BÜYÜK UYGARLIK
PROJESİ ile MOLLALAR ARASINDA SIKIŞMIŞ BİR ULUSA AĞIT
Deniz Karabacak
“Aynanın karşısında papağana eş yaratıldım.
Ezeli sahip ne söylememi emrettiyse onu tekrarlarım”
Hafız
İran, resmi tarih tezinin çöktüğü, sözlü tarihin
ise içinde barındırdıklarıyla kurgusu mümkün olmayan bir senaryoya
dönüştüğü olağandışı bir yer… Dünyaya halı, minyatür ve şiir sanatının
en müstesna eserlerini hediye eden bu ülkenin geçmişi bir korku
öyküsü, geleceği ise kaos. İran’a ne bekleyerek gittiğinizin çok
önemi yok, ne tür önyargılarınız olduğunun da! Bu daha çok bir Batılılık-Doğululuk
çelişkisi… Sığ oryantalistler gibi bakmak en işimize gelenidir çoğu
zaman, çoğu zaman da oryantalizmin ne olduğunu bile bilmeden yaparız
bunu. Kendimizi ne kadar Batılı hissettiğimiz değil, Batının kurumsallaşmış
ideolojilerine ne kadar maruz kaldığımızla ilgili söylediklerim.
Bu yazıyı yazmak zor: ideolojik hassasiyetinden
değil, kurgunun (İran tarih kurgusunun) fazla sürreel olması nedeniyle.
Burası bir savaş alanı şimdi; yazı, oluşundan gurur duymuyor, yan
yana gelen harfler birbirlerine pek de sıcak bakmıyorlar. Bir paragraf,
öncekini yalanlarken, bu satırların yazarı, olmayan hâkimiyeti üzerine
daha baştan okuyucuyu uyarma gayretinde..
Bir gezgin için İran ziyareti, sanıldığının aksine
eğlenceli, heyecanlı ve korku senaryolarından uzakta sakin, ucuz
bir yolculuk olacaktır. Başınızı örtmek (eğer kadınsanız) ve vücut
hatlarınızı gizleyen bol bir giysi giymek dışındaki tek fedakârlığınız
kaldığınız süre boyunca alkol yoksunluğu çekmeniz olacak. Karşılığında
dünyanın en güzel ve anlamlı kadın yüzleriyle karşılaşacak, kentlere
sirayet etmiş uzaydan inme gibi duran modern binaları yarı tebessümle
izleyecek, eşi benzeri olmayan halı, cam işçiliği ve mücevherlerin
karşısında para harcamak için çıldıracaksınız. Bedeli 10-20$ arasında
değişen İran Havayolları emrinize amade, tüm ülkeyi dolaşmanız (Türkiye
yüzölçümünün yaklaşık 2 katı), Elbruz’da kayak keyfini tatmanız,
Hazar kıyılarında deniz-kum-güneş üçlüsünü, Tahran Güzel Sanatlar
Müzesi’nde halis Picasso ve Chagall tablolarını bir arada görmeniz,
şairler şehri Şiraz’a âşık olmanız mümkün İran’da! Hatta ülkenize
döndüğünüzde, bir bebek kadar güvenli geçen gezinizi, -adı İran
olduğu için- biraz macera havası katarak anlatmanız, çevrenizi dolduran
ve böyle yolculuklar için daima kendini ‘çok’ yorgun, ‘çok’ parasız
ya da ‘çok’ meşgul hisseden dinleyici kitlesinin de gazıyla, yaşadıklarınızı
bir macera dergisine yazmanız da mümkün!
Ama bu yazı – eğer sonuna kadar okumaya tahammül
ederseniz- turistik bir yazı değildir, orada geçen 45 günün izlenimlerinin
tasvir edildiği ve “bugün de sabah erken kalkarak, rehberimle bilmem
ne bölgesini görmeye gidecektim” türünden cümlelerle geçiştirilen
bir hiper-hijyen, paket-avantür de olmayacaktır.
