SAYI 11 / 03 HAZİRAN 2004

 

BÜYÜK UYGARLIK PROJESİ ile MOLLALAR ARASINDA SIKIŞMIŞ BİR ULUSA AĞIT

Deniz Karabacak



“Aynanın karşısında papağana eş yaratıldım.
Ezeli sahip ne söylememi emrettiyse onu tekrarlarım”

Hafız


İran, resmi tarih tezinin çöktüğü, sözlü tarihin ise içinde barındırdıklarıyla kurgusu mümkün olmayan bir senaryoya dönüştüğü olağandışı bir yer… Dünyaya halı, minyatür ve şiir sanatının en müstesna eserlerini hediye eden bu ülkenin geçmişi bir korku öyküsü, geleceği ise kaos. İran’a ne bekleyerek gittiğinizin çok önemi yok, ne tür önyargılarınız olduğunun da! Bu daha çok bir Batılılık-Doğululuk çelişkisi… Sığ oryantalistler gibi bakmak en işimize gelenidir çoğu zaman, çoğu zaman da oryantalizmin ne olduğunu bile bilmeden yaparız bunu. Kendimizi ne kadar Batılı hissettiğimiz değil, Batının kurumsallaşmış ideolojilerine ne kadar maruz kaldığımızla ilgili söylediklerim.

Bu yazıyı yazmak zor: ideolojik hassasiyetinden değil, kurgunun (İran tarih kurgusunun) fazla sürreel olması nedeniyle. Burası bir savaş alanı şimdi; yazı, oluşundan gurur duymuyor, yan yana gelen harfler birbirlerine pek de sıcak bakmıyorlar. Bir paragraf, öncekini yalanlarken, bu satırların yazarı, olmayan hâkimiyeti üzerine daha baştan okuyucuyu uyarma gayretinde..

Bir gezgin için İran ziyareti, sanıldığının aksine eğlenceli, heyecanlı ve korku senaryolarından uzakta sakin, ucuz bir yolculuk olacaktır. Başınızı örtmek (eğer kadınsanız) ve vücut hatlarınızı gizleyen bol bir giysi giymek dışındaki tek fedakârlığınız kaldığınız süre boyunca alkol yoksunluğu çekmeniz olacak. Karşılığında dünyanın en güzel ve anlamlı kadın yüzleriyle karşılaşacak, kentlere sirayet etmiş uzaydan inme gibi duran modern binaları yarı tebessümle izleyecek, eşi benzeri olmayan halı, cam işçiliği ve mücevherlerin karşısında para harcamak için çıldıracaksınız. Bedeli 10-20$ arasında değişen İran Havayolları emrinize amade, tüm ülkeyi dolaşmanız (Türkiye yüzölçümünün yaklaşık 2 katı), Elbruz’da kayak keyfini tatmanız, Hazar kıyılarında deniz-kum-güneş üçlüsünü, Tahran Güzel Sanatlar Müzesi’nde halis Picasso ve Chagall tablolarını bir arada görmeniz, şairler şehri Şiraz’a âşık olmanız mümkün İran’da! Hatta ülkenize döndüğünüzde, bir bebek kadar güvenli geçen gezinizi, -adı İran olduğu için- biraz macera havası katarak anlatmanız, çevrenizi dolduran ve böyle yolculuklar için daima kendini ‘çok’ yorgun, ‘çok’ parasız ya da ‘çok’ meşgul hisseden dinleyici kitlesinin de gazıyla, yaşadıklarınızı bir macera dergisine yazmanız da mümkün!

Ama bu yazı – eğer sonuna kadar okumaya tahammül ederseniz- turistik bir yazı değildir, orada geçen 45 günün izlenimlerinin tasvir edildiği ve “bugün de sabah erken kalkarak, rehberimle bilmem ne bölgesini görmeye gidecektim” türünden cümlelerle geçiştirilen bir hiper-hijyen, paket-avantür de olmayacaktır.

