SAYI 7 / 01 MAYIS 2004

 
“İMKANSIZ AŞK” BİR GÜNAH ÇIKARMA MI?

Tülay Akkoyun



“İmkansız Aşk” şair Hasan Öztoprak’ın romancı kimliğiyle yazdığı
ilk romanı. 1991’den beri yazın hayatında yer alan Öztoprak bu ilk romanıyla büyük eleştirilere hedef oldu. Bir çok kadın yazar onu özel hayatını deşifre etmekle suçladı, yazar, kitabının basımının durdurulmasına kadar varan tepkilerle karşılaştı.

“Yazar kendi özelini romanlarında yazabilir mi?” sorgulaması irdelendi uzun bir süre. Yazar tabii ki kendi özelini de yazabilir, dünyada bir çok yazar da bunu yapmıştır. Özel hayatım romanlarımda yer almaz denmesi çok inandırıcı olamaz. Aslında her yazarın özeli romanlarında yer alır fakat satır aralarında ve biraz daha ustalıkla gizlenerek. Yirminci yüzyılın ünlü Fransız yazarlarından Romain Gary “Usta bir yazar kendi özelini satır aralarında gizler” diyerek aksini yapmanın çok acemice olduğunu vurgular.

Hasan Öztoprak’ın talihsizliği, yaşadığı ilişkiyle romanın çıktığı tarihlerin birbirine çok yakın olması, bir de bu ilişkiden izlerin bu ilk romanda yer alması. Yazmaya başlayan bireyin mutlaka kafasında halledemediği sorunları vardır, ister özel ister toplumsal, yazarın kendisiyle,
insanlarla, dünyayla, yaşamla, ölümle ve aşkla ilgili bu sorunlar gün gelip taşınamaz boyutlara ulaşınca dışa vurma isteği belirir. Yazmak için yeterli donanım sağlandığında ise bunları yazıya dökmek kaçınılmazdır. Bir bardağın dolma süresi bittiğinde taşması gibi birey de belli bir birikimden sonra bunu akıtmak, dışa vurmak için yazma ihtiyacı hisseder. Yazarken okuyucunun beğenisi öncelik taşımaz, yazar yazmak istediklerini yazar, tabii ki beğenilme kaygıları da vardır ama bunlar daha sonraki dönemlerde daha çok önem kazanır. Zaten yazarın yazdıklarını okuyucuya sunmadan önce, yazdıklarından öncelikle kendisinin hoşnut olması gerekir, yazdıklarından kendisinin hoşuna gitmeyenleri okuyucuya sunmaya cesaret edemez.. Yazar için bu bir doyum noktasıdır, ancak kendinden emin olduktan sonra yazdıklarını ortaya döker.

Hasan Öztoprak “İmkansız Aşk”a Maurice Blanchot’dan bir alıntıyla başlar.

“Gerçek korkutmuyor beni. Sırrımı ele vermek gibi bir endişem yok. Ama sözcükler bugüne dek hiç istemediğim kadar güçsüz ve kurnazdılar. Bu aldatıcılık bir uyarı biliyorum: gerçeği rahat bırakmak daha soylu bir davranış olurdu. Onu saklı tutmak gerçeğin yararına olurdu. Ama sorunu birazdan kökünden çözeceğime inanıyorum. Sorunu kökünden halletmek de soylu bir davranıştır.”

Yukarıdaki alıntıda da belirtildiği gibi yazar, sırrını ele vermek gibi bir endişe taşımıyor. Romanlarda yer alan bu tür alıntılar roman hakkında önemli ip uçları verirler. Burada feminist yazarları kızdıran, sanıyorum bu ilişkideki diğer bireyin kadın olarak korunması ile ilgili, oysa feminizmde kadın erkek eşitliği bunca savunulurken karşı tarafı salt kadın olduğu için korumaya almak feminizmin ilkelerine de ters düşmektedir.

Birey incinmişse incitmek ister hatta incitir, tabii ki bu göze göz dişe diş mantığını haklı çıkarmaz, fakat o çok derinlerde yatan incinmişlik bir gün su yüzüne çıkabilmek için yanıp tutuşur ve çoğunlukla da ortaya çıkar. Yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı üzere bu konuda yazar da bir ikilem yaşamaktadır. Gerçeği rahat bırakmak daha soylu bir davranış olurdu derken, sorunu kökünden halletmek de, ki bu biraz da deşifre etmek anlamına geliyor, soylu bir davranış olarak gösteriliyor ve sonunda yazarın gerçeği saklamak yerine açıklamayı yeğlediğini anlıyoruz.

Ardından Cioron’dan bir alıntıda da öfkenin izleri değil adeta kendisi görülür. Öfkenin bedelini ağır ödese de bazı bireyler öfkelerinin dozunu ayarlamakta zorlanırlar.

