18 Mart 2002 ne kadar yakın bir tarih değil
mi? Daha üzerinden 2 yıldan biraz fazla zaman geçmiş üzerinden,
bir ülkede bu süreçte ne değişebilir ki! Bu yazının o dönemde yayımlanan
medyakronik adlı basın eleştirisi sitesinde yayımlanış tarihi. Değişime
başka bir gösterge böylesine gereksinim duyulan bir sitenin artık
yayında olmamasıdır. Bununla birlikte Kıbrıs sorununda da ciddi
değişikler olmuştur. Bu yazı o gün yazılan yazının bir güncellenmesi
gibi algılanabilir, buna ek olarak da küçük bir bellek yoklaması
yapmış oluruz belki.
Bazı ülkelerde yöre isimleri hep sorun olagelmiştir. Sınırlarını
tarihin ya da coğrafyanın değil de, siyasî oyunların belirlediği
böylesine ülkelerden olan Türkiye’de Yukarı Mezopotamya, Pontus
gibi coğrafi tanımlamalardan rahatsız olunur. Aynı şekilde Yunanistan
da Yugoslavya’nın dağılmasından sonra kurulan Makedonya’nın adından
rahatsız olmuş, rahatsız olmakla kalmayıp ülkenin adını ‘Former
Yugoslav Republic of Macedonia-Eski Yugoslavya Makedon Cumhuriyeti’
olarak değiştirtmiştir.
Şu günlerde sık sık duyduğumuz, kanıksadığımız için dikkat etmediğimiz
haberlerden biri şöyle başlıyor: “KKTC lideri Rauf Denktaş’la Kıbrıs
Rum Yönetimi lideri Glafkos Klarides.......” (tabii artık
bu iki lider değişti, her ne kadar Denktaş hala daha Cumhurbaşkanı
ise de etkinliğinin ne denli azaldığı da ortadadır.) Bu
ve böylesi haberlerden anlaşılan adada bir devletin, bir de başka
bir yönetimin olduğudur. Uzun yıllar ise bu söylem Kıbrıs Rum Kesimi
olarak bize yayın organları tarafından dikte ettiriliyordu. Türkiye’de
hazırlanan bazı haritalarda ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)
adına rastlamak olanaklı. Son zamanlarda da bazı televizyon haberlerinde
Avrupa Topluluğu’na girecek olan devletin Güney Kıbrıs olduğunu
öğreniyoruz (Güney Kıbrıs’ın Kıbrıs Cumhuriyeti olarak 1
Mayıs 2004’te AB’ye girdiğini anımsatalım). Ancak şu ana
kadar Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ya da o ülkenin bütün dünyada
kabul gören adının, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kullanımına tanık olamıyoruz.
Oysa bütün bunlar bizim yıllardır yüzleşmek istemediğimiz, ertelediğimiz
sorunların bir sonucu. Kabul etsek de etmesek de, farklı isimler
uydursak da, orada dünyanın tanıdığı bir devlet var. Örneğin, o
devletin vatandaşları kendi ülkelerinin pasaportlarıyla istedikleri
yere gidebilirler, çoğu zaman da vizesiz. KKTC pasaportu taşıyanlar
ise bir de TC pasaportu taşımak zorundalar, eğer vize alabilirlerse
seyahat edebilirler. Onlara ise vize almalarında uzun yıllardır
özellikle Batılı ülkelerin gösterdiği kolaylıklar, bu durumu kötüye
kullanmak için sonradan KKTC pasaportu alanlar sayesinde artık gösterilmiyor.
TC pasaportuna yapılan muameleyi ise burada açmaya hiç gerek yok
sanırım. (23 Nisan 2003 tarihinde KKTC yönetimi içten gelen
baskılara dayanamayarak günübirlik geçişlere izin verdi. Sonucun
ne kadar ilgi ve içtenlikle karşılandığını Kıbrıs halkının bugüne
kadar birkaç küçük olay dışında barış içinde birbirlerini ziyaret
etmeleri açıklıkla göstermekte. Bu süreçten sonra Kıbrıslıtürklerin
binlercesinin her ne kadar resmi söylem yadsısa da Kıbrıs Cumhuriyeti
pasaportu aldıkları bir gerçek, daha önce bu pasaport elde ediliyordu
ancak güçtü ve bir miktar (mafyatik) para gerektiriyordu.)
