“İmkansız
Aşk” şair Hasan Öztoprak’ın romancı kimliğiyle yazdığı
ilk romanı. 1991’den beri yazın hayatında yer alan Öztoprak bu ilk
romanıyla büyük eleştirilere hedef oldu. Bir çok kadın yazar onu
özel hayatını deşifre etmekle suçladı, yazar, kitabının basımının
durdurulmasına kadar varan tepkilerle karşılaştı.
“Yazar kendi özelini romanlarında yazabilir mi?”
sorgulaması irdelendi uzun bir süre. Yazar tabii ki kendi özelini
de yazabilir, dünyada bir çok yazar da bunu yapmıştır. Özel hayatım
romanlarımda yer almaz denmesi çok inandırıcı olamaz. Aslında her
yazarın özeli romanlarında yer alır fakat satır aralarında ve biraz
daha ustalıkla gizlenerek. Yirminci yüzyılın ünlü Fransız yazarlarından
Romain Gary “Usta bir yazar kendi özelini satır aralarında gizler”
diyerek aksini yapmanın çok acemice olduğunu vurgular.
Hasan Öztoprak’ın talihsizliği, yaşadığı ilişkiyle
romanın çıktığı tarihlerin birbirine çok yakın olması, bir de bu
ilişkiden izlerin bu ilk romanda yer alması. Yazmaya başlayan bireyin
mutlaka kafasında halledemediği sorunları vardır, ister özel ister
toplumsal, yazarın kendisiyle,
insanlarla, dünyayla, yaşamla, ölümle ve aşkla ilgili bu sorunlar
gün gelip taşınamaz boyutlara ulaşınca dışa vurma isteği belirir.
Yazmak için yeterli donanım sağlandığında ise bunları yazıya dökmek
kaçınılmazdır. Bir bardağın dolma süresi bittiğinde taşması gibi
birey de belli bir birikimden sonra bunu akıtmak, dışa vurmak için
yazma ihtiyacı hisseder. Yazarken okuyucunun beğenisi öncelik taşımaz,
yazar yazmak istediklerini yazar, tabii ki beğenilme kaygıları da
vardır ama bunlar daha sonraki dönemlerde daha çok önem kazanır.
Zaten yazarın yazdıklarını okuyucuya sunmadan önce, yazdıklarından
öncelikle kendisinin hoşnut olması gerekir, yazdıklarından kendisinin
hoşuna gitmeyenleri okuyucuya sunmaya cesaret edemez.. Yazar için
bu bir doyum noktasıdır, ancak kendinden emin olduktan sonra yazdıklarını
ortaya döker.
Hasan Öztoprak “İmkansız Aşk”a Maurice Blanchot’dan
bir alıntıyla başlar.
“Gerçek korkutmuyor beni. Sırrımı ele vermek gibi
bir endişem yok. Ama sözcükler bugüne dek hiç istemediğim kadar
güçsüz ve kurnazdılar. Bu aldatıcılık bir uyarı biliyorum: gerçeği
rahat bırakmak daha soylu bir davranış olurdu. Onu saklı tutmak
gerçeğin yararına olurdu. Ama sorunu birazdan kökünden çözeceğime
inanıyorum. Sorunu kökünden halletmek de soylu bir davranıştır.”
Yukarıdaki alıntıda da belirtildiği gibi yazar,
sırrını ele vermek gibi bir endişe taşımıyor. Romanlarda yer alan
bu tür alıntılar roman hakkında önemli ip uçları verirler. Burada
feminist yazarları kızdıran, sanıyorum bu ilişkideki diğer bireyin
kadın olarak korunması ile ilgili, oysa feminizmde kadın erkek eşitliği
bunca savunulurken karşı tarafı salt kadın olduğu için korumaya
almak feminizmin ilkelerine de ters düşmektedir.
Birey incinmişse incitmek ister hatta incitir,
tabii ki bu göze göz dişe diş mantığını haklı çıkarmaz, fakat o
çok derinlerde yatan incinmişlik bir gün su yüzüne çıkabilmek için
yanıp tutuşur ve çoğunlukla da ortaya çıkar. Yukarıdaki alıntıdan
anlaşılacağı üzere bu konuda yazar da bir ikilem yaşamaktadır. Gerçeği
rahat bırakmak daha soylu bir davranış olurdu derken, sorunu kökünden
halletmek de, ki bu biraz da deşifre etmek anlamına geliyor, soylu
bir davranış olarak gösteriliyor ve sonunda yazarın gerçeği saklamak
yerine açıklamayı yeğlediğini anlıyoruz.
Ardından Cioron’dan bir alıntıda da öfkenin izleri
değil adeta kendisi görülür. Öfkenin bedelini ağır ödese de bazı
bireyler öfkelerinin dozunu ayarlamakta zorlanırlar.
