gerçekten çok kalitelidir” diyerekten son
bir kere şanslarını denerler ve sonrasında iş çıkmayacağını anlayınca
başka müşterilere doğru yanaşırlar.
Ama ben bu yazıdaki meramım sadece müzeleri ya
da kafeleri anlatmak değil. Aslında dünyamızın ne kadar da küçük
olduğunu anlatacağım, bir de Anadolu’dan kopanların nasıl dünyanın
dört bir yanına dağıldıklarını ve giderken beraberlerinde götürdüklerinin
onları hiçbir bile an yalnız bırakmadığını…
Yıllar
önce bir Aralık akşamında Amsterdam’a ayak bastığımda nerede kalacağım
konusunda
fazla bir fikrim yoktu, ama beni Nijmegen’den trene bindiren arkadaşım
birkaç yer tarif etmişti. Ben de bu ucuz öğrenci hostellerinden
birinde yer buldum. Bu hosteller zamanında çiçek çocuklarının Nepal
ve Katmandu yollarındaki önemli duraklarından biriymiş, hala daha
sırtında çantasıyla dünyayı dolaşmaya çıkanların önemli durakları
arasında buralar. Eşyalarımı bıraktıktan sonra danışmadaki görevlilere
Endonezya mutfağını merak ettiğimi ve acaba bana tavsiye edebilecekleri
bir lokanta olup olmadığını sordum. Ortada öyle Hollanda yemeklerini
sunan bir lokanta göremediğimden dolayı ben de ortadaki uluslararası
lokantaların arasında en egzotik olanında karar kılmıştım.
Malum her zaman olduğu gibi temiz ama hesaplı bir yer arıyoruz,
öğrenci işi. Oradan bir isim verdiler. İşte tam Türkiye usulü, “üç
kanal geç, iki köprü sonrası sağa dön sola dön orada sor gösterirler”
şeklinde bir tarif aldıktan sonra yola koyuldum. Derken mekanı buldum,
etnik motiflerle dekore edilmiş küçük bir mekan ve içerisi hınca
hınç dolu. Kenarda küçük bir masa buldum. Tabi ki mönü bana baktı
ben mönüye baktım ve sonunda muhtelif yemeklerin azar azar sunulduğu
bir tabak ısmarladım. Yemekler fena değildi. Baharatları farklıydı,
satay sosları ağırlıktaydı, pilavları güzeldi, taze fasulye ilginç
bir şekilde bizimkilere benziyordu filan derken yan masalardaki
insanlarla sohbete başladık. Bu müşterilerden biri kendisinin de
şehirde misafir olduğunu ve hemen her gelişinde mönüdeki özel soslu
uskumru yemeği için bu lokantaya geldiğini anlattı. Hatta arkadaşına
takılarak aslında Amsterdam’a sadece bu yemek için geldiğini söyledi
ve bir dahaki sefere denemem için yemeğin mönüdeki yerini bile gösterdi.
Ayrıca bu devamlı gittiğiniz bir lokantadaki mönüde yer alan yemek
numarasını bilmek oldukça faydalıdır!! Zamandan tasarruftur ve özellikle
de Çin Lokantalarında filan kötü bir sürprizle karşılaşmanızı önler.
Yabancı bir şehirde az da olsa tanıdığım bir yere
gitme dürtüsü mü yoksa bir akşam önce methedilen yemek mi bilmiyorum
ama ertesi akşam ben tabi ki yine aynı lokantaya doğru yollandım.
Koltuğumun altında da yoldaki gazete bayisinden aldığım bir Türk
gazetesi. Ancak bu sefer mekan oldukça doluydu, ben de aynı lokantanın
yan sokaktaki şubesine gittim. Hemen mönüden uskumru yemeğini ısmarladım
ve gazetemi okumaya başladım. Bir yandan da kulağıma garsonların
kendi aralarındaki konuşmaları takıldı. Sanki lafların arasına Arapça,
Yunanca, gibi bir şeyler karışıyordu. Mesela birbirlerine Yunanca
küfürlerle takılıyorlardı. Derken kırmızı soslu bol baharatlı yemeğim
geldi ve esmer garsonum “afiyet olsun” diyerekten servisimi yaptı.
Ben teşekkür edip yemeğime devam ettim, ama kafam iyice karışmış
ve tabi ki merakım iyiden iyiye artmaya başlamıştı. Yemeğimin sonuna
doğru garson yanıma oturdu. Önce kendini tanıttı, ismi Ohannes’miş,
kısaca Ohan diyebilirsin dedi.
“Okuduğunuz gazeteyi görünce merhaba dedim, başka gazete olsa belki
hiç seslenmezdim” diyerekten başladı ve uzun hikayesini anlattı.
Doğu Karadenizin Ermeni nüfusu yoğun bir
kasabasından gelen Ohan önce baskılara dayanamayan ailesiyle birlikte
İstanbul’a göçmüş. Daha sonra 12 Eylülle birlikte akrabalarının
daha önce göçüp yerleştiği Amsterdam’a gelmişler. Ailesinin büyük
çoğunluğu tamircilikle filan uğraşıyormuş ama kendisi o işleri sevmediği
için garsonluk yapıyormuş. Asimilasyondan bahsetti uzun uzun, isim
değiştirenler, din değiştirenler, olmadı memleket değiştirenler.
Sohbet uzayınca birer kahve getirdi ve anlatmaya devam etti. O
anlattı benim içimde bir şeyler sızladı, o anlattı benim içimde
bir şeyler kanadı. Köklerinden
kopup uzaklara giden bu insanın belki de bir daha hiç göremeyeceği
ülkesini uzun uzun ve de
hasretle anlatması beni de kötü yaptı.
En sonunda “inanır mısın abi” dedi “bazen çok üzülüyorum.
Buradaki arkadaşlarımın hemen tamamı Türkiyeli ve ben hepsini çok
seviyorum ve gerçekten de kendimi onların yanında çok rahat hissediyorum.
Aynı topraklardan gelmişiz, konuştuğumuz dil aynı, ama onlar beni
çok
kırıyorlar. Bu PKK meselesi yüzünden her küfür ettiklerinde araya
biz de gidiyoruz. Biliyorum belki beni öyle görmüyorlar ama yine
de çok kırılıyorum. Hatta bu yüzden zaman zaman tartışıyoruz” dedi.
Belli ki kırılıyordu ama yine de Türkiyeli arkadaşlarından vazgeçemiyordu.
Çıkarken “kahve benden olsun abi” dedi. Bir
de mekan sahibiyle de tanıştırdı, o da Ermeniymiş, şu an unuttum
nereli olduğunu ama o da buralardan bir yerlerden. Galiba o da İran
kökenliydi. Ve lakin gittiğim Endonezya lokantasında dekorasyon
ve yemekler hariç hemen her şey bizim oralardanmış. Kim bilir belki
yemeklerin bile aslına uygun Endonezya yemekleriyle fazla bir alakası
yoktu. Belki o yüzden taze fasulyenin tadı yabancı değildi. Ama
yemekten sonra ağzımda kalan o buruk tat hiç te yabancı değildi.
Türkiye’nin ve hata dünyanın pek çok yerinde dinlediğim yerinden
yurdundan olmuş insanların hasret hikayeleri galiba hep aynı buruk
tadı bırakıyor.