Goethe, ‘’ İranlılar, bir asır içinde şiirde üstat olarak yedi kişiyi kabul ederler. Fakat kabul etmedikleri arasında bile pek çok şairler vardır ki, benden daha değerlidir’’ der. Söz konusu yedi zirve: Firdevsi, Sadi, Hafız, Enveri, Nizami, Cami ve Celaleddin Rumi’dir.

Dünyanın en eski medeniyetlerinden biri olan İran, 3000 yıllık geçmişinde tiranlık zulmüne tanık oldu. Goethe’nin söz ettiği şairlerin yetiştiği topraklarda, aynı zamanda dünyanın
en stratejik silahı, siyah altın da fazlasıyla mevcuttu. Son 800 yılında –molla- tabiriyle tanınan, sakallı, önemli-önemsiz, aydın-sofu zatların iktidar çalkantılarıyla sallandı. Tarihteki en eski ulus cumhuriyeti, İbni Haldun’a, Mitra’nın Zerdüşt’üne,
Ali Şeriati’ye ev sahipliği yaptı. 20. Yüzyıl hiçbir imparatora ve
şaha iyi davranmadı. İngiltere gibi birkaç aristokrasi düşkünü toplumu dışarıda bırakacak olursak, 20. yüzyıl tarihi sürgün edilmiş, öldürülmüş ya da bedbaht yalnızlıklarına terk
edilmiş imparatorlar tarihidir de aslında!

Şahların şahı, Rıza Pehlevi, olmayan bir hanedanın, olmayan bir vârisiydi, Batı’nın İran’a attığı en büyük kazık olarak bizzat İngiltere tarafından başa geçirildi, halkın Batı’ya olan kızgınlığının ilk temelleri de böylece atılmış oldu. İran resmi tarihini yaz-boz tahtasına çeviren, çocuk doğuramayan ilk karısı Süreyya’yı boşadıktan sonra medyanın gözbebeği Ferah Diba ile evlenen, çelimsiz yapılı, utangaç karakterli
Rıza Pehlevi, altından dökme tuvaletinde taharetini
giderirken, çamurlu kulübelerinde aç bi-ilaç yaşayan halkını görmezden gelecek kadar da yüreksizdi. Sarayın önünden, Münih’e öğle yemeği için jet kaldıran bir ne oldum delisi, kendini her çaresiz hissedişinde soluğu İsviçre Alpleri’nde alan bir asri zaman turisti!
Devrimin başlamasıyla birlikte ülkesinden kaçan Şah, bir süre Enver Sedat’ın konuğu olarak Mısır’da hayatını sürdürdü. Ardından sağlık nedenleriyle kâdim dostu Carter’ın ülkesine gitmek istedi ancak Amerika o sıralarda, Humeyni rejimiyle kurduğu ilişkiyi bozmamak için Şah’a giriş izni vermek konusunda isteksiz davrandı ve önce Meksika ardından Panama gibi ülkelerde, artık kendisi için bir sorun olarak gördüğü bu adam için turist vizesi aradı. Bir zamanların şımarık petrol kralı, ömrünün son aylarını kendisine sığınacak bir ülke aramakla ve ülkesinden kaçarken almaya fırsat bulamadığı ‘bir avuç vatan toprağı’nı beklemekle geçirdi. Devrilmiş bir şah ünvanıyla Mısır’da öldü.

İran tarihinde Şah otoritesini delip, kısa süre de olsa özgürlük illüzyonu yaratan en önemli şahsiyet Musaddık’tı. Dr. Musaddık, 1951’de muhalefeti geçip başbakan olduğunda, petrolün ulusallaştırılmasını parlementoya kabul ettiriyor, yıllarca yalakalıkta birinci sırayı kimseye kaptırmamış Şah’ın aksine, batıya delice kafa tutuyor. Neyse ki Şah o sıralarda, yeni oyuncağı uçağıyla eğlence alemlerine daldığı için, halkının kısa süreli mutluluğu ve coşkusunu görüp üzüntüye gark olmuyor. Bu bir ütopyaydı diyor İranlılar. ‘Sadece 2 sene sürdü’. Hükümet CIA müdahalesi ile devrilince, Musaddık 3 yıllığına hapse, tüm yetkiler ve petrol de tabii ki Şah’a gitti. Olaylarda 5000 kişi kurşuna dizilmiş, İhtiyar Mossy (İngilizlerin ona taktığı adıyla), İran Halkına uzun aralardan sonra ‘düşünen varlıklar’ olduklarını hatırlatmıştı.