Goethe, ‘’ İranlılar, bir asır içinde şiirde üstat
olarak yedi kişiyi kabul ederler. Fakat kabul etmedikleri arasında
bile pek çok şairler vardır ki, benden daha değerlidir’’ der. Söz
konusu yedi zirve: Firdevsi, Sadi, Hafız, Enveri, Nizami, Cami ve
Celaleddin Rumi’dir.
Dünyanın
en eski medeniyetlerinden biri olan İran, 3000 yıllık geçmişinde
tiranlık zulmüne tanık oldu. Goethe’nin söz ettiği şairlerin yetiştiği
topraklarda, aynı zamanda dünyanın
en stratejik silahı, siyah altın da fazlasıyla mevcuttu. Son 800
yılında –molla- tabiriyle tanınan, sakallı, önemli-önemsiz, aydın-sofu
zatların iktidar çalkantılarıyla sallandı. Tarihteki en eski ulus
cumhuriyeti, İbni Haldun’a, Mitra’nın Zerdüşt’üne,
Ali Şeriati’ye ev sahipliği yaptı. 20. Yüzyıl hiçbir imparatora
ve
şaha iyi davranmadı. İngiltere gibi birkaç aristokrasi düşkünü toplumu
dışarıda bırakacak olursak, 20. yüzyıl tarihi sürgün edilmiş, öldürülmüş
ya da bedbaht yalnızlıklarına terk
edilmiş imparatorlar tarihidir de aslında!
Şahların şahı, Rıza Pehlevi, olmayan bir hanedanın,
olmayan bir vârisiydi, Batı’nın İran’a attığı en büyük kazık olarak
bizzat İngiltere tarafından başa geçirildi, halkın Batı’ya olan
kızgınlığının ilk temelleri de böylece atılmış oldu. İran resmi
tarihini yaz-boz tahtasına çeviren, çocuk doğuramayan ilk karısı
Süreyya’yı boşadıktan sonra medyanın gözbebeği Ferah Diba ile evlenen,
çelimsiz yapılı, utangaç karakterli
Rıza Pehlevi, altından dökme tuvaletinde taharetini
giderirken, çamurlu kulübelerinde aç bi-ilaç yaşayan halkını görmezden
gelecek kadar da yüreksizdi. Sarayın önünden, Münih’e öğle yemeği
için jet kaldıran bir ne oldum delisi, kendini her çaresiz hissedişinde
soluğu İsviçre Alpleri’nde alan bir asri zaman turisti!
Devrimin başlamasıyla birlikte ülkesinden kaçan Şah, bir süre Enver
Sedat’ın konuğu olarak Mısır’da hayatını sürdürdü. Ardından sağlık
nedenleriyle kâdim dostu Carter’ın ülkesine gitmek istedi ancak
Amerika o sıralarda, Humeyni rejimiyle kurduğu ilişkiyi bozmamak
için Şah’a giriş izni vermek konusunda isteksiz davrandı ve önce
Meksika ardından Panama gibi ülkelerde, artık kendisi için bir sorun
olarak gördüğü bu adam için turist vizesi aradı. Bir zamanların
şımarık petrol kralı, ömrünün son aylarını kendisine sığınacak bir
ülke aramakla ve ülkesinden kaçarken almaya fırsat bulamadığı ‘bir
avuç vatan toprağı’nı beklemekle geçirdi. Devrilmiş bir şah ünvanıyla
Mısır’da öldü.
İran tarihinde Şah otoritesini delip, kısa süre
de olsa özgürlük illüzyonu yaratan en önemli şahsiyet Musaddık’tı.
Dr. Musaddık, 1951’de muhalefeti geçip başbakan olduğunda, petrolün
ulusallaştırılmasını parlementoya kabul ettiriyor, yıllarca yalakalıkta
birinci sırayı kimseye kaptırmamış Şah’ın aksine, batıya delice
kafa tutuyor. Neyse ki Şah o sıralarda, yeni oyuncağı uçağıyla eğlence
alemlerine daldığı için, halkının kısa süreli mutluluğu ve coşkusunu
görüp üzüntüye gark olmuyor. Bu bir ütopyaydı diyor İranlılar. ‘Sadece
2 sene sürdü’. Hükümet CIA müdahalesi ile devrilince, Musaddık 3
yıllığına hapse, tüm yetkiler ve petrol de tabii ki Şah’a gitti.