“Biz hepimiz, huzurun anahtarını yitirmiş, artık büyük acının sırlarından başka bir şeye varamayan öfkelileriz.”

“İmkansız Aşk”ta bir aşk uğruna evliliğini bozarak tutkunun peşinde koşan bir adamın ihanetle sonuçlanan öyküsü yer almaktadır. Roman baş kişisi ve anlatıcı S, bu aşkı imkansız bir aşk, hatta tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak tanımlar. (sf.92) Roman geriye dönüşler, iç konuşmalar ve mektuplarla kurgulanmıştır. Olayın Düzce depremi sıralarında gelişmeye başladığı anlaşılmaktadır. Olayda adı geçen mekanlar İstanbul’un Cihangir, Beyoğlu gibi semtleri olup gerçek mekanlardır.

Kurgulamaya gelince, yazar bölüm başlarındaki epigraflarla her bölüm hakkında ip uçları vermektedir. Başlangıç adını verdiği bölüme; “Her başlangıcın gerçekten bir başlangıç olduğunu mu düşünüyorsunuz?” gibi bir sorgulamayla başlar, zira bu aşkın başına sorunlar açacağını baştan sezmekte fakat yine de peşine takılıp gitmekten kendini alıkoyamamaktadır. Elda ile ilgili düşüncesi de bunu belirtmektedir.

“Elda insanda sürekli olarak başına kötü bir şey gelecekmiş hissi uyandıran birisidir.” (sf.22)

Bir başka bölüm Rilke’den bir alıntıyla başlar.
“...ve ruhum kendi üzerime boşalıyor.”
Bu bölümde mektuplar kurguda yer almaya başlar, romanda mektupların yer alması edebi açıdan bireyin duygularını en içten bir şekilde aktarmaya yarayan yüzyıllardır kullanılan bir tekniktir. Söz konusu mektuplar roman baş kişisinin Elda’yı arayışları, S’nin kendisiyle hesaplaşması ve kendisiyle yüzleşmesini yansıtır. Daha sonraları da okuyucuya da hitap ederek kendini ifade etmeye çalıştığı iç konuşmaları görülmektedir.

“Ele geçtim. Ele geçmenin ne olduğunu bilir misiniz? Ele geçmek, deneyimlerden ve kendine ait tasavvurlardan vazgeçmek demektir. Alışkanlıklarından, tarzından, arkadaşlarından, hatta kendinden.” (sf.35)

Görüldüğü üzere, roman baş kişisi benliğini yitirmekte, kendini kontrol edememenin sıkıntı ve bunalımını yaşamaktadır. Mektup gibi görünen yazılar Elda’ya hitaben günlüğüne yazdığı notlar olarak da algılanabilir. Olayın birinci tekil şahıs tarafından anlatılması da olaya daha bir gerçekçi görünüm kazandırmaktadır. Elda’yla başladığı bu ilişkiden sonra “S” yavaş yavaş kendini bile tanıyamaz, hatta kendisinden bu adam diye söz etmeye başlar.

“Kendimi Elda’ya adadım ve bu adama, onun bir yansısı haline getirdi beni.” (sf.55)

“S” ilk gençlik aşkı Bahar’la siyasi çalkantıların yoğun olduğu cunta döneminde evlenir. Anlatıcının deyimiyle ülkede demokrasi rüzgarları esmeye başladıktan sonra “S” ve eşi mesleklerinde yükselmeye ve iyi para kazanmaya başlarlar. Rahat bir yaşama geçtikten sonra her şeyin rutinleşmeye başlamasıyla, geçmişinde zorlu bir yaşamdan gelen “S” bu rahat yaşamı taşıyamaz, gece hayatına ve arayışlara başlar. Evlilikte ve yaşamda erişilecek hedefler bitip yerine yeni hedefler koyamayan “S” monotonluğun yol açtığı arayışlarda karşılaşır Elda’yla. Elda’nın asi ruhu, çılgınlıkları, başına buyruk seyahatleri, kaçışları “S” yi Uzaklık çaresizliktir. Bazen hangisinin daha trajik olduğunu bilemezsiniz: Mesafelerin koyduğu çaresizliğe sürüklemektedir.

“Uzaklık mı? Sözlerin, duyguların içinde saklı olan mı? (sf.73) gibi derin düşüncelerde irdeler bu çaresizliği. Ardından suçluluk duygusu sarmaya başlar benliğini, hissettikleri gittikçe acıya dönüşmektedir, adeta acıyla özdeşleşmektedir.