Savak, CIA yardımıyla kurulan özel istihbarat birimi, ülke çapında hatta Avrupa’da faaliyet gösteren, korkunç yöntemlerle insanlara işkence yapan, öldüren, takip eden ama resmi olarak ortada görünmeyen bir örgüttü. Yine o dönemde İran’da, kraliyet ve aristokratların kusurlarını eleştirici nitelikte olduğu için Shakespeare ve Moliere’in oyunlarını yasaklayan da Savak. İsfahan’da Savak işkenceleri, dudakları uçuklatacak derecede korkunç. İnsanlar, açlıktan kudurmuş kedilerle dolu torbalara atılıp, zehirli yılanların olduğu kuyulara sarkıtılmışlar.

İktidarını ancak CIA desteği ve Savak’ın halk üzerindeki baskısıyla sürdürmeye çalışan Rıza Pehlevi, eğlenceden arta kalan ve zamanında 400 mimar-mühendisin tasarlayıp inşa ettiği Niavaran sarayından çıkmadan geçirdiği saatlerde, ülkesini refah devletler konumuna yükseltecek projeler peşinde koşmaktadır. Petrol, kendisine inanılmaz bir hareket alanı sağlıyordu ve Şah, her gördüğünü isteyen küçük bir çocuk gibi tüm makinalara, silahlara ve teknoloji adı altında sunulan her türlü ürüne tonlarca para ödemeye hazırdı. Uyanık Batı, böyle cömert bir alıcıya ürünlerini pazarlamakta gecikmedi. Şah, öğrencilerden korktuğu için, üniversite kurmak yerine, onları yurtdışındaki okullarda okumaya teşvik etmişti. Büyük uygarlık projesi için getirttiği makinaları kullanacak adam ülkede yoktu, mal boşaltmaya gelen gemilerin yanaşacağı bir liman ya da gıdanın depolanacağı bir depo da!

Teknik adamın olmadığı, insanların eğitilemediği bir ülkede ‘büyük uygarlık projesi’ utkusuyla yanıp tutuşan Şah, üstüne bir de insan ithalatına başladı; Yunanlı mühendisler, Norveçliler, Filipinli işçiler bir anda ülkeye doluşuverdi.

İran halkı çaresizlik içinde olayları izlerken, kendisini beceriksiz ve ezik hissetti. Büyük uygarlık kuruluyor, teknoloji görünürde de olsa yaşamın içine giriyordu ama onlar sadece aşağılanmanın ve kenarda kalmışlığın rahatsızlığıyla biraz daha içlerine gömüldüler ve kendilerine hiçbir şey bilmediklerini hatırlatan şu ‘büyük uygarlık projesi’ saçmalığından dehşetle nefret ettiler.

Herkes durumdan rahatsızken, en net ses Kum şehri’ndeki bir molladan, Humeyni’den geldi: ‘Şah gitmelidir’ Tabii bu sözün üzerine kendisi sürgüne gitmek zorunda kaldı ancak, en öz biçimiyle bu cümleyi 20 sene boyunca her ortam ve durumda söylemekten vazgeçmedi.