Olaylarda 5000 kişi kurşuna dizilmiş, İhtiyar Mossy (İngilizlerin
ona taktığı adıyla), İran Halkına uzun aralardan sonra ‘düşünen
varlıklar’ olduklarını hatırlatmıştı.
Savak, CIA yardımıyla kurulan özel istihbarat birimi,
ülke çapında hatta Avrupa’da faaliyet gösteren, korkunç yöntemlerle
insanlara işkence yapan, öldüren, takip eden ama resmi olarak ortada
görünmeyen bir örgüttü. Yine o dönemde İran’da, kraliyet ve aristokratların
kusurlarını eleştirici nitelikte olduğu için Shakespeare ve Moliere’in
oyunlarını yasaklayan da Savak. İsfahan’da Savak işkenceleri, dudakları
uçuklatacak derecede korkunç. İnsanlar, açlıktan kudurmuş kedilerle
dolu torbalara atılıp, zehirli yılanların olduğu kuyulara sarkıtılmışlar.
İktidarını ancak CIA desteği ve Savak’ın halk üzerindeki
baskısıyla sürdürmeye çalışan Rıza Pehlevi, eğlenceden arta kalan
ve zamanında 400 mimar-mühendisin tasarlayıp inşa ettiği Niavaran
sarayından çıkmadan geçirdiği saatlerde, ülkesini refah devletler
konumuna yükseltecek projeler peşinde koşmaktadır. Petrol, kendisine
inanılmaz bir hareket alanı sağlıyordu ve Şah, her gördüğünü isteyen
küçük bir çocuk gibi tüm makinalara, silahlara ve teknoloji adı
altında sunulan her türlü ürüne tonlarca para ödemeye hazırdı. Uyanık
Batı, böyle cömert bir alıcıya ürünlerini pazarlamakta gecikmedi.
Şah, öğrencilerden korktuğu için, üniversite kurmak yerine, onları
yurtdışındaki okullarda okumaya teşvik etmişti. Büyük uygarlık projesi
için getirttiği makinaları kullanacak adam ülkede yoktu, mal boşaltmaya
gelen gemilerin yanaşacağı bir liman ya da gıdanın depolanacağı
bir depo da!
Teknik adamın olmadığı, insanların eğitilemediği
bir ülkede ‘büyük uygarlık projesi’ utkusuyla yanıp tutuşan Şah,
üstüne bir de insan ithalatına başladı; Yunanlı mühendisler, Norveçliler,
Filipinli işçiler bir anda ülkeye doluşuverdi.
İran halkı çaresizlik içinde olayları izlerken,
kendisini beceriksiz ve ezik hissetti. Büyük uygarlık kuruluyor,
teknoloji görünürde de olsa yaşamın içine giriyordu ama onlar sadece
aşağılanmanın ve kenarda kalmışlığın rahatsızlığıyla biraz daha
içlerine gömüldüler ve kendilerine hiçbir şey bilmediklerini hatırlatan
şu ‘büyük uygarlık projesi’ saçmalığından dehşetle nefret ettiler.
Herkes durumdan rahatsızken, en net ses Kum şehri’ndeki
bir molladan, Humeyni’den geldi: ‘Şah gitmelidir’ Tabii bu sözün
üzerine kendisi sürgüne gitmek zorunda kaldı ancak, en öz biçimiyle
bu cümleyi 20 sene boyunca her ortam ve durumda söylemekten vazgeçmedi.
Halk hiçbir zaman İranlı yazarların en iyi kitaplarını
okuyamadı, filmlerini izleyemedi, çünkü hepsi yurtdışında yayınlanıyordu.