“Biz hepimiz, huzurun anahtarını yitirmiş, artık
büyük acının sırlarından başka bir şeye varamayan öfkelileriz.”
“İmkansız Aşk”ta bir aşk uğruna evliliğini bozarak
tutkunun peşinde koşan bir adamın ihanetle sonuçlanan öyküsü yer
almaktadır. Roman baş kişisi ve anlatıcı S, bu aşkı imkansız bir
aşk, hatta tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak tanımlar.
(sf.92) Roman geriye dönüşler, iç konuşmalar ve mektuplarla kurgulanmıştır.
Olayın Düzce depremi sıralarında gelişmeye başladığı anlaşılmaktadır.
Olayda adı geçen mekanlar İstanbul’un Cihangir, Beyoğlu gibi semtleri
olup gerçek mekanlardır.
Kurgulamaya gelince, yazar bölüm başlarındaki epigraflarla
her bölüm hakkında ip uçları vermektedir. Başlangıç adını verdiği
bölüme; “Her başlangıcın gerçekten bir başlangıç olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
gibi bir sorgulamayla başlar, zira bu aşkın başına sorunlar açacağını
baştan sezmekte fakat yine de peşine takılıp gitmekten kendini alıkoyamamaktadır.
Elda ile ilgili düşüncesi de bunu belirtmektedir.
“Elda insanda sürekli olarak başına kötü bir şey
gelecekmiş hissi uyandıran birisidir.” (sf.22)
Bir başka bölüm Rilke’den bir alıntıyla başlar.
“...ve ruhum kendi üzerime boşalıyor.”
Bu bölümde mektuplar kurguda yer almaya başlar, romanda mektupların
yer alması edebi açıdan bireyin duygularını en içten bir şekilde
aktarmaya yarayan yüzyıllardır kullanılan bir tekniktir. Söz konusu
mektuplar roman baş kişisinin Elda’yı arayışları, S’nin kendisiyle
hesaplaşması ve kendisiyle yüzleşmesini yansıtır. Daha sonraları
da okuyucuya da hitap ederek kendini ifade etmeye çalıştığı iç konuşmaları
görülmektedir.
“Ele geçtim. Ele geçmenin ne olduğunu bilir misiniz?
Ele geçmek, deneyimlerden ve kendine ait tasavvurlardan vazgeçmek
demektir. Alışkanlıklarından, tarzından, arkadaşlarından, hatta
kendinden.” (sf.35)
Görüldüğü üzere, roman baş kişisi benliğini yitirmekte,
kendini kontrol edememenin sıkıntı ve bunalımını yaşamaktadır. Mektup
gibi görünen yazılar Elda’ya hitaben günlüğüne yazdığı notlar olarak
da algılanabilir. Olayın birinci tekil şahıs tarafından anlatılması
da olaya daha bir gerçekçi görünüm kazandırmaktadır. Elda’yla başladığı
bu ilişkiden sonra “S” yavaş yavaş kendini bile tanıyamaz, hatta
kendisinden bu adam diye söz etmeye başlar.
“Kendimi Elda’ya adadım ve bu adama, onun bir yansısı
haline getirdi beni.” (sf.55)
“S” ilk gençlik aşkı Bahar’la siyasi çalkantıların
yoğun olduğu cunta döneminde evlenir. Anlatıcının deyimiyle ülkede
demokrasi rüzgarları esmeye başladıktan sonra “S” ve eşi mesleklerinde
yükselmeye ve iyi para kazanmaya başlarlar. Rahat bir yaşama geçtikten
sonra her şeyin rutinleşmeye başlamasıyla, geçmişinde zorlu bir
yaşamdan gelen “S” bu rahat yaşamı taşıyamaz, gece hayatına ve arayışlara
başlar. Evlilikte ve yaşamda erişilecek hedefler bitip yerine yeni
hedefler koyamayan “S” monotonluğun yol açtığı arayışlarda karşılaşır
Elda’yla. Elda’nın asi ruhu, çılgınlıkları, başına buyruk seyahatleri,
kaçışları “S” yi Uzaklık çaresizliktir. Bazen hangisinin daha trajik
olduğunu bilemezsiniz: Mesafelerin koyduğu çaresizliğe sürüklemektedir.
“Uzaklık mı? Sözlerin, duyguların içinde saklı
olan mı? (sf.73) gibi derin düşüncelerde irdeler bu çaresizliği.
Ardından suçluluk duygusu sarmaya başlar benliğini, hissettikleri
gittikçe acıya dönüşmektedir, adeta acıyla özdeşleşmektedir.
“İnsanlar davranışlarından sorumludur. Ben davranışlarımın
sorumluluğunu kaldıramadım. Savunmasız kaldım. Bu sefer yaşadığım
çaresizlik öncekilerin hepsini yuttu, bitirdi. Acı, hissettiğim
şey olmaktan çıktı,adeta parçam oldu.” (sf.76)
“S” nin aşkı tanımlaması da psikolojisinin aynasıdır.
