SAYI 13 / 05 Temmuz 2004

 

TARİHE, BELGESELE, REKLAMA DAİR BAŞLIKSIZ BİR YAZI

Etem Özgüven


Belgesel arkaik ve çağdışı bir kelime gibi geliyor kulağa. Sürekli olarak çok farklı şekillerde yanlış anlaşılmış ve yanlış kullanılan bir kelime, kavram; Örneğin günümüzde insanlar "Ben sabahtan akşama kadar diskaviri ya da neyşinıl ceyografik seyrediyorum" derken entellektüel düzeylerini, duyarlı kişiliklerini belgesel izlediklerini kanıtlayarak sergilemek istiyorlar. Halbuki o kanallardaki şeyler doğru kullanılan anlamıyla belgesele en uzak yapımlar.

Belgeseller; araştırmacılar tarafından hayli farklı şekillerde sınıflandırılıyorlar. Etnolojik, araştırma, yolculuk, doğa belgeselleri; haber gerçek belgeseller, doküdramalar ya da bavul belgeselleri vs. Bu ayırımların bir televizyon kurumunda rafların tasnifini kolaylaştırması ya da bir araştırmacının incelemelerini daha düzenli yapabilmesi dışında "belgesel" öğrencilerine bir faydası olacağını düşünmediğim için bu sınıflamalara girmiyorum. Derslerimde tüm belgeselleri "propaganda" belgeselleri olarak tanımlıyorum. Gene benim sınıflarımda; bu ülkede belgesel derslerinin önemli bir kısmını kaynattığını düşündüğüm "belgesel gerçekliği ve belgesel objektifliği" konuları hemen hiç tartışılmıyor. Belgeselin bir propaganda aracı olduğunu iddia eden bir bakış nasıl olur da gerçeklik ve tarafsızlıktan söz edebilir. Dahası biz, belgeselin bir kurmaca olduğunu kabul ediyor ve bir kurmaca oluştururken gereken teknikler ne ise onların üzerinde duruyoruz. Yani bir illüzyonu yaratmanın yöntemlerini kavramaya, uygulamaya çalışıyoruz; iyi bir aydınlatma, iyi bir kurgu, iyi bir kamera kullanımı nedir, nasıl yapılır vs.

Belgesel propagandadır dedim ve belgeselin de diskaviride izlenmeyeceğini söyledim. Burada küçük bir parantez açmama müsade ediniz lütfen:
Reklamların amacının mal ya da hizmetin satışını arttırmak olduğunu düşünüyoruz. Genel olarak da bu doğrudur herhalde, bunda çok fazla tartışılacak bir şey yok. Ancak günümüzde bir ikinci amaçlarını açık bir biçimde görüyorum ve bu gözlemi sizlerle paylaşmayı gerektirecek kadar önemli buluyorum. Bir örnek üzerinden anlatayım. YapıKredi Bankası'nın ya da bir bankanın (hangisi uygunsa) gençleri bankaya yönlendirmek için açtığı son kampanya benim anladığım kadarıyla yetmişleri seksenları anlatıyor, yanılıyorsam da altmışları ya da ellileri. Parende atan, lolipop yalayan kızlar, hulahup çeviriyorlar, merdiven tarabzanlarından kayıyor ve bankaya gidiyorlar. Bu reklamın tüketimi arttırmak amacı da olabilir pek tartışmak niyetinde değilim ama en önemli işlevi TARİHİ DÖNÜŞTÜRMEKTİR; yeniden yazmaktır, distorte etmektir, çarpıtmaktır, tahrif etmektir. (artık hangi kelimeyi beğenirseniz onu kullanın) Seksenli yıllarda (ellilerde, altmışlarda ve yetmişlerde de) bu ülkede insanlar ölüyordu, işkence vardı, karaborsa vardı, darbe vardı, savaş vardı, insanları memleketlerinden ve üniversitelerden sürüyorlardı. Yalnızca ip atlayan ve parande atan kızlar yoktu. Dolayısıyla yakın zamanlarda izlediğiniz özellikle çok büyük prodüksiyonlu önemli reklamlara baktığınız zaman bunların amaç ve işlevlerinin esasen tarihi dönüştürmek olduğunu daha açık görürsünüz. Tarihi dönüştürürseniz bugünü ve daha da önemlisi yarını da dönüştürürsünüz. Anadolu'da dolaşan telefon reklamındaki kızın dolaştığı Anadolu bizim Anadolu'muz mu, özgürlük bu kadar ucuz bir kelime mi. Ford minübüs reklamlarında gördüğümüz kadar bereketli ve yeşil mi mi ortalık, balıklar ve inekler besili, köylüler mutlu mu, kamyoncular hep gülen gözlerle kamyonlarına atın sırtına vurur gibi sevecen şaplaklar mı indiriyorlar. (ne büyük yaratıcılık değil mi; breh breh…) Hayır. Bakınız bu benzin, banka, otomobil, deterjan, kolalı içecek propaganda filmlerine o filmlerin TARİHİ DÖNÜŞTÜRDÜKLERİNİ açıkça göreceksiniz. (elbette tüketimi de pompalamak istemektedirler bunun aksini savunmuyorum ve bu özellik önemli bile değil geldiğimiz noktada)