Saray çevresi servetlerine servet katarken, meşhur Evin Hapishanesinde
Uluslararası Af Örgütü’nün 1976 kayıtlarına göre 7500, resmi olmayan
kaynaklara göre ise 100 bin politik tutuklu ikamet ediyordu. İşkenceler
artık sokak ortasında yapılıyor, Şah rejimi muhalifleri çareyi ya
yurtdışına kaçmakta ya da yeraltına inmekte buluyordu. Halk, SAVAK’la
ve mollalarla karşı karşıya kaldı ve mollaları seçti. Aslında başlangıçta
mollaların seçildiğinin kimse farkında değildi, her şey ve herkes
kalpsiz Şah’tan daha iyidir düşüncesi hakimdi. Solcu kesimin temsilcisi
Beni Sadr, % 72 çoğunluk oyuyla cumhurbaşkanı seçildiğinde, özgürlük
yanlıları kendilerine yakın buldukları bir adamın başa geçmesinden,
muhafazakarlar da, Humeyni’nin bu kadar yakın bir arkadaşının seçilmesinden
dolayı sevinç çığlıkları attılar. İşin foyası meydana çıktığında,
devrimin gerçekleşmesinde büyük emekleri olan solcular politik iktidar
gibi kafalarını da mollalara kaptırmış, hapishaneler yine özgürlük
taraftarlarıyla dolmuş, kadınların hakları ellerinden alınmış, evlilik
yaşı kadınlarda 18’den 13’e düşürülmüştü. Humeyni’nin 4 ayda hazırlattığı
anayasa, Şah monarşisini mumla aratacak hükümlerle doluydu. Devrim
sonrası en radikal yayınlardan biri olan ‘Ayendegah’ gazetesi, 1
milyon tirajına rağmen, önce Humeyni tarafından uyarıldı, ardından
kapatıldı.
“Müzik insanın beynini uyuşturur. Silin atın
müziği kafanızdan. Bertaraf edin müziği tamamıyla”
Humeyni
Sistemin adı değişiyor ama düzen kurumları dahi
değişmeden duruyordu. SAVAK’ın yerini SAVAMA, ordunun yerini devrim
muhafızları almıştı.
Pek çok Ayetullah, SAVAK tarafından büyük işkencelerle öldürülmüş,
Ayetullah Talagani, kızının ırzına geçilirken gözlerini kapattığı
için gözkapakları kesilerek cezalandırılmıştı. Teknoloji tutkunu
Şah’ın ortaçağ işkence geleneklerine ne kadar bağlı olduğu dikkat
çekicidir. Devrim sonrası ise Hizbullahlar, baskılara karşı gösteri
yapan genç kızları toplayıp hapse götürdükten sonra, önce tecavüz
edip sonra öldürmüşler. Şii inancına göre bakire bir kız cennete
gider ve demokrasi isteyen bu muhaliflerin cennete gitmeye hakkı
olamaz.
Humeyni rejiminin, alkoliklerinin çoğunun ölümüne
yol açtığı anlatılıyor İran’da. Votka, şarap ya da bira bulamayınca
kimyasal maddelerden bir çeşit içki yapıp içmeye başlamışlar, bu
içkiler de onları öldürmüş.
Tahran’ın ‘günah mahallesi’ Şahreno, eskiden 5-6
bin fahişenin yaşadığı bir semtken, devrim sonrası bir harabeye
dönüştü. Devrim muhafızları ve mollalar bir gece oraya saldırıp,
kadınları öldürene kadar dövdüler, ortalığı yakıp yıktılar. Böylece
çiçeği burnunda İslam Cumhuriyeti’ne yakışmayan bir leke daha ortadan
kaldırıldı.
………………..
Dinsel olguların İran’da devrimden sonra ortaya çıktığını düşünmek
yanlış olacaktır. Mollar 800 yıldır Kum’da yaşarlar ve İran yüzyıllardır
çıkışı itibariyle kızgın ve muhalif olan Şiilik mezhebine bağlıdır.