Halk hiçbir zaman İranlı yazarların en iyi kitaplarını okuyamadı, filmlerini izleyemedi, çünkü hepsi yurtdışında yayınlanıyordu. Saray çevresi servetlerine servet katarken, meşhur Evin Hapishanesinde Uluslararası Af Örgütü’nün 1976 kayıtlarına göre 7500, resmi olmayan kaynaklara göre ise 100 bin politik tutuklu ikamet ediyordu. İşkenceler artık sokak ortasında yapılıyor, Şah rejimi muhalifleri çareyi ya yurtdışına kaçmakta ya da yeraltına inmekte buluyordu. Halk, SAVAK’la ve mollalarla karşı karşıya kaldı ve mollaları seçti. Aslında başlangıçta mollaların seçildiğinin kimse farkında değildi, her şey ve herkes kalpsiz Şah’tan daha iyidir düşüncesi hakimdi. Solcu kesimin temsilcisi Beni Sadr, % 72 çoğunluk oyuyla cumhurbaşkanı seçildiğinde, özgürlük yanlıları kendilerine yakın buldukları bir adamın başa geçmesinden, muhafazakarlar da, Humeyni’nin bu kadar yakın bir arkadaşının seçilmesinden dolayı sevinç çığlıkları attılar. İşin foyası meydana çıktığında, devrimin gerçekleşmesinde büyük emekleri olan solcular politik iktidar gibi kafalarını da mollalara kaptırmış, hapishaneler yine özgürlük taraftarlarıyla dolmuş, kadınların hakları ellerinden alınmış, evlilik yaşı kadınlarda 18’den 13’e düşürülmüştü. Humeyni’nin 4 ayda hazırlattığı anayasa, Şah monarşisini mumla aratacak hükümlerle doluydu. Devrim sonrası en radikal yayınlardan biri olan ‘Ayendegah’ gazetesi, 1 milyon tirajına rağmen, önce Humeyni tarafından uyarıldı, ardından kapatıldı.

“Müzik insanın beynini uyuşturur. Silin atın müziği kafanızdan. Bertaraf edin müziği tamamıyla”
Humeyni

Sistemin adı değişiyor ama düzen kurumları dahi değişmeden duruyordu. SAVAK’ın yerini SAVAMA, ordunun yerini devrim muhafızları almıştı.
Pek çok Ayetullah, SAVAK tarafından büyük işkencelerle öldürülmüş, Ayetullah Talagani, kızının ırzına geçilirken gözlerini kapattığı için gözkapakları kesilerek cezalandırılmıştı. Teknoloji tutkunu Şah’ın ortaçağ işkence geleneklerine ne kadar bağlı olduğu dikkat çekicidir. Devrim sonrası ise Hizbullahlar, baskılara karşı gösteri yapan genç kızları toplayıp hapse götürdükten sonra, önce tecavüz edip sonra öldürmüşler. Şii inancına göre bakire bir kız cennete gider ve demokrasi isteyen bu muhaliflerin cennete gitmeye hakkı olamaz.

Humeyni rejiminin, alkoliklerinin çoğunun ölümüne yol açtığı anlatılıyor İran’da. Votka, şarap ya da bira bulamayınca kimyasal maddelerden bir çeşit içki yapıp içmeye başlamışlar, bu içkiler de onları öldürmüş.

Tahran’ın ‘günah mahallesi’ Şahreno, eskiden 5-6 bin fahişenin yaşadığı bir semtken, devrim sonrası bir harabeye dönüştü. Devrim muhafızları ve mollalar bir gece oraya saldırıp, kadınları öldürene kadar dövdüler, ortalığı yakıp yıktılar. Böylece çiçeği burnunda İslam Cumhuriyeti’ne yakışmayan bir leke daha ortadan kaldırıldı.

………………..