“İnsanlar davranışlarından sorumludur. Ben davranışlarımın sorumluluğunu kaldıramadım. Savunmasız kaldım. Bu sefer yaşadığım çaresizlik öncekilerin hepsini yuttu, bitirdi. Acı, hissettiğim şey olmaktan çıktı,adeta parçam oldu.” (sf.76)

“S” nin aşkı tanımlaması da psikolojisinin aynasıdır.
“Aşk böyle bir şeydi. İnsanın gücünü alan kişiliğini zedeleyen, zaaflarını açığa çıkartıp karşısındakinin hizmetine sokan bir şey. Aşka muhatap olan kişi aşık olanın zaaflarının üstüne basarak yükselir, egemenliğini böyle kurar. Egemenlik arttıkça aşık olanın kişiliği giderek zayıflar, sonunda teslim olur. Artık aşık olan için esaret, aşık olunan içinse sonsuz özgürlük vardır.” (sf.80)

Yukarıdaki tanımlama aşkın tamamen olumsuz yönlerini göstermektedir, oysa gerçekte aşk karşıdaki bireyde egemenlik kurma değil sevgiyi paylaşma olgusudur.. “S” nin yaşadığı aşkı bir hastalık olarak tanımlaması da bu aşk yüzünden sürekli acı çekmesinden kaynaklanmaktadır.

Daha sonraki bir bölümde de intihar ve ölümü sorgulamaya başlar.

“Ölümün kendisi içimizdedir.” (sf.87)

Elda’nın intihara yakın olduğunu belirttikten sonra parantez içinde ilginç bir saptamada bulunur.

“(Bizim gibiler ölümlerini Tanrı’nın eline bırakmazlar.
Kendi irademizle gelmediğimiz bu dünyadan kendi isteğimizle çekip gitmek güçlü bir duygudur.
Ama bunu hep erteleriz.
Tanrı’yla Rus ruleti oynar gibiyizdir.
Bir gün daha yaşamak, tetiği boşa çekmek gibi bir şeydir)” (sf.82)

On dokuzuncu bölümde olayın başlangıcından üç ya da dört yıl önceye dönerek ani geçişler yapar. İçinde bulunduğu açmazı fark eden “S” insanı zavallı bir yaratığa benzetecek kadar umutsuz bir duruma düşer.

“İnsan, kendini ya hayatın akışına bırakan, ya da hayatın akışına karşı direnen, her iki durumda da zavallı bir yaratıktır. Zavallıdır çünkü kendini bıraksa da, dirense de sonuç aynıdır. Hayat her zaman galip gelendir. Ruhsal açıklanış, etik değerler, imgesel süreç ya da mistik boyut... bunların hepsi gerçeklik karşısında koca bir hiç’tir.” (sf.118)

Roman baş kişisi “S” kendi durumunu psikolojik irdelemelere de girer.

“Bizler aşık oluyoruz ve psikolojik açıklamalardan medet umuyoruz. Şimdi burada oturup onu düşünmemi bir haz haline dönüştürebilseydim, bundan memnun olurdum. Oysa bu canımı yakıyor. Ypmam gereken ise tamamiyle başka: Bunu olduğu gibi kabul edip, bu duruma yabancılaşmanın yolunu açmak. Bu bir durum. Ona aşık olmam da bir durum; nasıl bir psiko-teorik yaklaşımla açıklanırsa açıklansın.” (sf.118)

Yapması ya da yapmaması gereken şeylerin farkında olmasına rağmen peşine takılıp gittiği tutkunun esiri olmaktan kurtulamamaktadır.

“Ayrılık bitti. Sonsuz ayrılık?...” bölümünde “S” nin kendini tanıyamaz hale geldiği daha belirgindir.

“Yüzüm yok, korku dışındaki bütün ifadeler geri çekilmiş, bu gözler yaşamı değil ölümü imliyor.” (sf.123)

Elda’nın yurt dışına ani gidişi “S”nin Elda’yı tamamen kaybetme korkusu onu yıkıma sürüklemektedir. Elda’nın gidişinden sonra doktora giden “S” ye doktorun verdiği öğüt de “S” nin gittikçe başka bir kimliğe bürünmesinin kanıtıdır.

“Sadece kendin gibi olmalısın.” (sf.131)

“S” öyle değişmiştir ki büründüğü diğer kimlik gerçek kimliğine üstün gelmektedir ve bu nedenle sürekli iç çatışmalar yaşamaktadır.

“Ne büyük laf: Kendin gibi ol. Peki nasıl, insan neden ve nasıl kendi gibi olur? Ben neyim o zaman, kimim? Kimim ve ne yapmalıyım kendim gibi olmak için?” (sf.131)

Elda’nın yurt dışından geldikten sonra da devam eden sürekli yer değiştirme arzusu, geride kalanın hep “S” olması, Elda’nın hayatında ilişkilerinin başından beri Latif isimli bir başka sevgilisinin daha olması, “S”nin kişiliğinde derin yaralar açar.