Şii, en kaba tabiriyle Ali’nin yandaşı anlamına gelir. Ali, halife
olduktan 5 sene sonra öldürülmüş, oğulları da sırayla cinayet ve
suikastlara kurban olmuş, böylelikle İslam iktidarı sırasıyla Sünni
emevi, Abbasi ve Osmanlı hanedanına taşınmıştır. Sayıları az, yoksul
ve çoğunluğu köle olan Şiiler doğal bir süreçle muhalefet yanlısı
olurlar. Ortodoks Şiiler, sürekli geçmişi yaşar, kanla dolu tarihlerinden
gözleri yaşla bahsederler. Yazgıları, kötü talihleri peşlerini hiç
bırakmamış, onlar muhalifleştikçe, uğradıkları baskı ve şiddetin
dozu gittikçe artmıştır. Önce Şam, sonra Bağdat’taki güç merkezlerinden
uzaklaşmaya ve yeraltına inmeye başlayan Şiiler, ardından Zagros
dağlarını aşarak İran’a ulaşırlar. Zerdüşt dinine inanan İranlılar,
Müslümanlığı kabule zorlanırken, dağlardan gelen bu çıplak ayaklı,
perişan görünüşlü Şiilerin de Müslüman hem de saf Müslüman olduğunu
öğrenerek onlara ısınmaya başlarlar. Arap zulmünden baymış İranlılara
hem Müslüman olup, hem de muhalif olabilecekleri fikri cazip görünür
ve Şiiliği kabul ederler. İran halkının hacıyatmazlar gibi kendilerini
yapıştıkları yerden kazıma ve ayağa kalkma yetenekleri ta o zamanda
kendini gösterir, Şiilik onlar için sadece bir din değil, korunmanın,
sığınmanın ve gerektiğinde muhalefet olabilmenin de bir yoludur.
Topluluğun terörist olguları da içinde barındırması bundan dolayıdır.
İran, yüzyıllarca muhalif Müslümanların toplandığı, hayatta kalmanın
bir yolu olarak gizlenme (takıyye) ilkesinde uzmanlaştığı bir yer
olacaktır. Bu ilke, şiire egemen bir güçle karşılaştığında kendini
ve halkını koruyabilmesi amacıyla, ona inanan birisiymiş gibi davranma
olanağı verir. Böylece İran, tapınmak, öğrenmek, saklanmak amacıyla
ülkeye giren sapkın, hükümet karşıtı, her türden garip münzevi,
kahin ve tarikatçıların yatağı haline gelir. 16. Yüzyılda Safevi
hanedanı, Şiiliği resmi din olarak kabul edince, kitlenin tek silahı,
muhalefet aracı, devletin kitlesel ideolojisi olur.1
Şiiler, yanlız halife otoritesini değil, hiçbir
laik otoriteyi kabul etmezler. Onlar, sonuncusu 9.Yüzyılda dünyayı
terk etmiş ve en son 1100 yıl önce Irak’taki Samara cami’ine girerken
görülmüş olan son İmam, İmam Muhammed’e inanan akıldışı bir topluluktur.
Mehdi, onların boyun eğmeye hazır oldukları tek otoritedir.
Humeyni’nin 1963 yılında muhalefet dilini Şah’ın Yezidi olduğunu
ilan edecek kadar sertleştirmesi boşuna değildir.
"Yezid", gerçekten zalim bir Emevi hükümdarıdır
ve Kerbela'da Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin'i öldürtmüştür. Bu barbarca
facia, bütün İslam dünyasında derin ve sürekli bir hüzün yaratmıştır,
özellikle Şii kültüründe adeta bir "kült" oluşturmuştur.
Şiilikte aşırı bir hüzün ve şehitlik duygusu vardır. İran'da siyah
renk ve "kara çarşaf", böyle derin anlamlara
sahip dini ve milli bir semboldür.
İran’da iki yönlü ve birbirinden tamamen farklı
çifte hayat sürüyor şimdi; biri dışarıda ve itaatkar, diğeri ise
evde ve isyankar.
İran’da pek sık anlatılan bir anekdot var: İranlılara soruyorlar,
Şah dönemi ile sonrası arasında ne fark var diye, ‘aslında hiçbir
fark yok, eskiden evde ibadetimizi yapar, dışarıda eğlenirdik, şimdi
dışarıda ibadetimizi yapıp evde eğleniyoruz’.
İran nüfusunun % 51’ini iran’lılar, % 24’ünü Azeriler,
% 7 ‘sini Kürtler, % 3’ünü Araplar ve kalanını çeşitli yerli gruplar
oluşturuyor.