“Aşk böyle bir şeydi. İnsanın gücünü alan kişiliğini zedeleyen,
zaaflarını açığa çıkartıp karşısındakinin hizmetine sokan bir şey.
Aşka muhatap olan kişi aşık olanın zaaflarının üstüne basarak yükselir,
egemenliğini böyle kurar. Egemenlik arttıkça aşık olanın kişiliği
giderek zayıflar, sonunda teslim olur. Artık aşık olan için esaret,
aşık olunan içinse sonsuz özgürlük vardır.” (sf.80)
Yukarıdaki tanımlama aşkın tamamen olumsuz yönlerini
göstermektedir, oysa gerçekte aşk karşıdaki bireyde egemenlik kurma
değil sevgiyi paylaşma olgusudur.. “S” nin yaşadığı aşkı bir hastalık
olarak tanımlaması da bu aşk yüzünden sürekli acı çekmesinden kaynaklanmaktadır.
Daha sonraki bir bölümde de intihar ve ölümü sorgulamaya
başlar.
“Ölümün kendisi içimizdedir.” (sf.87)
Elda’nın intihara yakın olduğunu belirttikten sonra
parantez içinde ilginç bir saptamada bulunur.
“(Bizim gibiler ölümlerini Tanrı’nın eline bırakmazlar.
Kendi irademizle gelmediğimiz bu dünyadan kendi isteğimizle çekip
gitmek güçlü bir duygudur.
Ama bunu hep erteleriz.
Tanrı’yla Rus ruleti oynar gibiyizdir.
Bir gün daha yaşamak, tetiği boşa çekmek gibi bir şeydir)” (sf.82)
On dokuzuncu bölümde olayın başlangıcından üç ya
da dört yıl önceye dönerek ani geçişler yapar. İçinde bulunduğu
açmazı fark eden “S” insanı zavallı bir yaratığa benzetecek kadar
umutsuz bir duruma düşer.
“İnsan, kendini ya hayatın akışına bırakan, ya
da hayatın akışına karşı direnen, her iki durumda da zavallı bir
yaratıktır. Zavallıdır çünkü kendini bıraksa da, dirense de sonuç
aynıdır. Hayat her zaman galip gelendir. Ruhsal açıklanış, etik
değerler, imgesel süreç ya da mistik boyut... bunların hepsi gerçeklik
karşısında koca bir hiç’tir.” (sf.118)
Roman baş kişisi “S” kendi durumunu psikolojik
irdelemelere de girer.
“Bizler aşık oluyoruz ve psikolojik açıklamalardan
medet umuyoruz. Şimdi burada oturup onu düşünmemi bir haz haline
dönüştürebilseydim, bundan memnun olurdum. Oysa bu canımı yakıyor.
Ypmam gereken ise tamamiyle başka: Bunu olduğu gibi kabul edip,
bu duruma yabancılaşmanın yolunu açmak. Bu bir durum. Ona aşık olmam
da bir durum; nasıl bir psiko-teorik yaklaşımla açıklanırsa açıklansın.”
(sf.118)
Yapması ya da yapmaması gereken şeylerin farkında
olmasına rağmen peşine takılıp gittiği tutkunun esiri olmaktan kurtulamamaktadır.
“Ayrılık bitti. Sonsuz ayrılık?...” bölümünde “S”
nin kendini tanıyamaz hale geldiği daha belirgindir.
“Yüzüm yok, korku dışındaki bütün ifadeler geri
çekilmiş, bu gözler yaşamı değil ölümü imliyor.” (sf.123)
Elda’nın yurt dışına ani gidişi “S”nin Elda’yı
tamamen kaybetme korkusu onu yıkıma sürüklemektedir. Elda’nın gidişinden
sonra doktora giden “S” ye doktorun verdiği öğüt de “S” nin gittikçe
başka bir kimliğe bürünmesinin kanıtıdır.
“Sadece kendin gibi olmalısın.” (sf.131)
“S” öyle değişmiştir ki büründüğü diğer kimlik
gerçek kimliğine üstün gelmektedir ve bu nedenle sürekli iç çatışmalar
yaşamaktadır.
“Ne büyük laf: Kendin gibi ol. Peki nasıl, insan
neden ve nasıl kendi gibi olur? Ben neyim o zaman, kimim? Kimim
ve ne yapmalıyım kendim gibi olmak için?” (sf.131)
Elda’nın yurt dışından geldikten sonra da devam
eden sürekli yer değiştirme arzusu, geride kalanın hep “S” olması,
Elda’nın hayatında ilişkilerinin başından beri Latif isimli bir
başka sevgilisinin daha olması, “S”nin kişiliğinde derin yaralar
açar.