“Bu hastalıklı sevgiden, ben bundan çok hoşlansam da kurtulmalıyım, diye düşündüm.” (sf.137)
Elda’nın geri dönüşünden itibaren kaldığı yerden devam eden tartışmalar, terk ediliş, terk edişle ayrılığı yavaş yavaş kabullenmeye çalışır, Nietzche’den bir alıntı da bunu desteklemektedir.
“Biri sırtını dönüp gider, öteki başka yere gider, herkes kendi küçük sürüsünü bulur, en bağımsız olan hiç kimseyi bulmaz ve karede yalnız kalır. Benim karede yalnız kalma günüm geldi mi yoksa?”
Elda’ya yazılmış mektuplarla, ki yanıtsız kaldıkları anlaşılmaktadır, anlatıcı “S” içindeki acıyı yazarak hafifletmeye çalışmaktadır. Yaşadıkları hikayeyi yazma isteğini de bu mektuplardan birinde dile getirmektedir.

“Sana yazarak içimde her gün çoğalan acıyı biraz olsun hafifletiyorum. Bunu istersin değil mi? Aslında hikayemizi yazmak istiyorum. Buna izin verir misin? Belki de gerçek bir aşk hikayesi olmayacak bu. Benim kafamdaki hikayeyle gerçeğin farklı olduğunu, gerçeğin benim bildiklerimden daha fazla olduğunun farkındayım. Ama ne önemi var; hayat da böyle değil mi: Her zaman hissettiğimizden bir fazla?” (sf.147)

Roman baş kişisi/anlatıcı/S sevdiği kadın uğruna eşini ve iki çocuğunu terk etmiş, tutku derecesinde bağlanıp hayatını ona adamış ve duygularıyla tamamen teslim olmuş bir bireydir. Bir yandan eski eşi ve iki çocuğa yaptığı haksızlıklar, diğer yandan uğruna sorumluluklar ve alışkanlıklardan vazgeçilen Elda’nın aykırı, sorumsuz davranışları “S”yi çıkmaza sokmaktadır. Geriye dönememekte zira eski eşi Bahar da kendine yeni bir yaşam kurmuş, yeni bir birlikteliğe başlamıştır. Elda’ya olan tutku derecesindeki sevgisi “S”kişilik değişimine, bozulmasına hatta kendisine bile yabancılaşmasına yol açmıştır. Tamamen ayrılmalarında aylar sonra Elda’nın yeni kitabını almak için buluştukları kafede “S” artık Elda’yı güzel bile bulmamaktadır. (sf.152)

Psikolojik olarak bu denli incinmiş bir bireyin öfke kusması, gerçeği deşifre etmesi, belki de günah çıkarması bir kurtuluş çaresi olarak algılanabilir. Aslında tacize, tecavüze uğramış bir çok insanın itirafları da olayın bireyde bıraktığı tahribatı, acıyı azaltmak için, bilinç altını açığa çıkarmasının bireyi rahatlattığı gerçeğini çevremizden de görmekteyiz.

Yazar, son bölüme “her şey gerçek her şey yalan” başlığını vererek okuyucuda kurgu mu gerçek mi ikilemini yaratmaya çalışarak bir çok yazar gibi bir şaşırtma tekniği kullanır. Romanın sonunda “S”nin bu hikayeyi yazması için dosyayı götürdüğü bir yazar kişiliği çıkar karşımıza.

“İmkansız Aşk”a teknik açıdan baktığımızda ise biraz yüzeysel bir roman görüyoruz. Şair kimliği taşıyan bir yazarın, şiir ya da diğer edebi türleri birarada kullanarak çok katmanlı, çok sesli, derinliği olan bir yapıt çıkarması daha doğru olurdu. Daha önce de belirttiğimiz gibi “İmkansız Aşk” bir ilk roman, roman yazmaya devam edeceğini belirten Öztoprak’ın gelecek romanlarında yeni teknikler deneyeceğini umuyoruz.

Romain Gary’nin bir başka sözüyle incelemeyi tamamlayacağız. “Yazmazsam çıldıracaktım” der Gary, öyleyse yazmak rahatlama, hatta bir tür terapidir üstelik de en etkili olanı denilebilir. Zira içinde kendisin rahatsız eden bir şeyler barındıran insanlar yazma eylemine geçmektedirler. Yola çıkış bir tür huzursuzluk, çeşitli şeylerden duyulan rahatsızlıklardır. Fakat yine Gary’nin dediği gibi “gerçeği tüm çıplaklığıyla yazmak acemiliktir, bu ilk romanın da şanssızlığı bu olsa gerek.