Tahran’ın göbeğinde bir Yahudi gettosu var. Şah
döneminde ticarete özendirilen ve güzel hediyelerle saray aristokrasisine
dahil edilen Yahudiler, bu iştah açıcı servetten uzak kalmamak için
Tahran’a ufaktan yerleşmeye başlamışlar. Şimdilerde yine orda, yüksek
duvarlarla çevrili kendi mekanlarında istedikleri gibi giyinip,
alkol içip, esrar çekerek rahat bir hayat sürdükleri söyleniyor.
Votkaların körlüğe yol açtığını çok duydum, ama şarapları bir harikaymış.
İran’da 40 milyon kişi 25 yaşın altında. Yani nüfusun
nerdeyse üçte ikisi, Ayetullah Humeyni dönemini hayal meyal hatırlıyor,
ya da o dönemle ilgili ve devrimle ilgili hiç bir fikre sahip değil.
Devlet
televizyonları ve radyo yayınları sistemi korumak, aşırılıklara
izin vermemek için elinden geleni yapıyor, ancak gelişen teknoloji
yeni
açılımlar yaratmak konusunda İran’da da meyvelerini vermeye başlamış.
Uydular ve internet islami perdeyi delip hayatın içine girmiş. Azeri
dilindeki karşılığıyla ‘mahvare’, sokaktaki İranlının hayata bakışını,
zevklerini ve isteklerini esas belirleyen etken. Taksiciler Sibel
Can’la evlenme hayalleri kurarken, minibüslerde galatasaray, beşiktaş
bayrakları asılı, Tatlıses hayranlığı da pek yaygın. Televole’ler,
süper magazin’ler izleniyor evlerde.
Sah döneminde, kişi başına düşen gelir 2600$’ken,
şimdi bu oran 1800$’a düşmüş olmasına karşın, görece eşit dağılan
gelir düzeyinden dolayı İran hiç de yoksul bir ülke görüntüsü çizmiyor,
tersine komşuları, Pakistan, Afganistan ve Hindistan’a göre kat
kat üstün yaşam standartlarına sahip.
Devrim sonrası Batıya göç eden İranlıların sayısı
bir milyonu geçiyor, Kanada, Amerika ve Avrupa’da yaşayan İranlılar,
internetteki forumlarla, reform isteklerini dile getiriyorlar, Hatemi
yanlısı bir tutum sergiliyorlar.
Tüm baskılara rağmen, kadınlar Şah dönemindekinden
çok daha fazla hayatın içindeler son yıllarda. Müslüman ülkeler
arasında, en eğitimli ve istihdam edilmiş kadın İran’da. Devrimden
önce % 35 olan okuma oranı, mollaların iktidarında gariptir ki artarak
% 74 ‘e çıkmış, Şah dönemi üniversite öğrencilerinin üçte biri kadınken,
şimdi bu oran yarı yarıya. Artan eğitim oranı iş yaşamına da yansımış.
Bugün İran’da her 3 fizikçiden biri kadın.
Bilinçli ailelerin artması, kendiliğinden nüfus planlaması getirmiş,
bebek ölümleri ciddi bir oranda azalmış ( Şah döneminde her bin
doğumda 90 ölüm varken, şimdi bu oran 26) Ortalama hayat süresi
60’tan 72’ye çıkmış. Sağlık hizmetleri en iyi işleyen alanlardan
birisini oluşturuyor özellikle Tahran’da.
Şah döneminde şimdiki kadar dinine bağlı olan orta
ve alt sınıf İran kadınları evde oturuyor ve güvenli bulunmayan
dışarı hayatına karışmaları engelleniyordu. Devrim sonrası, dışarısı
içeriden daha güvenli ve dini bir ortama dönüşünce, tutucu aileler
dahi kızlarını üniversiteye göndermeye başladı. Eğitimin kolay ulaşılabilir
ve herkese aynı eşitlikte sunulması doğal olarak kadınların iş yaşamına
ve günlük hayata daha aktif katılımını doğurdu.
Kendine son derece güvenli ve bakımlı İranlı kadın, Hatemi’yle gelen
reform dalgasını son limitine kadar kullanmaktan çekinmiyor, saçlar
hafiften başörtüsünün altından dışarı salıverilmiş, sürmeler çekilmiş
hatta dekolte ayakkabılar ve ince biz zevk ürünü olan mücevherlerle
İran sokaklarında arz-ı endam ediyor.