“Bu hastalıklı sevgiden, ben bundan çok hoşlansam
da kurtulmalıyım, diye düşündüm.” (sf.137)
Elda’nın geri dönüşünden itibaren kaldığı yerden devam eden tartışmalar,
terk ediliş, terk edişle ayrılığı yavaş yavaş kabullenmeye çalışır,
Nietzche’den bir alıntı da bunu desteklemektedir.
“Biri sırtını dönüp gider, öteki başka yere gider, herkes kendi
küçük sürüsünü bulur, en bağımsız olan hiç kimseyi bulmaz ve karede
yalnız kalır. Benim karede yalnız kalma günüm geldi mi yoksa?”
Elda’ya yazılmış mektuplarla, ki yanıtsız kaldıkları anlaşılmaktadır,
anlatıcı “S” içindeki acıyı yazarak hafifletmeye çalışmaktadır.
Yaşadıkları hikayeyi yazma isteğini de bu mektuplardan birinde dile
getirmektedir.
“Sana yazarak içimde her gün çoğalan acıyı biraz olsun hafifletiyorum.
Bunu istersin değil mi? Aslında hikayemizi yazmak istiyorum. Buna
izin verir misin? Belki de gerçek bir aşk hikayesi olmayacak bu.
Benim kafamdaki hikayeyle gerçeğin farklı olduğunu, gerçeğin benim
bildiklerimden daha fazla olduğunun farkındayım. Ama ne önemi var;
hayat da böyle değil mi: Her zaman hissettiğimizden bir fazla?”
(sf.147)
Roman baş kişisi/anlatıcı/S sevdiği kadın uğruna eşini ve iki çocuğunu
terk etmiş, tutku derecesinde bağlanıp hayatını ona adamış ve duygularıyla
tamamen teslim olmuş bir bireydir. Bir yandan eski eşi ve iki çocuğa
yaptığı haksızlıklar, diğer yandan uğruna sorumluluklar ve alışkanlıklardan
vazgeçilen Elda’nın aykırı, sorumsuz davranışları “S”yi çıkmaza
sokmaktadır. Geriye dönememekte zira eski eşi Bahar da kendine yeni
bir yaşam kurmuş, yeni bir birlikteliğe başlamıştır. Elda’ya olan
tutku derecesindeki sevgisi “S”kişilik değişimine, bozulmasına hatta
kendisine bile yabancılaşmasına yol açmıştır. Tamamen ayrılmalarında
aylar sonra Elda’nın yeni kitabını almak için buluştukları kafede
“S” artık Elda’yı güzel bile bulmamaktadır. (sf.152)
Psikolojik olarak bu denli incinmiş bir bireyin öfke kusması, gerçeği
deşifre etmesi, belki de günah çıkarması bir kurtuluş çaresi olarak
algılanabilir. Aslında tacize, tecavüze uğramış bir çok insanın
itirafları da olayın bireyde bıraktığı tahribatı, acıyı azaltmak
için, bilinç altını açığa çıkarmasının bireyi rahatlattığı gerçeğini
çevremizden de görmekteyiz.
Yazar, son bölüme “her şey gerçek her şey yalan” başlığını vererek
okuyucuda kurgu mu gerçek mi ikilemini yaratmaya çalışarak bir çok
yazar gibi bir şaşırtma tekniği kullanır. Romanın sonunda “S”nin
bu hikayeyi yazması için dosyayı götürdüğü bir yazar kişiliği çıkar
karşımıza.
“İmkansız Aşk”a teknik açıdan baktığımızda ise biraz yüzeysel bir
roman görüyoruz. Şair kimliği taşıyan bir yazarın, şiir ya da diğer
edebi türleri birarada kullanarak çok katmanlı, çok sesli, derinliği
olan bir yapıt çıkarması daha doğru olurdu. Daha önce de belirttiğimiz
gibi “İmkansız Aşk” bir ilk roman, roman yazmaya devam edeceğini
belirten Öztoprak’ın gelecek romanlarında yeni teknikler deneyeceğini
umuyoruz.
Romain Gary’nin bir başka sözüyle incelemeyi tamamlayacağız. “Yazmazsam
çıldıracaktım” der Gary, öyleyse yazmak rahatlama, hatta bir tür
terapidir üstelik de en etkili olanı denilebilir. Zira içinde kendisin
rahatsız eden bir şeyler barındıran insanlar yazma eylemine geçmektedirler.
Yola çıkış bir tür huzursuzluk, çeşitli şeylerden duyulan rahatsızlıklardır.
Fakat yine Gary’nin dediği gibi “gerçeği tüm çıplaklığıyla yazmak
acemiliktir, bu ilk romanın da şanssızlığı bu olsa gerek.