Dinsel olguların İran’da devrimden sonra ortaya çıktığını düşünmek yanlış olacaktır. Mollar 800 yıldır Kum’da yaşarlar ve İran yüzyıllardır çıkışı itibariyle kızgın ve muhalif olan Şiilik mezhebine bağlıdır.
Şii, en kaba tabiriyle Ali’nin yandaşı anlamına gelir. Ali, halife olduktan 5 sene sonra öldürülmüş, oğulları da sırayla cinayet ve suikastlara kurban olmuş, böylelikle İslam iktidarı sırasıyla Sünni emevi, Abbasi ve Osmanlı hanedanına taşınmıştır. Sayıları az, yoksul ve çoğunluğu köle olan Şiiler doğal bir süreçle muhalefet yanlısı olurlar. Ortodoks Şiiler, sürekli geçmişi yaşar, kanla dolu tarihlerinden gözleri yaşla bahsederler. Yazgıları, kötü talihleri peşlerini hiç bırakmamış, onlar muhalifleştikçe, uğradıkları baskı ve şiddetin dozu gittikçe artmıştır. Önce Şam, sonra Bağdat’taki güç merkezlerinden uzaklaşmaya ve yeraltına inmeye başlayan Şiiler, ardından Zagros dağlarını aşarak İran’a ulaşırlar. Zerdüşt dinine inanan İranlılar, Müslümanlığı kabule zorlanırken, dağlardan gelen bu çıplak ayaklı, perişan görünüşlü Şiilerin de Müslüman hem de saf Müslüman olduğunu öğrenerek onlara ısınmaya başlarlar. Arap zulmünden baymış İranlılara hem Müslüman olup, hem de muhalif olabilecekleri fikri cazip görünür ve Şiiliği kabul ederler. İran halkının hacıyatmazlar gibi kendilerini yapıştıkları yerden kazıma ve ayağa kalkma yetenekleri ta o zamanda kendini gösterir, Şiilik onlar için sadece bir din değil, korunmanın, sığınmanın ve gerektiğinde muhalefet olabilmenin de bir yoludur. Topluluğun terörist olguları da içinde barındırması bundan dolayıdır.



İran, yüzyıllarca muhalif Müslümanların toplandığı, hayatta kalmanın bir yolu olarak gizlenme (takıyye) ilkesinde uzmanlaştığı bir yer olacaktır. Bu ilke, şiire egemen bir güçle karşılaştığında kendini ve halkını koruyabilmesi amacıyla, ona inanan birisiymiş gibi davranma olanağı verir. Böylece İran, tapınmak, öğrenmek, saklanmak amacıyla ülkeye giren sapkın, hükümet karşıtı, her türden garip münzevi, kahin ve tarikatçıların yatağı haline gelir. 16. Yüzyılda Safevi hanedanı, Şiiliği resmi din olarak kabul edince, kitlenin tek silahı, muhalefet aracı, devletin kitlesel ideolojisi olur.1

Şiiler, yanlız halife otoritesini değil, hiçbir laik otoriteyi kabul etmezler. Onlar, sonuncusu 9.Yüzyılda dünyayı terk etmiş ve en son 1100 yıl önce Irak’taki Samara cami’ine girerken görülmüş olan son İmam, İmam Muhammed’e inanan akıldışı bir topluluktur. Mehdi, onların boyun eğmeye hazır oldukları tek otoritedir.
Humeyni’nin 1963 yılında muhalefet dilini Şah’ın Yezidi olduğunu ilan edecek kadar sertleştirmesi boşuna değildir.

"Yezid", gerçekten zalim bir Emevi hükümdarıdır ve Kerbela'da Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin'i öldürtmüştür. Bu barbarca facia, bütün İslam dünyasında derin ve sürekli bir hüzün yaratmıştır, özellikle Şii kültüründe adeta bir "kült" oluşturmuştur. Şiilikte aşırı bir hüzün ve şehitlik duygusu vardır. İran'da siyah renk ve "kara çarşaf", böyle derin anlamlara sahip dini ve milli bir semboldür.

İran’da iki yönlü ve birbirinden tamamen farklı çifte hayat sürüyor şimdi; biri dışarıda ve itaatkar, diğeri ise evde ve isyankar.

İran’da pek sık anlatılan bir anekdot var: İranlılara soruyorlar, Şah dönemi ile sonrası arasında ne fark var diye, ‘aslında hiçbir fark yok, eskiden evde ibadetimizi yapar, dışarıda eğlenirdik, şimdi dışarıda ibadetimizi yapıp evde eğleniyoruz’.

İran nüfusunun % 51’ini iran’lılar, % 24’ünü Azeriler, % 7 ‘sini Kürtler, % 3’ünü Araplar ve kalanını çeşitli yerli gruplar oluşturuyor.