Bir önceki paragrafın son cümlesinde reklam filmi yerine propaganda filmi tanımlamasını kullandım ve altını çizdim. Bir reklam filmini bu şekilde tanımlayabilir miyiz. Evet, çok doğal olarak yapabiliriz. Yazımın ilk başında belgeselin propaganda filmi olduğunu söylemiştim. O zaman benim yaklaşımıma göre reklam filmi ve belgesel propaganda filmlerinin iki ayrı versiyonu oluyor. Bundan da ileriye bir adım atarsak reklam, belgesel oluyor. Evet gayet tabii. Bundan doğal bir şey olabilir mi. Artık günümüzün insanının algı sınırı, vakti kullanma biçimi, anlama kapasitesi, sabrı ve benzeri özellikleri gözönünde bulundurularak yarım ya da bir dakikaya indirilmiş belgeseller üretiliyor ve biz onları daha yaygın kullanılan adları olan "reklamlar" olarak biliyoruz, izliyoruz. Lene Reifenstahl ya da Flaherty dönemleri geride kaldı. Günümüzün çok kısa belgesellerini devlet, ulusal ve çokuluslu şirketler bu yeni formatta üretiyor ve izletiyorlar. Bunların kısa olmalarının sayılamayacak kadar faydası var. (bu fayda bize değil tabii bu propagandayı gerçekleştirenlere) ancak bu "kısalık ve kısalığın işlevsel önemi" konusu bir başka yazının konusu. Bu formatın tercihi zamansızlıktan ya da televizyonun süresinin pahalılığından kaynaklanmıyor, bu propagandanın etkinliğini arttıran çok biliçli bir tercih…

Bu propaganda filmleri ya da resimleri ya da metinleri ya da logoları; bilboardlardan, radyolardan, televizyonlardan, sanal ortamlardan, sinemalardan, spor takımlarının formalarından, ünlü insanların şapkalarından, binaların cephelerinden, çakmaklardan, otobüs koltuklarının baş dayanan yerlerinden, tren ve uçak biletlerinden, köfte satan lokantalardan, dondurmacılardan ve spor sahalarının yüzeyinden, denizlerin altından ve gökyüzünden fışkırarak o kaba o acımasız o saldırgan o bıktırıncaya kadar tekrar eden ve gene tekrar eden ve ardından gene tekrar eden yapılarıyla yalnızca kelimelerimizi, dilimizi, söylemek istediğimiz her şeyi elimizden almakla kalmıyor, bütün anlamlı görüntüleri aynı amaçla "kötüye kullanılmış" tek bir plastik öge ve anlayışa dönüştürmekle kalmıyor, çekirgelerin bir tarlayı talanını andırır bir tüketim ideolojisini yüceltmek ve benimsetmeye çalışmakla kalmıyor; TARİHİ DE DÖNÜŞTÜRÜYOR. Dolayısıyla, YARINI DA.

Bakın aslında bazı üçüncü dünya ülkelerinde şu sıralarda bir de ne oluyor. Şu oluyor. Bu çılgın tüketim kültürünün gelişiminde en büyük paya sahip olduğunu savunan reklam(cı)lar eğer bu savları doğruysa dünyanın ekolojik anlamda yok oluşunun da önemli sorumlularından biri.(Bu tamamiyle reklamcıların kendi bakış açılarının mantıklı sonucu olarak oluşan bir çıkarım.) Dünya çevresel olarak bir yok oluşa giderken ve gelir dağılımı sürekli bozulurken Türkiye gibi geri kalmış (az gelişmiş, gelişmekte olan, A.B.'ye aday vs.) bir ülkede bir an gelir ki devlet ya da özel sektör "sosyal reklam" denen şeye (bu da bir başka yazı konusu) bir bütçe ayırır. Bu bütçe ayırmanın anını örneğin Taksim'de arabanızın camını silmeye çalışan çocukların kocaman bir kayayı lüks otomobilin camına patlatma günü belirler. Yani açlığın, işsizliğin, gelir dağılımındaki adaletsizliğin yani şiddetin cici çocuklara temas ettiği an belirler bu bütçe ayırma mevzuunu. Ve bu bütçe ayırıldığı an ne olur biliyor musunuz. O güne kadar bu tüketim ve hizmet propaganda filmlerini üreterek az ya da çok dolaylı ya da direk bu çevresel, ahlaki yozlaşmanın ve çöküşün ve bu tüketim çılgınlığının sebeplerinden önemli biri olan reklam şirketleri, (belgesel şirketleri, propaganda filmi üreten şirketler vs.) bu sosyal reklam üretme işine de soyunurlar. Vaktiyle "bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz" demişlerdi. ona kızıyorduk. Okuması yazması pek yerinde olan bu, sabahları Dülsinea'da kahvaltı yapan akşamları Babilon'da eylenen; koltuk altlarında bir Radikal sıkıştırılmış, Açık Radyo müptelası, Kembiriçte okumuş İstanbul'lu efendi çocuklar "sosyal reklamı da" kendileri yapacaklar elbet. her anlamda; kimisi müziğini yapacak, kimisi metnini yazacak, kimisi oynayacak ve bunda da en ufak bir beis duymayacaklar…
Bunu yaparken de "ablam şarkısını söylesin, zevcem oynasın, eniştem çeksin, baldız da kurgulayıversin artık" gibi ulusca hiç yabancı olmadığımız "dışarıya zırnık koklatmam" gibi kabaca "aman neme lazım iyi olacak da ne olacak para içeride kalsın bari" gibi kibarca izah edilecek "ayrıca" yüce bir mantıktan hareket edecekler/ediyorlar.

Reklam ve belgeselin aslında günümüzde aynı şey olduğunu söyledim o zaman bu söylediklerimde doğruluk ihtimali varsa; biz belgesel hocaları kendimizi ve öğrencilerimizi birer reklam filmi çekecek kadar iyi bir teknikle donatmalıyız ki onlar propaganda filmlerini izleyiciyi etkileyecek biçimde gerçekleştirebilsinler. Dönüştürülen tarih ve ahlakı olumlu bir noktaya çekmek iyi niyetle, hamasetle ve arkaik bir söylemle olmuyor. Olmaz da ve bu ortada.

Haziran 2002