……………………
Tahran’da 1000 tane cami var, orayı gezen birisi bu kadarını fark
etmeyebilir. Çünkü cami, ‘dinsel ibadet mekanı’ özelliğini kaybedip,
hayatın ta kendisinin yaşandığı başka bir mekana dönüşmüş. Abdest
ihtiyacı, cami yakınlarında hamam yapılaşmasına, çay-kahve içme
alışkanlığı lokanta ve kahvehanelerin yayılmasına yol açmış, pazar
ya da çarşı dediğimiz (orijinali de farsça: çar-şü) yerleşim tipi,
böyle bir gelenekten ortaya çıkmıştır. İran’da pazara gitmek, alışveriş
yapmak dışında tüm yukarıda sayılan gündelik hayat faaliyetlerini
de içerir.
Cami geniş avlusu ile aynı zamanda bir toplanma mekanı yaratır,
sadece ibadet edilen bir mekan değildir, orada konuşulur, yürüyüş
yapılır, dışarıdaki rejimin aksine hiyerarşi yoktur, Savak yoktur.
Bu nedenle diktatörlük ne zaman halkı sıkıştırmaya başlasa İran’da
camiler dolmuş, insanlar, ibadet için değil, rahatlamak ve bir kaç
saniyede olsa özgür olduklarını hissedebilmek için, kendilerine
kalan tek yeri kullanmışlar.
Kendini gurbette, ülkesi istila altında ya da çaresiz hissetmiş
İranlı, halı dokuyarak hayatla bağlantı kurduğuna inanır, bin yıllarca
yaşayacak kendisinden bir parçayı geleceğe taşıyacaktır onunla.
Halı, aynen ev ya da bahçe gibi bir yerleşme mekanıdır. İyi dokunmuş
bir İran halısı yüzyıllara hatta bin yıllara meydan okur. Taşınabilir,
sınırları bellidir, desen ve dokusuyla duygusal ilişki kurmanıza
izin verir. Batı’nın aksine, Doğu’da ‘eşyaya tasavvur ediş’ ancak
umumi şekilde olabilir. Hatta bazen onu tabiattan sanki ödünç alır.2
Bu tespit, Doğulunun mekanla kurduğu ilişkiyi de belirler. Batı’daki
iktidar mekanları, Doğuda yerini daha sahici yaşama alanlarına bırakır.
Tahran’ın göbeğindeki Halı Müzesi her ne kadar modern dönem mimarisinin
soğukluğunu yansıtsa da bahçe düzenlemesi ve binanın insan ölçeğine
saygısızlık etmeden yükseliyor olması belki bu ilişki için güzel
bir örnek. Halıların saklanışındaki itina ve hassasiyet taktire
şayan.
………..
3000 yıllık gelenek, Müslüman zulmünden kendini koruyarak çıkmış,
‘Şiilik’ mezhebi ‘takiyye’ zırhı altında, devrimci, azınlık, çaresiz
ve en önemlisi her ne sebeple olursa olsun muhalif olanları kucaklamış,
12. Yüzyılda kendisini legalleştirene kadar yeraltında yaşayan bir
kültür yaratmış İran’da.. Bu eski ve köklü halk, bana hacıyatmaz’ları
hatırlatıyor. Yeniden yeniden ayağa kalkan, yılmayan, azimli, sebatkar
ama her ayağa kalktığında belki biraz daha bilinci yaralanmış bir
topluluk.
İnsanların evlerinde biz bize hissedecekleri bir ulus devlet yanılsaması,
İranlıların yüzüne bir tokat gibi her gün çarpıyor, yaşadıkları
devletin içinde oturulamaz kılındığını biliyorlar. Durmadan düşmanın
‘içerde’ olduğunu keşfederek, ‘dış’ düşmanlar karşısında birleşmiş
bir cemaatmiş gibi yapmak zorunda kalıyorlar, bu da onları bir nevi
çift kişilikli, şizofren olmaya itiyor.