Tahran’ın göbeğinde bir Yahudi gettosu var. Şah döneminde ticarete özendirilen ve güzel hediyelerle saray aristokrasisine dahil edilen Yahudiler, bu iştah açıcı servetten uzak kalmamak için Tahran’a ufaktan yerleşmeye başlamışlar. Şimdilerde yine orda, yüksek duvarlarla çevrili kendi mekanlarında istedikleri gibi giyinip, alkol içip, esrar çekerek rahat bir hayat sürdükleri söyleniyor. Votkaların körlüğe yol açtığını çok duydum, ama şarapları bir harikaymış.

İran’da 40 milyon kişi 25 yaşın altında. Yani nüfusun nerdeyse üçte ikisi, Ayetullah Humeyni dönemini hayal meyal hatırlıyor, ya da o dönemle ilgili ve devrimle ilgili hiç bir fikre sahip değil.

Devlet televizyonları ve radyo yayınları sistemi korumak, aşırılıklara izin vermemek için elinden geleni yapıyor, ancak gelişen teknoloji yeni
açılımlar yaratmak konusunda İran’da da meyvelerini vermeye başlamış. Uydular ve internet islami perdeyi delip hayatın içine girmiş. Azeri dilindeki karşılığıyla ‘mahvare’, sokaktaki İranlının hayata bakışını, zevklerini ve isteklerini esas belirleyen etken. Taksiciler Sibel Can’la evlenme hayalleri kurarken, minibüslerde galatasaray, beşiktaş bayrakları asılı, Tatlıses hayranlığı da pek yaygın. Televole’ler, süper magazin’ler izleniyor evlerde.

Sah döneminde, kişi başına düşen gelir 2600$’ken, şimdi bu oran 1800$’a düşmüş olmasına karşın, görece eşit dağılan gelir düzeyinden dolayı İran hiç de yoksul bir ülke görüntüsü çizmiyor, tersine komşuları, Pakistan, Afganistan ve Hindistan’a göre kat kat üstün yaşam standartlarına sahip.

Devrim sonrası Batıya göç eden İranlıların sayısı bir milyonu geçiyor, Kanada, Amerika ve Avrupa’da yaşayan İranlılar, internetteki forumlarla, reform isteklerini dile getiriyorlar, Hatemi yanlısı bir tutum sergiliyorlar.

Tüm baskılara rağmen, kadınlar Şah dönemindekinden çok daha fazla hayatın içindeler son yıllarda. Müslüman ülkeler arasında, en eğitimli ve istihdam edilmiş kadın İran’da. Devrimden önce % 35 olan okuma oranı, mollaların iktidarında gariptir ki artarak % 74 ‘e çıkmış, Şah dönemi üniversite öğrencilerinin üçte biri kadınken, şimdi bu oran yarı yarıya. Artan eğitim oranı iş yaşamına da yansımış. Bugün İran’da her 3 fizikçiden biri kadın.

Bilinçli ailelerin artması, kendiliğinden nüfus planlaması getirmiş, bebek ölümleri ciddi bir oranda azalmış ( Şah döneminde her bin doğumda 90 ölüm varken, şimdi bu oran 26) Ortalama hayat süresi 60’tan 72’ye çıkmış. Sağlık hizmetleri en iyi işleyen alanlardan birisini oluşturuyor özellikle Tahran’da.

Şah döneminde şimdiki kadar dinine bağlı olan orta ve alt sınıf İran kadınları evde oturuyor ve güvenli bulunmayan dışarı hayatına karışmaları engelleniyordu. Devrim sonrası, dışarısı içeriden daha güvenli ve dini bir ortama dönüşünce, tutucu aileler dahi kızlarını üniversiteye göndermeye başladı. Eğitimin kolay ulaşılabilir ve herkese aynı eşitlikte sunulması doğal olarak kadınların iş yaşamına ve günlük hayata daha aktif katılımını doğurdu.

Kendine son derece güvenli ve bakımlı İranlı kadın, Hatemi’yle gelen reform dalgasını son limitine kadar kullanmaktan çekinmiyor, saçlar hafiften başörtüsünün altından dışarı salıverilmiş, sürmeler çekilmiş hatta dekolte ayakkabılar ve ince biz zevk ürünü olan mücevherlerle İran sokaklarında arz-ı endam ediyor.