Pekiyi dünya, nüfusuna oranla en çok üniversiteyi ve kumarhaneyi
bulunduran KKTC’ye nasıl bakıyor. Yani dünyanın herhangi bir yerinden
üzerine Turkish Republic of Northern Cyprus(KKTC) yazan bir mektup
atsak o mektup adresini bulur mu? Hayır! Mektubun üzerine Mersin
10-Turkey yazmak zorundasınız. (Ya da telefon etmek isterseniz
Türkiye üzerinden 392 kodunu kullanmalısınız.)
Uluslararası direkt uçuşlara kapalı olsa da, Türkiye gibi ekonomisinin
düzelmesi için turizme bel bağlamış olan, bırakınız düşman ülkeleri,
birilerinin dost ve kardeş ülkeleri tarafından bile tanımayan, yalnızca
TC’nin KKTC olarak tanıdığı devlet yurt dışında nasıl pazarlanır?
İşte bunun için yabancı gazetelerin hafta sonu verdikleri gezi eklerine
ya da gezi dergilerindeki ilanlara bakmak gerekli. Örneğin İngiltere’de
her hafta sonu gazetelerin verdiği gezi eklerinde Kuzey Kıbrıs için
ilanlara rastlanabilir. Bu ilanlarda, reklamlarda başlık olarak
sadece Northern Cyprus-Kuzey Kıbrıs kullanılır, hatta bunlardan
birinin içeriğinde turist kalabalıklarından uzak sakin, tarihi yerleri
bozulmamış, harika bir Kıbrıs’ın varlığından söz ediliyor ve ilginçtir
Hıristiyan azınlığı yok denecek kadar az olan ülkenin tanıtımında
görsel malzeme olarak bir kilise kullanılıyor!
Diyesim madalyona güneyden bakarsak, onların da resmi düzlemde “Kuzey
Kıbrıs Türk Yönetimi” söyleminde olduğunu anlayabiliriz. Tabii bu
söylem zaman zaman işgal altındaki topraklar şeklinde olabiliyor.
Evet zaman bizim siyasetçilerimizin eşref saatlerini beklemiyor.
Darwinci kurama göre söylersek değişen koşullara ayak uyduramayanlar
doğada yaşama, varolma şansı bulamazlar. Bu ülkeyi yönetenler Nasrettin
Hoca’dan beri bulundukları yeri değil dünyanın, evrenin merkezi
sanıyorlar, buna inanmayanlara da aldırmıyorlar. Ülkede çıkıp da
kimse 2002’de Avrupa Birliği’ne girmeye hak kazanan ülkenin adının
Kıbrıs Cumhuriyeti olduğunu söyleme cesaretini gösteremiyor.
Barış adımları atılmasında Türkiye’nin olumlu adımlar attığı
inkar edilemez. Fakat sorgulanması gereken konu ertelenen, yoksanan
gerçeklerin çözümünün belirli bir kaba pragmatizm zorunluluğuyla
başlamasıdır. Çünkü bu sorunla yaşamaktan belki biz bıkmayız, bizim
içimizde 74 ruhuyla yaşayan ve bundan beslenen insanlar vardır,
lakin dünya bıkmıştır. Birleşmiş Milletler ve AB sıkışırması olmasa
TC hükümetinin bu sorunla böylesi samimiyetle ilgileceğinden şüpheliyim.
Neyse bu zaman zarfında kapılar açıldı, insanlar doğdukları evlerini
gördüler, eski fotoğraflarını buldular, kısacası ötekinin canavar
olmadığı gördüler. Hatta şimdi de yavaş yavaş İstanbul’a geliyorlar.
İki hafta önce Kıbrıslırum arkadaşım Andreas İstanbul’a geldi. Girişin
nasıldı diye sorduğumda bireysel bir sorun yaşamadığından söz etti
ama tabii devletimiz tanımadığı pasaporta nasıl işlem yapacak; işlem
yapmayacak, işlem başka bir kağıda yapılıyor.
Dünya kamuoyu önünde hep haksız olarak görülmemizin karşılığını
bunlar zaten bizi sevmezler arabesk söyelmiyle kendini aldatmak
olmamalı, akılcı potitikalarla ve elbette sorunları geçiştirmeden
çözümlemek olmalıdır.
Bakalım önümüzdeki yıllarda bu konunun altından hangi sular akacak.