……………………

Tahran’da 1000 tane cami var, orayı gezen birisi bu kadarını fark etmeyebilir. Çünkü cami, ‘dinsel ibadet mekanı’ özelliğini kaybedip, hayatın ta kendisinin yaşandığı başka bir mekana dönüşmüş. Abdest ihtiyacı, cami yakınlarında hamam yapılaşmasına, çay-kahve içme alışkanlığı lokanta ve kahvehanelerin yayılmasına yol açmış, pazar ya da çarşı dediğimiz (orijinali de farsça: çar-şü) yerleşim tipi, böyle bir gelenekten ortaya çıkmıştır. İran’da pazara gitmek, alışveriş yapmak dışında tüm yukarıda sayılan gündelik hayat faaliyetlerini de içerir.

Cami geniş avlusu ile aynı zamanda bir toplanma mekanı yaratır, sadece ibadet edilen bir mekan değildir, orada konuşulur, yürüyüş yapılır, dışarıdaki rejimin aksine hiyerarşi yoktur, Savak yoktur. Bu nedenle diktatörlük ne zaman halkı sıkıştırmaya başlasa İran’da camiler dolmuş, insanlar, ibadet için değil, rahatlamak ve bir kaç saniyede olsa özgür olduklarını hissedebilmek için, kendilerine kalan tek yeri kullanmışlar.



Kendini gurbette, ülkesi istila altında ya da çaresiz hissetmiş İranlı, halı dokuyarak hayatla bağlantı kurduğuna inanır, bin yıllarca yaşayacak kendisinden bir parçayı geleceğe taşıyacaktır onunla. Halı, aynen ev ya da bahçe gibi bir yerleşme mekanıdır. İyi dokunmuş bir İran halısı yüzyıllara hatta bin yıllara meydan okur. Taşınabilir, sınırları bellidir, desen ve dokusuyla duygusal ilişki kurmanıza izin verir. Batı’nın aksine, Doğu’da ‘eşyaya tasavvur ediş’ ancak umumi şekilde olabilir. Hatta bazen onu tabiattan sanki ödünç alır.2 Bu tespit, Doğulunun mekanla kurduğu ilişkiyi de belirler. Batı’daki iktidar mekanları, Doğuda yerini daha sahici yaşama alanlarına bırakır. Tahran’ın göbeğindeki Halı Müzesi her ne kadar modern dönem mimarisinin soğukluğunu yansıtsa da bahçe düzenlemesi ve binanın insan ölçeğine saygısızlık etmeden yükseliyor olması belki bu ilişki için güzel bir örnek. Halıların saklanışındaki itina ve hassasiyet taktire şayan.

………..

3000 yıllık gelenek, Müslüman zulmünden kendini koruyarak çıkmış, ‘Şiilik’ mezhebi ‘takiyye’ zırhı altında, devrimci, azınlık, çaresiz ve en önemlisi her ne sebeple olursa olsun muhalif olanları kucaklamış, 12. Yüzyılda kendisini legalleştirene kadar yeraltında yaşayan bir kültür yaratmış İran’da.. Bu eski ve köklü halk, bana hacıyatmaz’ları hatırlatıyor. Yeniden yeniden ayağa kalkan, yılmayan, azimli, sebatkar ama her ayağa kalktığında belki biraz daha bilinci yaralanmış bir topluluk.
İnsanların evlerinde biz bize hissedecekleri bir ulus devlet yanılsaması, İranlıların yüzüne bir tokat gibi her gün çarpıyor, yaşadıkları devletin içinde oturulamaz kılındığını biliyorlar. Durmadan düşmanın ‘içerde’ olduğunu keşfederek, ‘dış’ düşmanlar karşısında birleşmiş bir cemaatmiş gibi yapmak zorunda kalıyorlar, bu da onları bir nevi çift kişilikli, şizofren olmaya itiyor.

 


DİPNOTLAR
1. “Şahların Şahı”
2. Cemil Meriç